
Benim çocukluğum, renkli kapağından çok, içi siyah beyaz fotoğraf sanatının beni büyülediği, hamur kağıdının iç gıcıklayıcı inceliğiyle Hayat Mecmualarından içeri daldığım, beni de dünyayı da hafiflettiğini sandığım yetmişli yıllara denk geldi. En uzun on yıl, sonraki on yılların etkisi azalan oranda azalarak çok çabuk geçti. Pantolonları prova ederken toplu iğneler bacaklarıma batar, paçaları yeterince bol, yeterince İspanyol olmamış diye anneme surat asardım. Oysa paçalar, rüzgarda birbirlerine karışan çamaşırlar gibi sarmaş dolaş olmalı, yürürken tok, ritmik bir ses çıkarmalıydı. Her gün evimizin önünden geçen o genç kızın pantolonu gibi. Kıyafetlerimizi annem dikerdi. Eski giysileri ki bu giysiler, annemin ya da babamın kız kardeşlerine ait olurlar, annemin ehil ellerinde sökülür, daraltılır, gizli yamalarla yep yeni olurdu.
Not: Mandolinimin yeşil beyaz pötikare kılıfını da annem dikmişti.
Tepemizden korkunç bir gürültüyle Ankara’dan kalkan savaş uçakları geçer, Ayşe hiç bilmediğimiz Güney’e tatile giderken biz çocuklar sokaklarda,“Çatla patla Makaryos Kıbrıs bizim olacak” diye bağırırdık. Bu tekerlemenin bir parçası olmak bugün bana ne yaratıcılığı ne de savunma biçimi açısından güzel bir anı gibi gelmese de, belki sokaklarda peşime taktığım bir grup çocukla, onlara kardeşlerim de dahil slogan attığım, korkusuzca fikrimi söylediğim siyaseten tek özgür dönemimdi. Tabi ki, bir üst caddeye çıkmamak şartıyla, orda işler bizim için olduğu kadar kolay değildi. Onlar hem bağırıyor hem de taşlı sopalı bir kavganın içinde insanlıklarından çıkıyorlardı. Tam olarak ne istiyorlardı, öfkeleri kimeydi, bilmiyordum. Uzak akraba, belki akraba bile olmayan tanıdık birilerinin düğününe gitmiştik. O zaman bütün düğünlere gidilirdi, soğuk bir kış günüydü, düğün salonu kalabalık, favorili erkekler, apartman topuklu kadınlar pistte “mavi boncuk kimdeyse benim gönlüm ondadır” diyor, aksak bir ritimle dans ediyorlardı. Bir süre sonra müzik durdu, daha önce duymadığım yavaş bir parça çalmaya başladı. O bildiğimiz, en azından bu gece evlenen o iki kişi arasındaki aşktan bahsetmeyen bir şarkı, “Dışarda deli dalgalar gelir duvarları yalar…” Pist ikiye yarıldı, kadınlar kenara çekildi, erkekler ellerine geçen ilk tahta sandalyeyi birbirlerinin kafalarına indirmeye başladılar. Bir ara gözüm yakasında gelin çiçeğinden küçük bir buket taşıyan damada takıldı, ters dönmüş iki sandalyeye kollarını dayamış oturduğu beton zeminde ağlıyordu. Bugün dahi insanları düğünlerinde ağlatan, çocukları korkutan, kadınları eril bir ızdıraba sürükleyen, vasat adamların yaptığı siyasete ne bir ilgim ne de özel bir merakım var. Bu cümleyi kurabilmek için uzun yıllar bekledim. Güncel siyasetle dedim önce, işte onunla ilgilenmiyorum, yoksa tarihini, yani siyasetin tarihini acayip bilirmişim gibi.
Not: Toplumsal çalkantılar, haklar, özgürlükler adına toplu hareketler, başkaldırılar, çocuklarımızla katıldığımız anmalar ve eylemlere dikkat kesilirim. Üstelik dünyanın neresinde olursa olsun. Ataerkilliğe karşı verilen mücadeleden şükürler olsun ki, etkilenmiş bir kadınım. Bugün dahi, sembolik yoklamalarda adını haykırdığımız ve hep beraber gıyabında “yok” diye bağırdığımız, öldürülen kadınlar için meydanlara çıkmak “kişisel olan politiktir” diyebilmek benim için devrim gibi bir şey. Bana binbir metaforla tepki gösterme yollarını öğreten feminist düşünceye çok şey borçluyum. Ups! Bu not uzun olmuş.
Kahve yoktu ama kimin umurunda, menengiç vardı, tüpün yokluğu sıkıntıydı. Kimin hangi partiye oy verdiği bilinir, babalar oy verdikleri partilerin liderlerine benzerlerdi. Eğer çocuklar oy kullansaydı 78 kışında ya da 79 hatırlamıyorum şimdi. (Hep) başbakan Süleyman Demirel açık ara kazanırdı. Çünkü o yıl sömestr tatilini, tek damla kar görmemiş bizim için bile hava şartlarını sebep göstererek on gün uzatmıştı. Öğretmen teyzelerimin Bülent Ecevit‘e oy vermeleri olağan bir şeydi çünkü onlar “cevap” yerine “yanıt” der. “İmkansız” demez. “Olanaksız” derlerdi. fakat komşu teyzenin 12 Eylül sabahı ağlayarak bize gelmesi ve daha merdivenlerin başında Alparslan Türkeş diyerek yere yığılması çok acayipti. Kalın kaşlarının altından o sert bakışlı, dikte edici, gülmeyi bırak gülümsemeyi bile bilmeyen o lider modelinin bizim dünya tatlısı, gündüz düşleriyle yaşayan komşu teyzemizle ne alakası olabilirdi. Şeker kız Candy, Heidi bir de bütün ülkede annesini arayan Latin Amerikalı bir çocuk vardı, ismi Marco. Annesini bulmuş muydu, belki son bölümde kavuşmuş olabilirlerdi ama her bölümde yeni bir kente gelir, orada onu bekleyen macerayı yaşıyla yaşadıklarını bir türlü aklım almasa da, her hafta merakla beklerdik. Demek ki daha o yıllarda bile kıt bir hayal gücüm varmış. Tamam peki! Dallas‘ı da seyrederdim, San Fransisco Sokakları‘nı da, hatta sınıfsal bir şeyin ne demek olduğunu anlamasam da ilk tohumlarının atıldığı İngiliz dizisi Aşağıdakiler ve Yukardakiler‘i de. Biz dört kardeş, televizyonun baş köşesinde durduğu salonda yatardık. Akşamları yatak, sabahları koltuk olan somyalar vardı, altları boş. Onlardan birinin ayakları dibine yüzükoyun uzanır, oradan bakardım televizyona, böylece öpüşme sahnelerinde bizimkilerle yüz göz olmazdım.
Not: Günler bir türlü bitmek bilmez, çok uzun sürerdi, yıllar da yavaş. Tam “Acelen ne Firuze?” modundaydım. Hafta sonları gelmek bilmezdi bir türlü. Cumartesileri de, okulun öğlene kadar olduğu Cumartesinin yalancısı Çarşambaları da çok severdim.
Gereğinden fazla üzülmek, içine düşmek, oflamak, depresif olmak yasaktı benim çocukluğumda. Diyelim ki bir kutu boya kalemi kaybettin okulda ve eve ağlayarak geldin. Ay başına kadar bekleyeceksin ve ağlamayı kesecek, idare edeceksin. “Canım sıkılıyor,” demek bile hoş karşılanmazdı. Sıkılan canı eğlemek senin işindi, tebliğ edilemediği gibi delege de edilemezdi, kızardı annem. Neyimiz eksikti, her şeyimiz vardı. Şükretmeyi mi bilmiyorduk? Gün bugündü, saat bu saat, Allah kerimdi ve biz keyfimize bakmalıydık. Ha keyif dediysek onun da bir sınırı olmalı, fazlası olmamalıydı, çünkü çok sevinmek, uzun uzun gülmek, kıkırdamak (hele de yüksek sesle), boğuşmak da hayra alamet değildi annemin gözünde. Ne kadar normal o kadar iyi, ne kadar tutkusuz o kadar güvenli. Öyle her şey her yerde söylenmez, sevgiden hele aşktan, ulu orta yerde bahsedilmezdi. Öküz altında buzağı ararlardı yoksa. Buzağıyı arayan bu kötü niyetli insanlar kimdi ve nerede yaşarlardı? Dolapların içinde mi, ağaç gölgelerinde mi, duvar diplerinde ya da kışın yazlık, yazın kışlık ayakkabıların içinde mi? Neredeydiler? Ayıpların en büyüğü laf dinlemek, yetişkinlerin lafına karışmaktı. Söz tasarruflu kullanılmalıydı. Ne hikmetse, dünya soğuyalı beri çocuklar böyle kandırılmıştı.
Not: Hala fazla konuştuğum zaman utanırım.
Yazmaya heves etmem de belki bu yüzdendir. Annem yazma konusunda hiçbir kısıtlama getirmedi. İstediğiniz kadar yazabilirsiniz filan da demedi ama zaten maharet de bu değil miydi? Onun söze getirdiklerinden çok getirmediklerini anlamak, bir göz işaretiyle misafire kahve yapmak, ağız büzüşüyle hafifçe kaykıldığımız koltukta derlenip toplanmak, çatılan kaşı, büyüyen gözleriyle çay bardağının boşladığını görüp atmaca gibi uzanıp “bir bardak daha alır mısınız?” demek, gerektiğini bilirdik. İlerleyen yaşlarımızda biraz rahatladık, yeri geldi yüz göz bile olduk ama azıcık. Mesela samimi, eski bir komşumuz filan hanım teyzeyse kahveye gelen, annemin ezbere bildiğimiz, mors alfabesinden daha evrensel tiklerini anlamamış gibi yapar, n’oldu anne, ne istiyorsun filan der güldürürdük onu.
Not: Artık yapmıyoruz, bayatladı bu espiri.
Suçlarımız pek nadir babama anlatılır, onun bir şeyden genellikle pek haberi olmazdı. Özellikle kadınlar arasında kalması gereken mahrem mevzularda.
Not: Babam bizi “anneniz geliyor” diye tehdit eder, pek de talip olmazdı bu terbiye meselelerine.
Daha 12 yaşındayım, ablamdan bana kalan bir sütyenim var, yeni yeni memelerim gün yüzüne çıkmaya başlamış, bazen unutuyorum miras sütyeni takmayı. Alışmamış şeyde durmayan don misali ve öylece çıkıyorum sokağa, tişörtümün altındakiler de fora. Sokaktaki erkek cinsinden olanların da gözü kaydıysa misal o iki biçareye ya da gözlerine girdiyse yanlışlıkla vay halime, ablama şikayet ederdi beni, sanki yanlarında değilmişim ve bir üçüncü şahısdan söz ediyormuş gibi. Böylece kendisiyle yüz göz olmadan dersimi alırdım. Alırdık. Taktik bu! Bir de baş başa olanlar vardı ki, tam bir kabus. Haftalık banyo günleri. İki bacağının arasına alıp oturduğu iskemlenin önünde tam da saçıma sabunu sürdüğü an başlardı ve kaçmanın imkanı olmadığı, annemin kuvvetli hafızasında bir haftalık suçlarımın, adımın yazılı olan listesine başladığı andı o an. Annem akıllı kadındı ve çocuk eğitiminden anlardı. Allah’a çok şükür hepimiz “normal” olduk. Hiç birimiz ele güne karşı rezil olmadığımız gibi Guinness rekorlar kitabının, bizim küçük kasabamızın çakma listesine dahi giremedik. Girmeye cüret bile etmedik. Allah’ım nasıl söz dinleyen çocuklardık, munis, munis.
Not: ablam ölmedi, memeleri büyüdüğü için kaldı sütyen. Miras deyince yanlış anlaşılmasın diye.
İlokul 3. Sınıftayım, ilk ve son baş rol teklifimi almışım. O zamanlar bilmiyorum tabi bunu, yoksa değerlendirir ne yapar eder o sahneye çıkardım. Okul piyesinde Vatan Yahut Silistre’nin Zekiye’sini oynayacaktım. “Derslerinden kalırsan ya!” dedi, gittim öğretmene “annem diyor ki…” dedim. O yüzden Berkshire College ne burslar verdi de almadım.
Not: Çukurova Üniversitesi’nde okulu 6.5 yılda bitirdim. İyi ki de öyle oldu, canım okulum, canım Adana…ne güzel yıllardı.
Ne diyordum? Ha! Ama Allah var, 2. Yıl girdiğim üniversite sınavında, benim mezun olduğum lisede başvuru formu kalmayınca akşam vakti, ben evde ağlarken annem, kasabamızın diğer lisesinde müdür olan uzak bir komşunun evine gitti. Müdürü de tanıdığından filan değil, başka bir yakın komşu müdürün kayınvalidesiyle gün arkadaşıymış, oradan biliyor. Ertesi gün, Meral abla, müdürün karısı, formu evimize kadar getirdi de hepimiz rahat bir nefes aldık. Hala duacıyız kendilerine.
Not: İlk yıl Üniversite sınavını kazanamadım, ananem polislik sınavlarına girsin dediği gün kapattım kendimi odaya, çıktığımda artık bir üniversiteliydim.
Annem beni sağ salim kocama teslim ettiği gün, kazasız belasız. Bunun ne demek olduğunu o zaman da biliyordum ama anneme bu konuda hiç şaka yapmadım. Çok sevgili bir arkadaşım “ilk öpüştüğüm erkekten başladım, ne var ne yok anlattım anneme” dedi bir gün. “Ay ne diyorsun F” dedim, benim bunu yapabilmem için annemin, Allah saklasın, alzhemier olması lazım ki on dakika sonra unutsun!” Neyse, annemin duaları makas değiştirdi. Hayırlı bir kocanın yerini hayırlı bir evlat aldı.
Not: evlat konusu ilerde.
Annemin başka hangi sözlerini dinlemedim, sayamayacağım şimdi ama öğretmen olmam için üzerimde kurduğu baskı bir işe yaramadı. İktisat fakültesinde okurken bile yalvardı, pedagojik formasyon alabilmem için. Ne vardı alsaydım, fena mı olurdu şimdi ama inat ettim işte, sanki hemen kolumdan tutup bir sınıfa sokacaklardı beni, içerde kırk tane yeni yetme başıma üşüşecek yukardan düşmüş bilinmeyen yabancı bir objeymişim gibi oramı buramı çimdikleyeceklerdi. İşin şakası elbette. Öğretmenlikten korktuğumdan değil de…ben iş kadını olacaktım. Öğretmenlik çok göz önünde olmaktı benim için, annemgillere yakın olmak, ne bileyim ulaşılabilir olmaktı onlara, ya da onların bana. Ben gitmek istiyordum, gözüm daha antin kuntin, havalı mesleklerdeydi. Cv’imde seyahat engeli yoktur yazmalı, it ayağı yemiş gibi gezmeliydim. Nerden bu hayalin peşine düştüysem artık, daha ilk günden başıma dert oldu. Sofradayız, akşam yemeği yiyoruz. Kırmızı retro bir masamız var, köşesi ütü yanığı. Etrafında toplanmışız. Dilim sürçtü, “ben büyüyünce hayat kadını olacağım” dedim, iş kadını yerine. Dokuz bilemedin on yaşındayım, hayat kadını ne demek bilmiyorum ama annem ve babamın yüz ifadesinden kötü bir şey, olmamam gereken bir şey olduğunu anladım.
Not: Babam o güzelim mavi gözlerini tavana dikip, engel olamadığı, hırıltı gibi çıkan bir sesle güldü ama annem, tahmin edin ne yaptı?
“Kadın için en iyi meslek öğretmenlik Yıldız hanımcığım, yarım gün evdesin ve evinin kadınısın aynı zamanda.” Yıldız hanım teyzenin kızları da, ben ve ablam da bu dialoglarla büyüdük -psikanalistler buna bilinçaltı yerleştirme diyorlar. Ben evimin kadını filan olmayacaktım, sanırım tam da konu buydu. O zamanlar ilköğretim 8 (sekiz) yıllık değildi. Annem de sanırsam ilkokul öğretmeni olmamı istiyordu. Zira bana şu mühim formu getiren hanım ilkokul öğretmeniydi, Meral abla. O günden beri annemin idolü, benim de hakikaten rol modelimdi ama, o evinin kadını meselesi, Meral ablanın göklere çıkarılan tertibi, düzeni ve sakız gibi beyaz masa örtüleri…dinledikçe içimi sıkıntı basardı.
Not: Acaba Meral ablanın çocukları ders çalışırken silgi artıklarını nereye silkeliyorlardı?
Neyse, olmadı işte! Annem bir türlü küçük kızına anlatamadı. Ama Yıldız Hanım teyzelerden bir, bir de bizden, iki öğretmen çıktı. Beşte iki hiç fena değil.
Not: Bizim öğretmenler ablam ve güzeller güzeli N. İkisi de çok iyiler, onlarla gurur duyuyorum.
Annemden gizli kitap okurduk. Kitap okumamıza karşı olduğundan filan değil, hatta açık ve aleni olmasa da bundan gurur bile duyardı. Mahallede bizden yaşça küçük çocukların ödevlerine annem de babam da yardım ederdi. Onlara fısır fısır bizi örnek gösterdiklerini duyardık. Her şeyin fazlasının yasak olduğu bizim evde fütursuzca okumak, kitapların içine düşmek de yasaktı. Bu arada elbette kitaplar derken ders kitaplarını kastetmiyorum, roman okumaktan bahsediyorum. En çok sevdiğim şeylerden biri sabah uyanır uyanmaz akşam yatarken bıraktığım yerden kitaba devam etmekti ama yatakta oyalanmak da ne mümkündü. Günlük işerin ucundan bir an önce tutmak, hayata karışmaktı esas olan. Kitap okumanın da bir yeri ve zamanı vardı.
Not: Bazen annem, hayatın sahip olmadığı rasyonelliği yanlış yerde aradığımız Kemalettin Tuğcu kitaplarımızdan yürütür, okurken ağlardı.
Yatak demişken, sabahları fazla uyumak da evimizin yazılı olmayan kuralları arasındaydı. Akşamları istediğin kadar erken yatabilirdin, o serbestti ama sabah geç kalkamazdın. Ananeme gittiğimiz, her seferinde bir tarafını yaptırdığı evinin, misal odanın birini boyattığı, elektrik kaçıran buzdolabını yenilettiği veya banyoya klozet koydurduğu yüksek tavanlı briket evinin ezeli hasmı, huysuz yan komşusunun “bu tarafa pencere açamazsın!” yasağı üzerine karanlık, bombeli, tek taraflı koridorunda ayak bileğine kadar inen desenli sabahlığıyla daha da iri görünen şeker hastalığından muzdarip cüssesini bir elinde boş kahve fincanı, diğer elinde ocaktan yeni aldığı cezveyle sürüklerken, evi taze çekilmiş kahveyle yaptığı o tanıdık kokuyla doldururdu. Ay çok uzun bir cümle oldu ama ananemi bir ama uzun bir solukta anlatmanın tek yolu buydu. Andımızı içmek gibi. Neyse, yaz günüyse kahvesini balkonda, kış günüyse koridorun sonundaki misafir odasında içer, dönerken de hala yataklarından çıkmamış olan biz çocukların duyabileceği şekilde “iki eşeği olan birini sattı yedi, siz daha yatın” derdi. Burada yanlış anlaşılma olmasın lütfen. Yenen eşek değil, satılan eşeğin parasıydı. Hadi anane ya! Daha bakkallar bile açılmaz o saatte. Belki simitçi fırınları.
Not: Hala, “bırak, biraz daha uyusun,” diyen annelere az hayret, az imrenme, az hasetle bakar, şaşar kalırım.
“Erken kalkan yol alır, erken evlenen döl alır.” Bu özlü sözü öğretmen olarak ilk tayini Gümüşhane’nin Kelkit ilçesinin Babakonağı köyüne çıkan ablamın komşusu söylemişti. Beni fazla yaşlı bulmuş olmalı ki o sene kazandığım üniversitenin hazırlık dahil beş sene olduğunu duyunca, elini ağzına götürüp hayretle çıkan sesini bastırdı ve “5 yılda beş uşağın olur” diyerek bana acıyan gözlerle baktı. Otuz dördüme geldiğimde herkes rahat bir nefes aldı çünkü evlendim. Bu evlilik meselesi sahiden bir kadın meselesi, etrafımda “daha sen öyle duruyor musun?” diye soran erkek cinsinden kimse olmadı. Sanki onlar yani koca adayları gölde hiç bir şeyden habersiz, alık alık yüzen bir balıktı da, tutup da kendimize koca yapmak bizim marifetimizdi. Evlenmemek, evlenememek kadının suçuydu, beceriksizliği ya da. Ordalar işte, doğru yeri ve doğru anı yakalayıp tutacaksın birini, evet kaygan ve pullular ama marifet de o ya, kaçırmayacaksın!
Şimdi benim bir kızım var, kuzguna yavrusu misali, güzel bir çocuk ve ona istemesi şartıyla her şey serbest ama erken kalkıyor. Artık kaçıncı kuşaktır gelen bir alışkanlıksa genlerine işlemiş, çocuğun. Erken de yatıyor, zınk diye sabahın yedisinde ayakta. Bizimkilerin birinin ruhuyla geri mi döndü, ne yaptıysa artık.
Söyledim ya, istesin yeter! Piyano mu çalmak istiyorsun hay hay! Daha ikinci derste öğretmen nemlenen gözlerini kırpıştırarak “ay bu çocuk çok yetenekli” der demez, öğretmenin tamamen içten gelen duygularına eşlik ediyor -kokusundan anlıyor çünkü, yedi kuşak hiçbir atada dedede müzisyeni bırak şarkı mırıldanan bile olmadığı halde üçüncü derste öğretmen eve gelmeye başlıyor, çünkü artık evde bir piyano var.
Not: Aylardır piyanoya sadece ben dokunuyorum. Hayır çalmak için değil, tozunu alıyorum.
Koroya mı katılmak istiyorsun? Tamam. Okul gezisi mi? Tabi ki! Çok gezen mi bilir çok okuyan mı? İkisi de olacak benim kızım.
Bu arada kısacık yine anneme döneceğim. Bir gün üniversitedeyim, dans içimde bir ukte, filmlerden filan. Halk oyunları kursu açıldı o sene okulda, istediğim tam olarak böyle bir şey değildi ama olsun, o da olur. Dans olsun da. Neyse ben hemen katıldım. Bir süre sonra seçmeler olacak ve ben seçilirsem Ankara’ya gideceğiz bir yarışmaya artık ne yarışmasıysa hatırlamıyorum. Ankesörlü telefondan annemi aradım heyecanla, benimle gurur duysun mu istiyorum nedir? “İnşallah seçilmezsin,” dedi, “ne işin var oralarda, sen derslerine çalış.”
İşte biz bu çocuğa hiç “hayır!” demedik. Oooo çok masraflı, olmaz filan da demedik, ne yapabiliriz, bir bakalım” dedik. Ne var ne yok her şeyimizi onun emrine amade ettik. Zamanımızı, ilgimizi, tabi ki o çağıl çağıl çağlayan, yeri geldiğinde yemeklere tuz yerine de koyduğumuz, yeri geldiğinde emojilerle süslediğimiz koşulsuz sevgimizi..
Ama şöyle bir güldü mü ev çınlasın istiyoruz kahkahadan, yok! Bir surat, bir can sıkkınlığı, olur olmaz yerde nükseden iç sıkıntısı, göz yaşları..hazırda bekliyor, her an her zaman akmaya hazır.
Şimdi ben de dua ediyorum ona, iyi insanlarla karşılaşsın, rehber bilge anneler olsun etrafında diye, okuyorum, araştırıyorum, konuşuyorum onunla, öğüt ya da tavsiyede bulunmamak için kırk takla atıyorum. Aman psikolojisi diyoruz. Aman, ayarı bozulmasın.
Geleceğini düşünüyoruz, üni parası biriktiriyoruz Amerikan filmlerindeki gibi. Parlasın istiyoruz, güneş gibi olsun, etrafında dönülsün. Ama, ya o dönmek istiyorsa?!
Eskiden çok eğlendim diye gelirdi okuldan, şimdi lisede. Ne eğlence kaldı ne heves. Ergenliktir, bu da geçer elbet. Zaten okul da kalmadı, online.
Çok yese panik oluyoruz. İştahlı mı? Yoksa boşluk mu dolduruyor? Veyahut yemese yine telaş, nevrotik olandan mı yoksa, hani anoreksiyanın?
Sen duydun mu hiç kusma sesi, doktoru sordu da, tamam ilk nöbet sende. Mutfakta çalışıyor muş gibi yapalım, buradan öğürtü sesi filan her şey duyulur!”
Ah! Anne ya!! Biliyorum elinde değildi…biliyorum elimde değil, her birimiz ağırlıklı olarak başkasından ve başkalarınadan oluşuyoruz. Bizimle de başlamadı, öyle di mi? Aile dizilimi?
Mitra,
Not: Fotoğraf İspanya’dan, Burgos.
08/12/20, Gayrettepe