LABİRENT

Kasabaya vardığında hava kararmak üzereydi, köye giden son minibüse yetişen kadın fazla mı
gülmüştü ne, eteklerini mi savurmuştu koşarken? Kahvenin tahta sandalyelerine dizili kasketli,
kara şalvarlı amcalar şişe dipli gözlüklerinin ardından gördüklerine dudak büktüler.

Beraber aynı yere bakmak ne tatlı bir günah
Suat Derviş

Adam kadının gösterdiği yere oturmadan önce arka cebine davrandı, şişkin deri cüzdanıyla
siyah bir kareden ibaret olan araba anahtarını sehpaya bıraktı. Lacivert kanvas pantolonun
dizlerinden çekerek koltuğun ucuna ilişti. Kadın, şimdi sıra kol saatinde diye geçirdi içinden.
Adam metal klipsini gevşettiği saatiyle takımı üçledi. Kadın onun karşısına, turuncu koltuğun
teklisine oturacakken son anda vazgeçti. Geriye yaslanıp yaslanmamak arasında bir an
tereddüt eden adam yayılmak üzere olduğu koltuktan, annesinden düzgün oturması için
ihtar almış çocuklar gibi toparlandı.
“Uygunum gel,” demişti telefonda.
Saatlerdir yoldaydı, otobandan hiç çıkmamış mola da vermemişti ve sol şeritten çıkmak için
sinyal verdiği an, aklına gelen ilk şeyi yaptı, üniversite yönüne saptı ve çatalın solundan
devam etti. Halbuki onu, kalan iki saatlik yolundan alıkoyan nedeni kendi kendine bile itiraf
etmemişti. Sanki olan biten her şey iradesinin dışında gerçekleşiyordu, üzerinde durmadı.
Beni bekleyen yok, bir yere yetişmem gerekmiyor. İçinden geçen buydu. Kadını aramadan
önce bir an tereddüt etse de okaliptus ağaçlarının gölgesine park ettiği arabadan indi ve
birkaç derin nefes alır almaz fikrini değiştirmeden bastı tuşa. Labirenti andıran mısır tarlaları
uzanıyordu önünde.
Kadın ahizeyi tuttuğu elinin işaret parmağıyla bir tuşa basacak, masasına oturmadan iki
kahve söyleyecekti belki. Kahveyi nasıl içtiğini hatırlıyor muydu acaba?
Sehpanın üzerine bir yelpaze gibi yayılmış, şu fakülte içi haberlerin dolaştığı yayınlardan birini
rastgele seçti adam. Derginin kapağında yüzü kameraya dönük tuhaf bir yaratık vardı. Öküz
başlı, kuyruklu, insan vücutlu bu çizgi film karakterinin bakışlarında sanki azat edilmiş
Minotor’un minneti okunuyordu, hakiki ve samimi bir minnet. Yaratık iki yana açtığı
ellerinden biriyle artık insan eti yemeyeceğine dair bir söz gibi buğday başaklarından bir
demet tutuyor, diğeriyle de kıyısında ayakta durduğu denizin belli belirsiz maviliğinde işaret
parmağıyla kadının adını gösteriyordu. Yeni bölüm başkanı görevini devir almış, ilk olarak
öğrencilerini kabul etmişti makamında. Haberin verildiği sayfayı açar açmaz bulundukları
odayı hemen tanıdı. Hocanın etrafını saran gençler adamın oturduğu üçlü koltuğa sığabilmek
için safları daraltmış, samimi bir sevinçle bakmışlardı kameraya.

*
Genç hemşirenin uzattığı bileti, “bir şartla alırım,” dedi çiçeği burnunda hekim adayı,
pürüzssüz teni bir buğday başağı gibi parlıyordu, çocuksu bir canlılıkla devam etti, “benimle
gelirsen eğer.” Çarşamba öğleden sonraları yemekhanenin üst katındaki büyük salonda
verilen müzikli, danslı çay partiler için bilet satıyordu kadın. Adam bileti önlüğünün sol üst
cebine koyarken, kadın kaderiymiş gibi adını okudu adamın. O gün tıp fakültesiyle, fen
bilimleri arasında kalan büyük su deposunun altında buluştular, akşama kadar bütün
fakültelerden gelen öğrencilerle altmışların ve yetmişlerin şarkılarıyla coştular, genç
olmalarına dair ne varsa tadını çıkardılar. Dünya onlar için dönüyordu artık, güneş onlar için
doğacaktı yarın ve ondan sonraki her sabah.
Kadının gideceğini duyunca canı sıkıldı adamın, bütün neşesi kaçtı. O olmayınca ne
yapacağını, elini kolunu nereye koyacağını bile bilmiyor, içine kaçıyordu. “Benimle gel” dedi
kadın.
Olur muydu?
Neden olmasındı?
Sahiden olur muydu?
Sevinçten bir basıp on sıçradı adam, yerinde duramıyordu, heyecanlandı. Nasıl olsa bir gün
olacaktı, neden şimdi, neden bu hafta sonu olmasındı?
Dünyanın bir yağmur sonu ışıltısıyla parladığı o sabah yola koyuldular. Tahılla, sebzeyle dolup
taşan tarlaları geçtiler, “yer fıstığı,” dedi kadın, “yola yakın olanlar havuç, yanındakiler, kanala
yakın olanlar da turp.” Sanki oralar, uçsuz bucaksız tarlalar, geniş gökyüzü, havada salınan
nazlı bulutlar, hatta sulama kanallarına kobalt mavisi boyayla yazılmış tek satırlık şiirler bile
kadına amade bir ahenkle döndü. Hep bir ağızdan konuğumuz var, bizim kızın misafiri, bir
delikanlı var yanında, hazırlanın, süpürün, temizleyin, silin, mutfaktan güzel kokular gelsin,
pencereleri açın, çarşafları değiştirin diyerek kulaktan kulağa daha köye varmadan duyduk
duymadık kalmadı.
El üstünde tuttular adamı, sobanın arkasındaki mindere, baş köşeye buyur ettiler. Yufka
ekmek, şehriyeli bulgur pilavı, bostandan kopup gelen marul salatası ve mis gibi kokan köy
tavuğunu yer sofrasında yediler. Ertesi gün, çoluk çocuk avluda büyük bir ateş yaktılar, ağzı
kulaklarındaydı kadının, başını oyalı bir yazmayla yarım bağlamış, pembeli mavili, bahar
cıvıltılı basma bir şalvar giymişti. Babasının yaptığı gibi kuru dalları dizinden destek alarak tek
ayak üzerinde kırıyor, ateşe atıyor arada kardeşleri gibi şiveli konuşuyor, komşuları filan
soruyordu. Kara kazanda kaynayan mısırı adama uzatmadan önce üzerine biraz tuz serpti.
Mevsimin ilk mısırıydı. Sakin, hafif bir esintinin olduğu güneşli bir günün sonuydu. Kadın da
adam da gökyüzüne dair ne gördülerse tadını çıkardılar. Bacalardaki hayra alamet leylek
yuvalarını, yeşil yaprak bulutları arasında uçan kırlangıçları gösterdiler birbirlerine. Sevdiği
adam, kadının oval yüzünde iki mum gibi parlayan gözlerinde, düz bir çarşaf gibi uzanan sakin
denizi gördü. Yazmasının altından iki asi bukle alnına düştü kadının, kıvır kıvır. Hava odun
ateşinde kaynayan mısır ve is kokuyordu.
Aradan neredeyse bir yıl geçti, leylekler yol yorgunuydu daha, papatyalar açmış, gelinciklerin
eli kulağındayken insan boyu mısır tarlalarının kıyısındaki bu eve adam tekrar geldi. Kadın, ardına
kadar açık, tahta perdeli kapıda karşıladı onları, sevdiği adamı ve annesini. Sulanmış,
çalı süpürgesiyle süpürülmüş avlu, toprak kokuyordu. Namzet Hanım, ev sahiplerinin sırtına

yerleştirdiği kanaviçe başlı, sakız gibi beyaz patiska kırlentlere yaslanmadı, etekli divanın
ucuna ilişti. Alnına düşen bir tutam saçı eliyle sıvazlayarak yerine koydu, bir daha kaçan
olmasın diye eşarbını boynunun altından sıkıca bağladı. O da istemez miydi iğne oyası tülbent
takmayı, ensesinde kundak yapıp tepesinde düğümlemeyi. Çoraplarını çıkarır bir ayağını
altına alır diğerini serin betona salardı. Çantasından yelpazesini çıkarır, ne kadar pencere
varsa açtırır, yayılarak otururdu oturmasına da. Burada olmazdı, ne o öyle alıcı gibi, katiyen
olmazdı. Evlat hatırı da bir yere kadardı.
Kırk beşine varmamıştı daha adetten kesildiğinde, kocasına bile diyemedi. Eksik bilsin
istemedi kimse onu, kurumuş dedirtemezdi arkasından çoluk çocuğa. Gittiği yerlere
sığamayışından, zemheride dahi kapı önlerini, pencere pervazlarını mesken eyleyişinden,
çorabı düşman belleyen harlı ayaklarından ve terden dalga dalga alazlanan koltuk altlarından
konu komşu çoktan anlamıştı anlamasına da bir tek Namzet Hanım bilmiyordu herkesin
bildiğini. Düğün günü gördüğü kocasına vardığında on altı yaşındaydı daha. Usulen
sormuşlardı, o da usulen boyun büktü, bugüne kadar onun için neyin münasip olduğuna
karar veren babasının yerini kocası alacaktı artık. Evini temiz tutacak, yemeğini sıcak, saygıda
kusur etmeyecekti kocasına, her halükarda kırılan yen içinde kalacaktı kıyamet kopsa da.
Pencere önüne menekşeler, duvar diplerine mercan çiçekleri, koltuk aralarına benjamin,
deve tabanı ektiği saksılara gözü gibi baktı. Kırdığı dizine baş tacı ettiği kasnağına içten dışa
çapraz izler bıraktı, ömründe hiç görmediği kırmızı laleler nakşetti…mavi, turuncu, yeşil, mor,
sarı laleler. Kocası kara kaplı deftere rakamları bitmeyen bir yol gibi eklerken. Namzet onun
muşamba örtülü tahta masaya eğilmiş, lambanın titrek ışığında bir o kadar daha olmuş
heybetinden ürkerdi. Oğlan doğduktan sonra beyaz tombul kollarını açıkta bırakan, pembe
döşünü göğüs çatalına kadar arzı endam ettiği açık saçık geceliklerini çeyiz sandığına kaldırdı
kızın niyetine. Tuhafiyeciye uzun kollu, yakası biyeli olanlardan ısmarladı, iki yetmezdi, üç beş
tane, yedekli. Kendi kokusuna dahi tahammülü yoktu zira, değişikli olsundu, mis gibi sabun
koksun. “Haminneler için bunlar anam” dedi kırk yıllık esnaf Alibaz, baktı müşterisinin ağzını
bıçak açmıyor, ahşap sandalyenin üstünü boşalttı, ören bayan iplik kutularını, mavi pembe
fistoları jelatinli paketleriyle alt rafa tıkıştırdı, buyur etti Namzet hanımı, bir çay söyledi. Kah,
“pembesi kalmadı” kah “mavisi haftaya..” diyerek geleni gideni savuşturdu. Kadınların soluk
renginden, feri kaçmış gözlerinden, dalgın bakışlarından yahut gelin alışverişinde terk
ettikleri pamuklu donlara meyil edişlerinden anlardı, onlara bir haller oluyordu. Müşterilerine
dair her mahrem detayı aklının dosyalarına isim isim kayıt eder ama yemin billah ser verir sır
vermezdi. Allah’tan korktuğu kadar korkardı dedikodudan Alibaz. Daha bir lokma çocukken
dedesinin yanında çalışmaya başladığı bu küçük dükkanda nakış ipliği, yün, orlon, fermuar,
düğme, basmadan gecelik, poplin kumaştan çizgili pijama, iç çamaşırı, delikli fanila gibi tuhaf
şeyler satardı, yanına da bonus olarak sansürsüz ağzından çıkan, değme psikologlara taş
çıkartacak tek seanslık terapileri ilaç gibi gelirdi kadınlara. Albaz’ın tuhaf dükkanından çıkar
çıkmaz biraz ağlar, biraz gülerler, yol boyunca az açılır, evlerine varmadan, eşiği geçecek
kadar su serpilirdi yüreklerine. Alibaz baktı işin içinden çıkamıyor, mevzu boyunu çoktan
aşmış, bir üst merci olarak Hayriye’ye gönderirdi danışanlarını.
Daha rahmetli hayattaydı oğlan gelip de “bir kız var” dediğinde. Hastanede tanışmışlardı,
hemşireydi kız, üniversitede okuyordu hem, hem de çalışıyordu. Babası belli belirsiz başını
sallamış, bravo ona der gibi memnun olmuştu oğlunun anlattıklarına. Duyduklarından
hoşlanmadı Namzet Hanım, yüzü gölgelendi. “Kısmet” dedi isteksizce. Kısmetten öteye yol
gitmezdi nasıl olsa, dur bakalım, oğlan gönlünü eğleye dursun bulunurdu bir hal çaresi.

Yatağı dar geldi o gece, sıkıntıyla dönüp durdu bir o yana, bir bu yana. Kocası kesik kesik
aldığı soluğunu uzun, tıslamaya benzer bir ıslık sesiyle geri verdikçe, Namzet Hanım avizeden
sarkan kristallerin belli belirsiz yansımalarıyla oyalandı. Bir ara içi geçmiş, ezanı bile duymadı.
Rüyasında bedeninden yükseldiğini gördü ve açık pencereden bir duman gibi süzüldüğünü.
Küçükken babasına yemek götürdüğü kalaycılar çarşısına bakan saat kulesine bir güvercin
gibi kondu. Arnavut kaldırımlı meydana çıkan sokaklar uğultuyla kararıyor, akın akın gelen
insanlar kulenin etrafında toplanıyorlardı. Bozuk parke taşlarından gelen ayak seslerinden
başka hiçbir şey duyulmaz oldu. Küçük kız elindeki sefer tasını karnına sıkıca bastırdı. Siyah ipi
toplayan eller beyazı saldıkça alacakaranlık dağıldı, gökyüzü uçuk pembe, bulanık bir
turuncuya döndü. Ayaklar hızlı bir ritim tutturdu. Sanki insanlar aniden bastıran sağanak
yağmura yakalanmış da ondan kaçıyor gibiydiler. Aynı yöne koşar adım giden bir adam gördü
Namzet, yüzünü görmediği fötr şapkalı, irice göbekli, olduğundan daha kısa görünen adamı,
kocasını tanıdı. Elini sıkıca tuttuğu kadınla kalabalığın arasında kayboldular, kara kaplı
defterlerin sayfa başında adı yazılı kadındı bu. Kocası da, aralarına giren gri bir tül perde gibi
çektikçe uzayan kadın da bir daha görünmediler. Ufukta, kavisli tepeleri aşan insan kalabalığı
karıncalanırken Namzet havada süzülerek saat kulesinden çarşıya zahmetsizce indi. Babasının
viraneye dönmüş dükkanı bir kuyu kadar karanlıktı. Etrafta nasırlı elleri isten kararmış
kalaycılar hummalı bir koşuşturmacayla bakır döverken, harlı ateşte eriyen demir cezvelere
sap, kazanlara kulp olmak için eğilip büküldüler. Az önce hayatta kalmaları yetişecekleri yere
bağlıymış gibi koşar adım uzaklaşan güruha benzemiyorlardı onlar. Müebbet bir çile doldurur
gibi çalışıyor, gidilmez, varılmaz sandıkları buradan ötesinin hayalini bile kurmuyorlardı.
Uyandığında başparmağıyla damağını kaldırdı Namzet Hanım, hayırlara vesile olsundu,
gündüz gözüyle.
Adam annesinin iri yeşil gözlerini ayak uçlarından çekip çıkarmasını, etrafına pay etmesini
bekledi durdu bütün gün, konuştukça konuştu. Namzet hanımın çıkardığı gürültüyü
bastırmak için tüm varlığını koydu ortaya. Mısırları sordu, yağmuru, leylekleri, gelmişler
miydi, ya bostan, sulama kanalları, arkları kim açmış, taşları kim ayıklamıştı? Mide
yanmasına, boyun tutulmasına, arı sokmasına iyi gelecek türlü çeşit numuneler çıkardı
çantasından. “Sivrisineklerden korunmak için cibinlik şart,” dedi son olarak, takati kalmadı.
Elleri dizlerinde oturmaktan sıkılan çocukların hevesi kaçtı, uslu durmaları için günlerdir
yapılan tembihleri unutup, bir an önce dışarı çıkmak için ablalarını kolladılar.
Arka arkaya dört tane rakam çevirdikten sonra Namzet Hanım durdu, gerisini hatırlayamadı.
Ahizeyi, bakır sehpayı kapatan dantel örtünün üzerine bıraktı, çantasının en dip köşesine
sakladığı küçük defteri kurcaladı ama aradığı numarayı bir türlü bulamıyordu. Yarım yamalak
pasta tarifleri, Latin harfleriyle yazılı kısa dualar ve sık sık Alibaz’ın karşısında ödendikçe üstü
çizilen iki haneli sayılarla karşılaştı. Camlı dolaptan, sırtı ona dönük kara kaplı defterlerin
önünde duran siyah kutudan kocasının yakın gözlüğünü çıkardı. Bir kez daha defteri baştan
sona çevirmeye başladı ve nihayet Hayriye’nin numarasını buldu. Fildişi telefonun
göbeğindeki çarkıfeleğin deliklerine güçlükle sığan tombul parmağıyla rakamları bir daha
çevirdi. Yerinde duramıyordu, koltukların dışa doğru kavisli ayaklarının, aslan başı oymalı
kolçaklarının tozunu aldı, kauçuk, deve tabanı ve dua çiçeğinin yapraklarını sildi,
balkondakilerin dibini aspirinli suyla ıslatırken onlara bir sır verir gibi rüyasını anlattı.

Duvar diplerine serili, rengi atmış gül desenli minderlere ilişen kadınlar sırayla Hayriye’ye yüz
sürdüler ve alı al, moru mor, allak bullak olmuş suratlarıyla kapının önündeki ayakkabılarını
çiftleyip çıktılar. Namzet hanım o gün, her zamankinden daha çok bekledi. Tam ona sıra
gelmişken, ince yüzü kederden sararmış bir kadın, iki gözü iki çeşme, sarı saçlarının dipten
gelen koyu rengini ancak kapatan eşarbıyla gözlerini kurulayarak Namzet hanımın ellerine
sarıldı, işi aceleydi, ta nerelerden gelmişti. Yalvarırcasına sordu, adeta bu ölüm kalım
meselesi için sırasını verebilir miydi? Nihayet Hayriye’nin ahşap kapısı gıcırdayarak
aralandığında Namzet kireç badanalı duvara sırtı dayalı bir saate yakın daha beklemişti. İki
kadın selamlaştılar, baş örtüsü omuzlarına kaymıştı kadının, gözleri parlıyor, kuş gibi
hafiflemiş, ferahlamış görünüyordu, darısı Namzet hanımın başınaydı.
Hayriye Namzet hanımı eliyle işaret ettiği, oturmaktan ortası çukurlaşmış solgun, ince bir yer
minderine buyur etti. Hayriye’nin çektiği uzun, fil dişi taneleri iri, sedef kakmalı tespihin
imamına gelinceye kadar sustular. Küçük bir kız elinde su dolu bakır bir leğeni büyük bir
ustalıkla yaşlı kadının önüne tek damlasını ziyan etmeden koydu ve çıplak ayaklarının ucuna
basarak beton zeminden sekerek uzaklaştı. Hayriye üzerine eğildiği kaptan gözünü
ayırmadan artan bir ritimle öne arkaya sallandıkça bir büyücünün belli belirsiz mırıldanışları
gibi Namzet hanıma saatler sürmüş gibi gelen birkaç dakika boyunca fısıltıyla okudu. Yıldızları
tutmuyordu çocukların, bu iş olmayacaktı, ikisi de ayrı yollara gideceklerdi. Namzet’in belli
belirsiz gevşeyen ağzına, dudaklarında biriken hazza canı sıkıldı Hayriye’nin, “kız çok
yükselecek,” dedi, içini soğuturcasına.
Dedesi, erkek torunlara el vermeyi istediyse de aralarında yalnızca Hayriye hayatta kalmış, oğlanlar ateşli hastalıktan arka arkaya telef olmuşlardı. Dede “takdir-i
ilahi,” dedi. Hayriye’yi çekti önüne, rahlenin karşısına oturttu. Kilimin keçi kılları çıplak
bileklerini daladıkça ellerini dizlerinden çekip korkusundan kıpırdayamadı küçük Hayriye.
Annesi, boynunun altından iki kere doladığı eski bir yazmayla başını örttü, boğulacak gibi
oldu ama sonra alıştı. Daha sabah ezanı okunurken çalınırdı kapıları, çevre köylerden, uzak
mahallelerden ve hatta başka şehirlerden bile gelirlerdi. Gözleri ağlamaktan kızarmış, dalgın
bakışlı, üzgün kadınlardı gelenler. Refakatçilerinin kollarında zorlukla yürüyen de vardı, her ay
mutlaka ziyaret eden müdavimler de. Küçük kız büyüyüp serpildikçe, dedesi ona su içine
üflemeyi, içten dışa doğru üçgen katlar arasına büyülü harfler yazmayı, aklı ve sezgileriyle içe
nasıl bakıldığını ve onları yorumlamayı öğretti. “İnsanların umut etmeye ihtiyaçları var,” derdi
dedesi, her gün tespih çeker gibi tekrarlar, “gördüğün her şeyi hemen söyleme, açık kapı
bırak, olabilecekleri sırala ve onlara seçme hakkı ver. Her şeyi gören ve her şeyi duyan sadece
tek ve bir olan Allah’tır. Sezgilerine güven, vaat etme, kimseyi kandırma ve ne olursa olsun
olan bitenin en hayırlısı olduğunu eklemeyi unutma!”
*
Kasabaya vardığında hava kararmak üzereydi, köye giden son minibüse yetişen kadın fazla mı
gülmüştü ne, eteklerini mi savurmuştu koşarken? Kahvenin tahta sandalyelerine dizili kasketli,
kara şalvarlı amcalar şişe dipli gözlüklerinin ardından gördüklerine dudak büktüler. Defalarca
gidecekmiş gibi yaptığı hamlelerden sonra şöför nihayet başka yolcunun gelmeyeceğine
kanaat getirip vitesi ikiye taktı ve sinyal vermeden köhne otogardan çıktı. Tespihli eliyle dikiz
aynasıyla oynadı, kadın yüzünü neon ışıkların yansıdığı gerisi karanlık cama dayadı, içerisi ter,
tütün ve ayak kokuyordu.

Mevsim yavaş yavaş dönmüş, avlu inceldiği yerden kopan kuru yapraklarla dolmuştu. Namzet
hanım bir daha gelmedi, oğlunun da ayağı yavaş yavaş kesildi köyden, uğramaz oldu
buralara. “Başını eğme,” dedi babası kızına. Kasketini çıkardı, terli alnını kareli mendiliyle
kuruladı, nasırlı ellerini ayrık otlarının üzerinde gezdirdi, yağmurdan sonra marullara dadanan
sümüklü böceklere kızdı. Çömeldiği yerden kalkarken baba kız tam göz göze geleceklerdi ki,
kızına, sadece ona, onunla ilgili bir şey soracaktı, belki sormayacak da
söyleyecekti “sen,” dedi. Gerisini getiremedi, seyyar kalaycı tahta perdeli kapıyı
zorla ittirirken tumturaklı bir küfür savurdu, sırtındaki ağır kazandan beli bükülmüş,
menteşelerinden biri kopmuş, nemden şişmiş avlu kapısına da geçirecekti ama kadını
görünce ağzında birikeni yuttu. Babası kalaycıya doğru yürürken ısırganların daladığı elini
arkasına doğru hışımla sallayarak duyulur duyulmaz bir sesle, “it atar aslan kapar,” dedi.

Kadın elektrikli kahve makinasının fişini çekti, raftan iki fincan çıkardı. Elindeki derginin içine
düşecekmiş gibi bakan bu adama belli belirsiz bir acıma duydu içinden. Saçları seyrelmiş,
şakaklarına kır düşmüş, gözlük camları biraz daha kalınlaşmıştı. Ona karşı hissettiği tuhaf
şeyin asıl nedeni bunların hiçbiri değildi, kadın da kilo almış, kaz ayakları oluşmuş, hatta
boynu bile kırışmıştı, saçları da eskisi gibi kumrala boyanmıyordu artık, öyle çok beyazı vardı
ki üç güne kalmıyor, ananesinin kınalı saçları gibi kızarıyordu tepesinde. Omuzlarından aşağı
kürek kemiklerinin ortasında hayali bir kamburu vardı sanki adamın; çıplak, kavisli bir tepe
gibi farkında olmadan taşıyordu onu.

Kahvelerini içerken birbirlerine nasıl olduklarını sordular, ikisi de iyiydi. Kampüsün ne kadar
çok değiştiği artık eskisi gibi olmadığı hakkında ikisi de hemfikirdi. Kadın bu konu üzerine
biraz daha konuştu. İdari bilimler kampüse taşınmıştı mesela, eczacılık açılmış,
Beyazevler’deki Kaktüs kapanmıştı, Dört Mevsim duruyordu hala. Çamlık? Diye sordu adam,
gelirken yol onu üstüne çıkarmış şaşırmıştı, kadın bisiklet yolu eklemek için Çamlık kafenin
kapandığını ama göl kenarına taşındıklarını söyledi müjdeler gibi. Sıra ailelere geldi, onlar da
iyiydi. Yeni haberlere karşılıklı şaşırdılar, yıllar nasıl da geçmişti. Tehlikeli sulara girmeden
biraz daha havadan sudan konuştular, kimleri görüyorlardı, arkadaşlar nasıldı. Nihayet kadın
saatine baktı, adam kalktı. Kapıya kadar geçirdi kadın adamı, “sana teşekkür borçluyum,”
dedi elini sıkarken. Adam anlamasa da belli belirsiz gülümsedi. Kadının ona ziyareti için
teşekkür ettiğini sandı. Okaliptusların gölgesinden kaçmış iki aceleci beyaz papatya ve beton
saksının dibine sığınmış mavi mine çiçekleri sanki yarın Nisan gibi yüzlerini kış güneşine
dönmüşlerdi. Kadına bir şeyler oldu, çimenlerin üstünde geniş bir alanda oturan öğrencileri
neşeyle selamladı. Ansızın hafiflemişti sanki, odasına dönmek için acele etmedi, ağırdan aldı
biraz. Çocuklar onlara doğru gelen hocalarını karşılamak üzere ayaklandılarsa da kalkmalarına
müsade etmedi.
Çaresizce peşinde koştuğu dünü, geçmişini yakalayamadı adam, eski günlere sığınarak
kendini kandırmıştı. Gençliğine beyhude dönüş yolculuğu aradığı, onu sarıp sarmalamasını
beklediği yitik dünyadan fersah fersah uzaktı. Arkasında turuncu benekli izler bırakan
portakal bahçelerini bir sınırı geçer gibi hızla geçti. Bugünden geçmişe doğru kurulan sahte
köprüleri ve yeşil parmaklıklar ardında yağmur sularının döküldüğü kanalları da. Cesareti
eridi, üniversite hastanesinin acil kapısı yola daha yakın ve bir mağara kadar karanlıktı artık,

gri ve küskün. Etrafı limon servilerle sarılı geçirgen bir duvarken şimdi tekmil her taraf betona
kesmiş. Şu cılız, sararmış otlar eskiden güneşli günlere benzeyen güler yüzlü, çimden bir
halıymış gibi uzanırken, gölün karşı kıyısından portakal çiçeklerinin ılık kokusu gelirdi.

Yelda Ugan S.

8 Mart 22, Beşiktaş,

Labirent, 1 Şubat 2022 tarihinde Kayıp Rıhtım adlı Forumda yayınlanmıştır.

Reklam