Yetişkinlerin Yalan Hayatı

Photo by Ferda Erdoğan

Yazan Elena Ferrante

Çeviren ErenYücesan Cendey

Everest Yayınları, 2020

“İnanılmaz kırılgan bir dönemimdeydim. Adet kanamalarım başlayalı bir yıl oluyordu, memelerim oldukça görünür bir hal almıştı ve bundan utanıyordum, pis kokmaktan çekiniyor, sürekli yıkanıyordum, gönülsüzce yatıyor, gönülsüzce kalkıyordum. Tek rahatlığım, o dönemdeki tek güvencem babamın bana mutlak biçimde hayranlık duymasıydı.” (syf. 12) 

Benim Olağan Üstü Akıllı Arkadaşım’la başlayan Napoli Romanları’nı bir solukta okumuş, Lenu ve Lila’nın ilişkisini haftalarca konuşmuştuk. Kırkların İtalya’sında doğan bu kızlara eşlik etmiş, neredeyse elli yıl süren arkadaşlıkları boyunca, fonda akıp giden, değişen dünyaya onların içine sızdığı kadarıyla tanık olmuştuk. 

Kitapları kadar kimliğini gizli tutan, “okumayı seven için yazar sadece addan ibarettir,” diyen Elena Ferrante’nin gizemi de bizi heyecanlandırıyordu, tevazusu karşısında şapka çıkarıyor, hakkında türlü türlü varsayımlarda bulunuyorduk. Hatta kadın mı erkek mi olduğunu bile bilmiyorduk. Ama biz kadın olduğuna emindik. Evet, kadındı. Neden mi? Bu biraz sorarsan söyleyemem ama sormazsan anlatabilirim gibi bir şeydi.

Yeni kitabında Ferrante, yine kendi deyimiyle “magmaya dokunmuş” ama bu sefer soğumasını bile beklemeden servis etmiş ve önümüze koymuş. Yetişkinlerin Yalan Hayatı, kitabın adı bu ve daha adıyla bile, yaşlı bilge cadı, bize Sufragette  filmindeki Meryl Streep  gibi kısacık bir an göründü ve meydan okuyan son bir bakış atarak gözden kayboldu. 

Son derece sert, çelik çekirdek bir konuyla bizi yüzleştiren kitap, ben anlatısıyla yazılmış. İyi eğitim almış anne ve babasıyla yukarı Napoli’de yaşayan 12 yaşındaki Givoanna bir gün kapalı kapılar ardından, babasının alçak bir ses tonuyla onu çirkin bulduğunu ve daha önce nadiren karşılaşdığı Vittoria halasına benzettiğini duyar. Canhıraş bir şekilde, kocasının akrabalarından nefret eden, ve görümcesinden çıplak bacağına tırmanan bir kertenkele misali iğrenen annesine kulak kabartır. Fakat onun yorumu da işe yaramaz, beklediği gibi değildir.  

Klasik diller ve Antik Çağ edebiyatı okuyan Elena Ferrante ehil ellerinden çıkardığı mitolojik karakterleri Güneş Tanrısı ve onu ifşa eden kız kardeşi Ay Tanrıçası’nı, sert, rasyonel ve dikte edici ağabey ile duygusal aşkınlık halindeki moddan moda giren, çileden çıkmış kız kardeş ilişkisine metaforize etmiş. Küçük kızın gözünden, gerçekte uyumluluk adına söylenmeyen, söylenemeyen, görmezden geldiğimiz ne varsa kurgulamış ve edebiyatın sorumluluğunu yerine getirmiş. 

Dersleri kötüye giden, bedenini ve dezavantaj olarak gördüğü genetik mirasını beğenmeyen, çirkin bulan, ergenlik sancılarıyla kıvranan Giovanni kavgaların, dövüşlerin, ağız dolusu küfürlerin eksik olmadığı tehlikelerle dolu Aşağı Napoli’ye halasını görmeye gider.

Orada kendi durumunu değiştirmek için duyduğu dürtüyle karanlık tarafa bakacaktır. Fakat bu bakış da tarafsız değildir. İçine doğduğu sınıf, eğitimi, anne-babasının ona verdiği özgüven, cesaret ve ifade özgürlüğüyle bakar yukarıdan aşağıya, tökezlese de vazgeçmez, sonuna kadar gider. Öte yandan hiçbir dini eğitim almamış hatta vaftiz dahi edilmemiş Giovanni, Yetişkinlerin Yalan Hayatı’nın ele aldığı kavramlardan pek çoğunu -babalık gibi mesela, teolojik kökeninden yakalar ve İncil’i okuyarak gideri tıkayan çer çöpün nereden çıktığını anlamaya çalışır. Bana kalırsa bu, okurun Ferrante’de ilk kez karşılaştığı bir yardım alma biçimi. “…Göklerde oturan Baba aynen Matteo’nun ve Luka’nın dizelerinde anlatılan ve karnı acıktığı için ekmek isteyen oğluna taşlar, yılanlar, akrepler veren baba gibiydi…Eğer konuyu kendi babamla tartışırsam ağzımdan şu sözün kaçma olasılığı vardı: Bu baba senden de beter.” (syf 207)   

Kan bağı üzerinden temellenen her şey, aileye her çatlaktan azar azar sızan bir şiddet biçimine dönüşür ve bu biçimden de en çok kadınlar etkilenir.

Eril gücün emri altına alınan kadınlar,

Sınırlarını yitirmiş kadınlar,

Güzelliği ayağına dolanmış, başına gelenlere edilgence katlanmış kadınlar,

Yaralı, öfkeli, üzgün, neşeli kadınlar,

Tutkulu, hayal kırıklığına uğramış kadınlar,

Bir türlü kurtulamadıkları geçmişin izini taşıyan kadınlar,

Kendilerini denetim altında tutamayan, savrulan kadınlar.

Ferrante, çıkış yolu olarak hala bir değer olarak gördüğü eğitimi gösterir ve iyi ki de öyle yapar. Böylece Giovanni, kendisini ve çevresini denetim altında tutan o kudretli kadınlardan biri olmaya adaydır artık. Halasının ona hediye ettiği, elden ele dolaşan bilezikten, kefaret arayışından kurtulur ve kendine bir söz verir: Hiç kimsenin olmadığı biçimde bir yetişkin olacaktır.

29/01/21, Adana

Yelda Ugan S.

Ferda Erdoğan, Alev Akbaba, Meltem Yılmaz, Serap Özkan..size:))

Reklam

Çöpçatan

İçine aldığı üst dudağını bir süre ağzında tuttuktan sonra bakışlarını adamdan uzaklaştıracak ve sahte bir öksürüğün yardımıyla istese de gülmesini durduramayacaktı. İyice sinirlenen adamın gözleri kocaman açılacak, “ne yani, bir tek ben mi gülecek bir şey bulamıyorum burada!” diyerek bir hışımla kalkacaktı masadan.

Kaygılı ve hayli sıkıntılı bir tavırla ağırlığını bir ayağından diğerine verdi. Elinde, az önce muhasebeden verdikleri fatura iyice kırışmış, yer yer terli parmaklarını maviye boyamıştı. Ne diye elinde tutmuştu ki. 

Özenle katlayıp koyu kahve rengi pantolonunun cebine koydu. Ellerini arkadan bağlayıp ileri geri küçük adımlarla yürümeye başlamıştı ki kehribar damarlı mermer koridorun sessizliğini karşısından gelen, lacivert formalı iki kadının ayak sesleri bozdu.  Ona mı öyle gelmişti yoksa gerçekten o iki kadın birbirlerine fısıltıyla bir şeyler söylemiş, göz ucuyla kıkırdayarak kendisine mi bakmışlardı? Alışkanlıkla saatine baktı. O sırada biri gelse ve “saat kaç” diye sorsa, dirseğini kırar ve fitilli kadifeden ekru ceketinin altında kalan kol saatine bir daha bakardı. Yürümekten vazgeçti, hevesi kaçmıştı. Kiremit rengi iki büyük toprak saksıda, nerdeyse boyuna kadar uzanan, gerçek olamayacak kadar parlak benjamin dallarını aralayarak pencereden aşağıya, bahçeye bakarken, keşke oğlanı getirmeseydim diye geçirdi içinden. Rezalet! Yapacak bir şey yok, “gelin alın,” demişlerdi okuldan, arabada, annesine gidiyorken. Huzurevinden arayıp “lütfen annenizi gelin alın” demelerinden yarım saat sonra. Müdür yardımcısı disiplin cezası verecekmiş, elli kere uyarmışmış… lacivert blazer ceketin içine beyaz tshirt veya beyaz gömlek giyilecekmiş. Burası ciddi bir okulmuş. 

Elinde olmadan, tamamen refleks bir hareketle dalından koparmadan yapraklardan birine tırnağını geçirdi. Oysa yemin edebilirdi plastik olduklarına. İki kere denemişti, belki yerini beğenmemiştir diye iki ağır saksıyı da evin her tarafına, alabildiğine zahmetli bir şekilde taşımış ama ikisini de yaşatamamış, iki Benjamin de kuruyup gitmişlerdi. Karısının mutfak penceresinin taraçasında tuttuğu o narin menekşeleri, kah kızgın güneşin altında, kah dondurucu soğukta inatla yaşamaya, yapraklarından yeniden hayat bulmaya devam ederler arsızca çiçek açarlardı. Karısı onlara teşekkür eder, kocasına da nispet yapar gibi göstererek, “üç gündür kulaklarına fısıldıyor, çok özledim diyordum. Bak gördün mü? Kırmadılar,” derdi mor çiçekleri göstererek.    

İlgiymiş, hıhh! Biraz da oğlanla ilgilense ya! Kulağına mı fısıldar artık, avazı çıktığı kadar bağırır mı ki bu konuda da üstüne yoktur. Ama yok! Ben devir alacağım bu işi, her sabah okula giderken kontrol edeceğim, bakalım serseri gibi çıkabiliyor mu evden. 

Adam annesinin çıkış belgesinin müdür tarafından imzalı bir kopyasını hemşireden aldı ve kadına, bankanın gönderdiği kişisel gelişim kurslarından ya da yeni adıyla atölyelerinden öğrendiği gibi yaka kartında yazan adıyla hitap ederek teşekkür etti. Bunun için boy fakiri kadına doğru biraz eğilmesi gerekti. Hemşire adamın nezaketi karşısında kibarca gülümsedi. Arkasını dönüp koridorda koşar adım ilerlerken aniden çıkan kahkahasına engel olmak için elini ağzına götürdü. 

Akşama adam, huzurevi müdürünün, “bu seferlik aramızda kalsın” diyerek, antetli kağıda göstermelik bir ciddiyetle hazırladığı raporu mutfaktaki yemek masasına fırlatacak ve Yemin ederim böyle oldu diyecekti karısına, “rezil olduk.” 

Kadın, büyük bir ciddiyetle kayın validesinin raporunu bir kaşını kaldırarak okuyacak: 

“Kurumumuzda misafir olarak kalan çok kıymetli annenizin bir süreliğine kurum dışında her nereye gitmek isterse giderek ivedilikle hava değişimine maruz kalması, konularında halihazırda uzman olan hekimlerimiz tarafından uygun görülmüştür. Zira özverili personelimiz dahil tüm misafirlerimize verdiği çöpçatanlık hizmetleri onu ziyadesiyle yormuş, bitkin düşürmüştür.” 

İçine aldığı üst dudağını bir süre ağzında tuttuktan sonra bakışlarını adamdan uzaklaştıracak ve sahte bir öksürüğün yardımıyla istese de gülmesini durduramayacaktı. İyice sinirlenen adamın gözleri kocaman açılacak, “ne yani, bir tek ben mi gülecek bir şey bulamıyorum burada!” diyerek bir hışımla kalkacaktı masadan.

Kıvrılarak inen merdivenlerden katlar eksildikçe ateş tuğlasıyla örülü bahçe duvarı büyüdü, büyüdü ve arkasındaki binalar görünmez oldular. Bahçeye açılan kapıya, nerdeyse kapının tamamını kapatacak kadar büyük bir ilan yapıştırmaya çalışan iki görevli kenara çekilerek adama yol verdiler. 

İlanda şöyle yazıyordu: Lütfen öz geçmişlerinizi buraya, danışmaya bırakmayınız. Zira kurumumuz izdivaç konusunda herhangi bir hizmet vermemektedir. Posta, kargo veya kuryeyle gelen cv’ler imha edilecek, telefonlarda hiçbir açıklama yapılmayacaktır. Söz konusu kişi kurumumuzdan ayrılarak, başında bulunduğu departman kapatılmış, hiçbir şekilde yerine yenisi gelmeyecektir.    

Adam yukarda, müdire hanımla sanki konuşmamış ve bütün bu olan bitenlerden annesi sorumlu değilmiş gibi okuduklarına hayret etti. Arkasını döndü ve bahçeye attığı ilk adımında annesinin, “aman dikkat et evladım,” demesine kalmadan bir su birikintisine giren sağ ayağı çorabına kadar ıslandı. “Bir bu eksikti,” diyerek  okkalı bir küfür savuracaktı ki annesiyle göz göze geldi, vazgeçti. Tuttu kendini. Annesi ve oğlunun yaptığı gibi duvara arkasını verdi, derin bir nefes aldı ve “hadi gidiyoruz” dedi ikisine de. Oğlan babanesine elini uzattı. Kadın bir eliyle oturduğu ahşap sandalyenin kolçağını diğeriyle de torununun elini tuttu ve birbirlerine belli belirsiz gülümsediler.

18/01/21, Bitez

Yelda Ugan S,

İki Sade Kahve

Şişli’de, Hanımefendi sokakta otururduk. Güzel havalarda Nişantaşı’na kadar yürürdüm bazen.  Çat kapı gidebileceğim en az üç kapım vardı oralarda. Osmanbey’den vururdum, ta Maçka’ya kadar. Bizimkinin akrabalarıydı ikisi, biri de Türkan. Türkan’la Büyük postanede aynı gün başlamıştık işe, o da stajyerdi ben de. Sonra kadroya alındık. Her ne kadar inkar etse de eniştesinin parmağı vardı bu kadro işinde. Öğle tatilinden dönüyorduk bir gün, meydanda ona rastladık, Yeni Cami‘nin önünde, “eniştem,” dedi Türkan. Avcumda kalan yemleri güvercinlere, parke taşlarının üzerine hızlıca serpip, aceleyle elimi eteğime silmiş, uzatmış, memnun olmuştum. Maliyede Milli Emlak müdürüydü halasının kocası, valilikten geliyormuş. Vedalaşırken lacivert, çizgili takım elbisesi ile son derece uyumlu gri fötr şapkasıyla selamladı bizi. O zaman memurlar şapka takarlardı.       

Ertesi hafta enişte, postaneyle Eminönü Çarşısı arasında küçük bir ciğercide öğlen yemeği ısmarladı bize. Halam tembihlemiştir diye eğilip fısıldadı kulağıma Türkan. 

“Madem öyle, bi ilgileniver bizim kızla,” demiştir.

Daha kapıdan girer girmez kelli felli babayiğit bir adam, cüssesinden beklenmedik bir çeviklikle karşıladı bizi. Ellerini koca göbeğini saran beyaz önlüğüne hızlıca sildi ve nerdeyse yerlere kadar eğilerek doğulu şivesiyle enişteye hürmetlerini sundu. Arkasından bir izzet, bir ikram, ömrümde görmedim öyle ilgi alaka. Enişte, post bıyıklarına kadar ağarmış ustanın yarı yaşında olmasına rağmen ona “abi” demesini tevazuyla karşıladı ve torunlara kadar tüm aile efradını tek tek sordu. Hepsi de çok şükür iyiydi ve sağlığına duacıydılar.  

Üzerinde yağları cızırdamaya devam eden şişler gelip, boşlar gittikçe sıra bize geldi. İkimiz de çalışmak istiyorduk, burada ya da başka bir yerde devam etmek, vatana millete hayırlı olmak, bizden sonra gelen nesillere örnek teşkil etmek v.s. adeta coştuk, neredeyse ayağa kalkıp onuncu yıl marşını filan okuyacaktık. O zamanlar böyle denirdi, kendi ayaklarımızın üzerinde durmak, ekonomik bağımsızlık filan bilmezdik. Yoktu öyle dünyayı dolaşmak, çocuk da yapmak, kariyer de, “ben” demek, kendin için bir şey istemek ayıp kaçardı.

Aradan bir hafta geçti geçmedi, enişteye postanenin girişinde, demir dövmeli, kanatlı kapının önünde rastladık. Yüksek tavanlı holden geçip doğruca müdürün odasına gitti. On dakika sonra yine bizim gibi stajyer, uzun boylu, aydınlık bakışlı incecik bir oğlan, alnında biriken terlerle Türkan’a, müdürün onu odasında beklediğini söyledi. Sanki aşkını ilan ediyordu da elini ayağını nereye koyacağını bilmiyordu şaşkın.  

On gün geçti geçmedi Ankara’dan bir yazı geldi. Türkan ve ben kadroya alınmıştık, stajyer çocuk da. 

Türkan evlenince işi bırakmadı, kocasıyla devam ettiler. Zira uzun oğlanın heyecanı boşa değilmiş, bizim kız başlarda mırın kırın etti, tipim değil filan dediyse de bir yıl sonra evlendiler. Hepimiz emekliyiz şimdi.  Benim eksik primleri bey dışardan yatırdı da ben öyle emekli oldum. Kimse duymasın, artık suçmuş böyle yapmak. 

Çok severim Nişantaşı’nı, bazen kimseye uğramaz, vitrinlere baka baka Topağacı’na kadar yürür, Lebon’da bir kahve içer öyle dönerim eve. Reasürans çarşısından, bir çanta aldımdı bir gün, satıcı ısrar edince aynının ayakkabılarını da. Dağ çileği renginde göz alıcı bir kırmızıydı. Kocam “evde misafirlerini karşılarken giyersin, madem heves etmiş almışsın,” dedi. Kırmazdı beni, incitmezdi ama çok rafine bir zevki, sarsılmaz prensipleri vardı. Oğlan da ona çekmiş, neyse ki torun bana. 

Rahmetli öğle yemeğini evde yerdi. Son zamanlarında giriş katındaki muayenehanesinden bir kat çıkıp da eve gelinceye kadar nefes nefese kalınca asansör kullanmaya başladı. O zaman anlamalıydım çok vakti kalmadığını ama insan konduramıyor işte. Mahallede eskiler doktor bey derlerdi ona. Elli yıllık esnaf yerini birer birer “kavun verim mi dayıma” diyenlere bıraktıkça, ağırına gider, sinirlenirdi onlara. “Ne münasebet canım, nerden dayısı oluyormuşum” der, söylenirdi. Ben de Nadide hanımdım, ablaları oldum. Artık teyzeleriyim. 

Kimseye kırılmam, kolay kolay da kırmam. Ondan mıdır nedir geniştir etrafım. Yeşil zeytinin kırmasını, siyahın selesini, habersiz gelen misafiri severim. Bir kazan dolusu aşure yapıp konu komşuya dağıtmayı da. Ahbaplık olsun bana yeter ki. İpek halı, ince porselen olmasa da olur. Kahvenin yanında likörlü çikolatayı, bir de denize inen günü severim, havuçlu pilavı sevdiğim kadar.      

Balıkçı kızına bırakmış tezgahı, hemen tanıdı beni, birazdan yenisi gelecek, onlar daha taze olur temizler eve gönderirim sen merak etme teyzem,” dedi. 

Aklında olsun, oralardaki tek kadın balıkçı. Tanırsın hemen, bilirsin kimi dediğimi.

“Bilirim,” dedim. Başka ne söyleyeceğimi bilemedim. Hevesle devam etti. 

“Sebzeyi de Lalezar var ya orada, baklavacı, onun tam karşısındaki manavdan al. Küçüktür ama bostanından gelir her şey, tazecik olur.”

Şövalesindeki resme bakarak, “bu kürkü rahmetli, Paris seyahatimizdeyken almıştı,” dedi. Ateş tuğlası bir duvarın önünde, ahşap sandalyesinde oturan kadının yeşil kürkü etek boyundaydı.

 “Israr etti de öyle aldım. Yoksa utanırım, tuhaf gelir bu kürkle annemlere gitmek, görgüsüz gibi. Ben böyle deyince, “sen de o zaman sadece benim yanımda giyersin,” dedi ve eğilip boynumdan öptü. Traş losyonunun kokusu tüm vücuduma yayılan ılık bir nefes gibi girdi içeri. Elimde olsa onu orda tutar, bitmesin diye her gün azar azar içime çekerdim.”

Yaşlı kadın önündeki yarı tamamlanmış resme bakıyor, iki yanına belli belirsiz figürler çiziyordu. İyi bir usta elinde kesilmiş gri saçları resimdeki gibi kulak hizasındaydı. İlerleyen yaşına rağmen hala sevilmiş, seven bir kadının kırılgan zarafeti vardı üstünde.    

Karikatüre merak sardım. Karga burunlar, kepçe kulaklar, koca memeli kadınlar, sarkık gıdılı erkekler çizecektim. Çizgili pantolonlu kızın bir ayağı yerde diğeri yıldızlarda olacaktı. Ama işte buradayım, beyaz saçlı teyzelerin arasında.  Tutturdu, “halk eğitim var işte aşağıda, ona git,” diye. Basit ve geçici bir hevesti nasıl olsa benimkisi, önemsiz bir tutku. Post yapısalcı seminerlerden belediyenin dikiş kursuna gidiyordum. Bu nasıl bir iç dünyaydı. Bende kursa gitmekti asıl olan. Seramik, heykel veya psikodinamik film okumaları. Sonra kendi kendimi geliştirirdim evde, ne istiyorsam alırdı. Halbuki, kocamın gözünde isteklerimin, çiseleyen yağmur kadar bile etkisi yoktu. 

“Hayır, hayır! İki olsun” dedim, kantinde para üstü veren oğlana. Olsun ikisi de sade olsun. Tereddüt ettiğimi görünce yılışarak sırıttı zıpır, ne anladıysa artık, sersem. Resmi neredeyse bitirmişti döndüğümde “bak!” Dedi, kahvesini alırken, o da sade içermiş. Bu soldaki oğlum, aynı rahmetlinin gençliği, bu sağdaki hayta da benim torun.”

02/01/21, Bodrum

Yelda Ugan S.