“Günaydın, nasılsınız bu sabah?” diye sordu hemşire canlı, cıvıl cıvıl bir sesle. Yaşlı kadın bir çocuk gibi dudağını büzerek “kötü” demek isterdi ama o güngörmüş, eski bir İstanbul’luydu.

Ferhunde Hanım uyuyamıyordu. Çünkü endişeliydi. Şubat sonunda evini kapattığı günden beri her gece gözünü kırpmadan tavana bakıyor, saatlerce kaderin ona biçtiği bu acıklı sonu bir türlü içine sindiremiyordu. Seksen üç yaşındaydı ve geçen ay bayramdan bayrama çıkardığı kristal şekerliği raftan alırken tabureyi tutturamamış, düşüp kalçasını kırmıştı. Bu kazada baş dönmelerinin müsebbibi olarak doktorun yasakladığı ama Ferhunde hanımın bir türlü vazgeçemediği topuklu terliklerin payı da yok değildi. Tabureye çıkarken bir an terliklerini çıkarmayı akıl etse de büyük oğlan ta Amerikalardan görüntülü aramış, telefonu kapattıktan sonra da aklından uçup gitmişti. Tabiri caizse, sevinçten nereye bastığını bilmiyordu. İki oğlan da bayram tatilinde yanında olacaklardı.
Aradan haftalar geçti ve hastaneden çıktıktan sonra Ferhunde hanımın hayatında bir sürü değişiklik oldu. İki oğlu da artık onun için, 7/24 sağlık hizmeti alabileceği bu huzurevini uygun görmüş, küçük bir odadan ibaret olan yeni hayatında yine onu yalnız bırakıp uzaklara gitmişlerdi. Bir kere artık eski hayatına, kedisi Müren’e ve musiki cemiyetine dönemeyeceği gerçeğini kabulleniyordu. Bunun değişebileceğini umut etmeyi bırakmıştı. Altı hafta önce, evinin anahtarını siyah rugan çantasının çıtçıtlı bölmesine koyduğu günden beri hayatının yeni bir döneme girmekte olduğunu kabullenmekte epey zorlandı. Bazı geceler, dolabın en dip köşesine sakladığı ayakkabı kutusuna uzanıyor, yanına aldığı seksen küsur çiftten ikisini, ki seçerken çok zorlandı, ponponlu ve gül kurusu olanı, nadide bir parçayı gün yüzüne çıkarır gibi kutudan çıkarıyor, onları incitmekten korkar gibi ayaklarına geçiriyor, Münir Nurettin Selçuk’dan şarkılar mırıldanarak, odasında birkaç adım attıktan sonra özenle yerlerine yerleştiriyordu.
Hemşire odasına girdiğinde Ferhunde Hanım hala yataktaydı. Elindeki tansiyon aletini turkuaz rengi önlüğünün cebine koyar koymaz hemşire perdeyi sonuna kadar çekti ve pencereyi açtı. Hemşirenin kalıp gibi ütülenmiş formasından insanın içini ferahlatan, şu parfümlü deterjan kokusundan geliyordu. Ferhunde hanım prensip sahibi bir kadındı, mesafeye önem verir, hizmet aldığı insanlarla samimi olmazdı. Asla bugün değildi ama birkaç hafta sonra deterjanın markasını soracak, onu cömertçe övecekti.
“Günaydın, nasılsınız bu sabah?” diye sordu hemşire canlı, cıvıl cıvıl bir sesle. Yaşlı kadın bir çocuk gibi dudağını büzerek “kötü” demek isterdi ama o güngörmüş, eski bir İstanbul’luydu. Soruya cevap vermeden, keyifsiz bir, “günaydın” demekle yetindi. Oda çam ağaçlarının keskin kokusunu da beraberinde getiren nemli ve serin bir havayla doldu. Evvelsi gece şiddetli bir yağmur yağmış, her şimşek çaktığında gökyüzü neredeyse ortadan ikiye ayrılacakmış gibi çatırdamıştı.
“On bire sekiz, gayet iyisiniz,” dedi hemşire, pembe dudaklarını sonuna kadar yayarak. Ferhunde hanım bundan böyle herkes gibi yemeklerini aşağıda, yemek salonunda yiyebilecek ve isterse kahvesini bahçede içebilecekti. Hava çok güzeldi. Yaşlı kadın, otuzlarında, uzun boylu, sarı saçlarını ensesinde toplamış, vücuduna göre kalçaları biraz geniş olan bu hemşirenin nasıl da bu kadar neşeli olduğuna ikna olamadı bir türlü. Böyle yerler için bu biraz fazlaydı. Dur bakalım dedi içinden. Açık pencereden, fıstık çamlarının arasından belli belirsiz bir ses duyuldu, bir müzik sesi çalındı kulağına Ferhunde hanımın, onun hiç bilmediği, daha doğrusu pek kulak asmadığı türden bir sesti bu.
Ona göre fazla yanık, fazla oynaktı. İnsanı utandıracak kadar da kıpır kıpırdı üstelik. Merdivenleri silen kadının yüksek sesle mırıldandığı şarkılardan, yönetici uyarmış, “böyle açık saçık…” diyememişti de işaret parmağını dudaklarına götürmüş, “hasta var” demişti. Ayıp, konuşulmaması gereken bir şey gibi hiç oralı olmadı Ferhunde Hanım. Ses odanın içinde dolaştıktan sonra usulca çekilip gitti.
O sabah ve ondan sonraki her sabah Ferhunde Hanım bahçeye çıktı. Yumuşak, ortopedik ayakkabılarına göz ucuyla bile bakmadan bahçenin bittiği yere, limon çiçeklerinin açtığı taş duvara kadar yürüdü. Nisan güneşinin tadını çıkardı. Keskin kokulu sardunyalar, mavi ortancalar, akşamları bir başka kokan yaseminler içini ferahlattı. Güneşin toprakla buluştuğu her adımı dolaşan türkülerin sesini aşina bir merakla arıyor, ağlamanın eşiğine gelmeden geçmiş güzel günlerini düşünebildiğini fark edebiliyordu.
Sesin gittikçe yaklaştığı sırada, birkaç gün önce yanındaki odaya yerleşen Ayşe hanımla beraber gül fidanlarının sardığı banka oturdular. Ferhunde hanımın parçaları birleştirip sonradan anladığı kadarıyla Ayşe Hanım kendi isteğiyle buradaydı. Tası tarağı toplayıp, kimselere haber vermeden gelmişti İstanbul’a. Rahmetli kocası söz vermiş ama kısmet olmamıştı bir türlü, “seni gezdireceğim,” dermiş, “Eyüp Sultan’ı, Süleymaniye’yi, Üsküdar’ı.” Ayşe Hanım, baş örtüsünü çenesinin altında sıkıca bağlar, kocasına inanırmış.
Bahçıvan fıskiye havuzunu temizledikten, kuru yaprakları mermer zeminin bir köşesine topladıktan sonra, kamelyadan sarkan petunyalara, plastik şişeden iki fıs, belki de üç, vitaminli su verdi. Ayşe Hanım kıpırdandı, beyaz ferforje masaya telvesine kadar içtiği kahve fincanını bıraktı ve bahçıvanın kemer tokasına, ince bir kancayla tutturduğu küçük, kırmızı radyosundan gelen türküye eşlik etti.
“O Süsem O Sümbül O Gül O Bağındır
O İnci O Mercan Beyaz Gerdanındır
Oynamak Sıçramak Eylenmek Çağındır.”
“Memleket türküleri,” dedi, “heyecanlandım.” Gözkapaklarının ardında biriken yaşlar gözlerine battı. Eşarbının ucunu gözlüklerinin altından, kirpiklerinde gezdirdi.
Ferhunde Hanımın hemşireye, “ne yapsam benim çamaşırlarım böyle kokmaz,” dediği gün Haziran’ın başıydı. Kapı komşusu Ayşe Hanım’la beraber ara öğünlerine sevgili hemşirelerini de davet etmişler, buz gibi karpuzu, can eriklerini, yeni dünyaları büyük bir iştahla yemiş, önlerinde ne var ne yok silip süpürmüşlerdi. Ferhunde Hanım daha fazla uzatmadan, lafı ağırbaşlı bahçıvana getirdi.
Yelda Ugan S.
13/05/2021, Bitez