Selanik, Kafe Dore ve Peraia

Thessaloniki Mou

Selanik, nereye gidersem gideyim, daima kalbimdesin.

Asla sensiz olmayacağım
Sen benim evimsin, söylüyorum ve senin için övünüyorum!

Selanik, ah! Ne kadar ileri gidersem,
Tatlı ismini her zaman hafızamda tutarım.
Ah! Sana nasıl yaklaşmak isterim,
Deniz kenarındaki Beyaz Kule’nin önünde ölmek.

Selanik, sen duygu dolu bir şehirsin.
Bohem akşamların, sokaktaki şarkıların çok güzel.

Vassilis Tsitsanis

662d9b46-6e03-44d6-996b-5e7554672e2e
Denizi, kim tüketebilir ki denizi..? Seferis

 

21/11/2019

Dün Yedi Kule’den akşamüstü döndük. Hava serin ve bulutluydu ama canım hiç eve gitmek istemedi. Kordon’da kısa bir yürüyüş yaptım, şaha kalkmış atının üzerinde kılıcını çekmiş, bana Doğu’yu, henüz adını bile duymadığım Peraia‘yı gösteren Büyük İskender heykeline sırtımı dönüp caddeye çıktım. Günlerdir Serhat Öztürk‘ün Selanik adlı kitabından okuduğum Dore Kafe var aklımda. Kafenin tarifi Beyaz Kule karşısı olunca onu bulmak zor olmadı. Gruplar halinde uçan siyah kuşlar Kordondan benimle beraber geldiler, dışarda tavandan yere kadar inen camdan duvarın dibindeki masaya oturuncaya kadar da bana bir teşrifatçı gibi eşlik ettiler. Bulutların arasından sızan akşam üstü güneşi cama vuruyor, içeriyi göremiyordum, bira saati gelmişti ama ezberimi unutmuş bir öğrenci gibi kahve söyledim. Kahveden önce estetiği kalın, süssüz düz hatlarında gizli olan cam bir şişede su geldi, sanki iki kere filtreden geçirilmiş, gece serin bir yerde bekletilmiş gibi çok güzel bir su, kahve ve yanında minik kömbe geldiğinde bütün bir şişeyi bir kaç kerede kana kana içmiştim.

img_2205
Cafe Dore

Dışarının miadı dolmuştu artık, hava iyice serinledi, içeri girdim. Üstü beyaz mermer masama,  kahverengi ahşap barla aynı renk sandalyeme oturdum. Karşımda kafenin cam duvarlarının ardından rahatlıkla görünen Beyaz Kule, fonda My first, my last, my everything‘i söyleyen Barry White.

Sarı, bordo, gri ve beyaz yer döşemesi çinilerin dördü bir araya geldiğinde taç yapraklı bir çiçek deseni oluşturuyorlar. Ortada Antik Yunan‘dan kalma tapınakları hatırlatan iki mermer sütun çinilerin üstünde beş metrelik tavanı tutuyor.

Genç garsona “Rembetiko dinlemek istiyoruz” dedim, bildiği bir yer var mıydı, şöyle ticari olmayan, turistlerin bilmediği, Selanik’li müdavimlerin gittiği, yani bir gecelik bizi de klübe alabilirler miydi hı?! Yüzünü buruşturdu, sanki bir rockçıya “nerede fasıl dinleyebilirim?” diye sormuşum gibi baktı. “Sorarım” dedi. Döndüğünde konuya ilgisi hala mesafeli ve isteksizdi, anlaşılmaz bir kaç şey söyledi fakat bir yere varamadık. Ama en azından önerdiği Yunan birası Septem Pilsener konusunda anlaşmıştık. Garson çocuk bir iyilik daha yapsa, bilmeden sihirli şişeyi getirmiş olsa bana, hafif aromalı biradan bir yudum alsam ve  kafe Dore’nin açıldığı 1917 yılına gitsem mesela?!

e7e893e1-1cbd-4951-b2e8-9847079a8711
Pereira

Dore‘yi bizimkiler de görsün istedim, onlarla da akşam yemeğine geldik. Garsonlar değişmiş, içerinin loş aydınlığı kafeyi akşama taşımıştı. Büyük kalamar süpya suyuyla pişirilmiş karidesli siyah pirinç dışında ızgara ahtapotla ve Greek salatasıyla Selanik akşamlarımızın şaşmaz listesine benzer bir menü aldık. Karadağ’da büyümüş, Boşnak garsonumuz Plomari uzuya burun kıvırdı, Drama uzo daha iyiydi.

Emir garsonun hafif aksanlı Türkçesi sayesinde yemek boyunca onunla sohbet ettik, ona sorular sorduk. Bize rehberlik yaptı, etrafı tanıttı, arabayla gidebileceğimiz yakın yerleri uzun uzun anlattı. Örneğin Afitos Köyü çok güzel der demez telefonunu açıyor; gözlerinin içi gülen bir kadınla orda çektiği fotoğrafları gösteriyordu. Karısıymış, çocuklarının güzel annesiymiş ve Arnavutmuş.

Bugün burda Selanik’e 20 km uzaklıktaki Peraia‘da geçirdiğimiz güzel günü de ona Karadağ’lı mutlu garsonumuza borçluyuz.

Sabah erkenden yola çıktık. Kırlar mahallesinden geçtik, tabelalar Halkidiki’yi gösteriyor. Makedonya havaalanından sonra sağımızda kalan Ege denizini takip ederek 20 km daha gidiyoruz. Selanik’in büyük alışveriş merkezleri, outletleri, ultra süpermarketleri de bu yol üstünde. Bizim ülkemizde uygulanmayan ya da kabul edilmeyen, 90’lı yılların sonunda Avrupa ülkeleri tarafından uygulanan bir yasa bu; büyük avm’lerin haksız rekabeti engellemek amacıyla ancak şehir dışında açılabilmeleri. Metrekare ve mesafe kriterleri de bu yasaya dahil.

img_2238
Parlak Peraia

Yol sola Halkidiki tarafına tırmanmaya başlamadan deniz kenarındaki ıtır ağaçlarının altında durduk. Hava serin, kağıt peçeteye bile gücü yetmeyen hafif bir rüzgar var. Fışır fışır denizin sesiyle yürüyoruz,  uzaktan körfezin ucundaki Selanik görünüyor. Deniz ve gökyüzü aynı renk, bulutlar öbek öbek toplanmış, renklerin belli belirsiz griden beyaza döndüğü yere bakıp umutlanıyoruz. Güneş birazdan açacak.

Denizle en fazla üç katlı, beyaz badanalı yazlık evlerin arasında yürüyor, keşif yapıyoruz önce. Kaldırımda hala ankesörlü telefonlar var. Kafeler, restoranlar tek tük müşterilerini ağırlıyor, havada mis gibi deniz ve kahve kokusu. Yaz sezonu bitmiş, kedi sezonu başlamış sanki etrafta insandan çok türlü çeşit kedi var, konuşan kediler.

Kahvemi içerken kıpırdanıp duruyorum, masayı topluyorum, Zeynep‘in dünden kalan hamburgeriyle kedileri besliyorum, telefonu şarja koyuyorum, olmuyor. Daveti daha fazla erteleyemezdim, ayakkabılarımı çıkardım, kot pantolonumu dizime kadar çektim ve denizin incecik kumlarla buluştuğu kıyıda uzun bir yürüyüşe çıktım. Tek başıma.

img_2254
Alex’in Siesta saati

SeaEsta Cafenin başına buyruk sahibesi Elena, duble kahvemi  ayakkabılarımı giyerken getirdi. Kalın seramik fincandaki ılık kahveyi içerken birazdan tanışacağım Alex’i izlemeye başladım. Alex yaşından beklenmedik bir çeviklilkle sahil tarafındaki masalara servis yapıyor, içinde ne olduğunu göremediğim tabaklar taşıyordu. Balıkçı kulübesini andıran küçük ahşap dükkanına girip çıkarken belli belirsiz başını eğiyor, hiç bir yorgunluk emaresi göstermiyordu. En iyi balık komşuda Alex’in yerindeydi madem biz de bir kaç adım sonra masalardan birine oturduk. Alex bize mutfakta kaynayan tencerelerin, kızgın yağı tutan tavaların arasında dolapdan çıkardığı balıkları gösterdi ve bacak boyundan daha kısa olan tezgahında sebze doğramaya devam etti iki büklüm. Kendi hazırladığı, ortasından kalın bir iple iki yol dikiş atılı defterden menüye bakarken beresinin üzerinden yakın gözlüğünü taktı ve içecek siparişlerimizi de aldı. Üç masa arasında sırayla koştururken ızgara koristo, Kasım balığı Sardines, Pout Fried, Sprat ve Kautsomoura ile çok güzel bir masa hazırladı bize. 1958′den beri varmış burası, sadece ona çalışan balıkçısı her gün öğleden sonra denizden taze balıklarla dönermiş. Retsina şarabı önerdi bize, asma dalının reçinesinden yapılır, üzümün de özü katılırmış bu şaraba. Alex İngilizcem iyi değil diye çok mahçup, defalarca özür diliyor. Aslında hiç gerek yok, anlaşıyoruz işte. Hem yan masada uzolarını yudumlayan Pereira’lı iki kadın da yardıma hazır.

img_2251
SeaEsta Cafe

 

Akşam üstü yanan odunun isli kokusu var havada, tatlıyı o kadar çok seviyorlar ki kesinlikle her yerde ikram ediyorlar. Burda da Alex’in yoğurtlu, meyveli tatlısını yedikten sonra dışarı çıktık, deniz kenarında oturduk biraz. Retsina şampanya renginde, reçine kokusu hafif belli belirsiz bir acılık katmış, içimi rahat ve hafif. Adı da çok güzel; retsina!

Dönüşte How deep is your love çalıyor radyoda,

 

 

Yelda Ugan

31/12/2019, İstanbul

Yılın son yazısı…e o zaman 2020 de gezmeli, tozmalı, yazmalı, okumalı ve muhabbetli  olsun!!

 

 

 

Reklam

Yukarı Selanik Ano Poli

” Bir zamanlar diyordum ki: bu Türk’tür, bu Bulgar’dır ve bu Yunan’dır. Ben, vatan için öyle şeyler yaptım ki patron, tüylerin ürperir; adam kestim, çaldım, köyler yaktım, kadınların ırzına geçtıim, evler yağma ettim. Neden? Çünkü bunlar Bulgar’mış ya da bilmem neymiş. Şimdi sık sık şöyle diyorum: hay kahrolasıca pis herif, hay yok olası aptal! Yani akıllandım, artık insanlara bakıp şöyle demekteyim: bu iyi adamdır, şu kötü. İster Bulgar olsun, ister Rum, isterse Türk! Hepsi bir benim için. Şimdi, iyi mi, kötü mü, yalnız ona bakıyorum. Ve ekmek çarpsın ki, ihtiyarladıkça da, buna bile bakmamaya başladım. Ulan, ister iyi, ister kötü olsun be! Hepsine acıyorum işte. Boş versem bile, bir insan gördüm mü içim cız ediyor. Nah diyorum, bu fakir de yiyor, içiyor, seviyor, korkuyor, onun da tanrısı ve karşı tanrısı var, o da kıkırdayacak ve dümdüz toprağa uzanacak, onu da kurtlar yiyecek. Hey zavallı hey! Hepimiz kardeşiz be. Hepimiz kurtların yiyeceği etiz.”

Zorba, Nikos Kazancakis

 

img_2161
Sık sık arkamıza Selanik Körfezi’ne bakarak Yedi Kule’ye tırmandık.

20/11/2019

Bütün gece yağmur yağdı. Hava hala bulutlu ama ılık. Harita Beyaz Kule’den Yedi Kule’ye yürüyerek yaklaşık üç kilometrelik bir mesafe veriyor. Yokuş yukarı çıkması da cabası. En iyisi Ano Poli’ye, Yukarı Selanik’e yavaş yavaş çıkmak, bir kaç yere uğramak, rast gele molalar vermek. Etrafı çevrilmiş kalıntıların hizaladığı ara sokaklardan Egnatia caddesine çıktık ve Galerius Takı‘yla karşılaştık. Roma İmparatoru Galerius’un Perslerle yaptığı savaşta kazandığı zaferin onuruna M.S. 306 yılında yapılmış. Malum, Romalılar taban ve duvar mozaiklerinde olduğu gibi rölyeflerle de hikaye anlatmayı severler. Burda da imparatorun katıldığı çeşitli ayinler, törenler, coşkulu kalabalıklar arasında şehre girişi ve Pers savaşından tasvirlere yer verilmiş. Fakat anlattıkları hikayelere rölyeflerin ilgisi azalmış, kararmış mermer kabartmaların içi oyulmuş. Artık ya buluşma yeri ya da kuşların geçici olarak soluklandıkları bir ara mekana dönüşmüş.

img_2091
Galerius Takı

Bu taraflarda gezerken hemen dikkat çekiyor, dramatik bir şekilde tek tip ağaçların hizaladığı sokakların sonunda, uzun ince balkonlu apartmanların arasında. Şişenin dibindeki cam bir bilye gibi, hem her yerden hem her seferinde farklı görünüyordu Rotonda. Yaklaşık otuz metre yükseklikte, yirmi dört metre çapında tuğladan yapılmış, alçak kubbeyle örtülmüş, uzaktan devasa bir su deposunu andıran enteresan bir yapı. Başlangıçta neden yapıldığı da hala tam olarak bilinmiyor.  13. yy’a kadar Katedral olarak Selanik’e, Selanikliler’e hizmet etmiş. Öyleyse gördüğüm en sevimli, en mütevazi Katedral. Bulutlara uzanmış bir başı, kibirli bakışları yok, sır da saklamıyor, herkesin giremeyeceği gizemli, yarı karanlık salonlara çıkan koridorları da yok, her şey olduğu gibi, rahat, samimi ve aydınlık. Osmanlı’dan sonra yanına bir minare eklenerek camiye çevrilmiş. İkisi, yani minare ve Rotonda hala tombul bir mürekkep okkası ve ince bir divit kadar uyum içinde yaşayıp gidiyorlar.

02baf148-2048-49cf-8ecd-2fbed270ac7e
Rotonda

O gün Rotonda’nın içinde bir sergi vardı; The Splendour of Mosaics, Mozaiklerin ihtişamı. İtalya’nın tarihi şehri Ravenna‘dan ve Selanik’den orijinal ya da kopya edilmiş mozaik örnekleri. Sanırım Katolik İtalya ile Ortadoks Yunanistan arasında Bizans İmparatoru Justinianus zamanına dayanan bir ilişkinin anısına yapılmış bu sergi. Belki de Ravenna’nın 6. yüzyıldan itibaren uzun yıllar Bizans İmparatorluğunun batıdaki başkenti olmasının da bu ilişkide hatırı sayılır bir payı vardır. Duvarlardaki şahane mozaikler, altın ve gümüş taban üzerine serpiştirilmiş meyve sepetleri, kuşlar ve vazodaki çiçekler yeşil, açık mavi ve kırmızının açık tonlarıyla bezenmiş. Sergideki eserlerle duvardaki mozaikler arasındaki renk farkı bir bakışta anlaşılıyor, kopyalar biraz önce yapılmış gibi daha canlı ve parlak. Orijinaller mağrur ve durgun, soft renklerle arzı endam ediyorlar.

Agia Sofia meydanında Tepkevans kafede küçük bir mola verdik. İsmini biraz uydurduğum bu pastanemsi mekan1948 yılında kurulmuş, duvardaki tabelada öyle yazıyor. Hasbelkader İngilizce bir açıklama yoksa kalıveriyorsunuz burda, şu heykel kime ait, bu mekanın adı ne, bazen sokak ve cadde isimlerini bile okumak imkansız. Broşürler, haritalar, restoranlardan aldığım peçeteler ve ıslak mendillere kadar her şeyi topladım, atmadım hiç birini ama yine de hep bir şeyler eksik kalıyor. Kilisenin tam karşısında, gümüş rengi metalik bir malzemeden yapılmış çok hoş bir heykel var mesela.

img_2127
Agia Sofia Meydanı

Ortadakinin elinde tuttuğu kocaman bir gazeteyi diğer ikisi de onun omuzlarının üzerinden bakarak okumaya çalışan üç kişi. Gazeteyi tutan ve onun solunda bir adım geride duran erkekler uzun boylu ve kaslı. Hani parklarda olur ya, bankta gazete okuyan bir  adamın gazetesine yanında oturan yabancı da göz ucuyla bakar, ama bunlar ayaktalar. Sağdaki, ortadaki adama iyice sokulmuş, hatta nerdeyse burnu omuzuna değecek kadar yakın olan, elbise giymiş bir kadın. Gel gör ki seyretmekten başka yapacak bir şey yok, ne heykelin adını ne de yapanın adını okuyamıyorum.

img_1956
Yukarı Selanik’ten mişli geçmiş hikayelerle dolu bir sokak

Belki bu da Selanik‘in bize bir şakası. “Bak, sadece bak bana, hisset, seyret beni, bırak neyi kim yapmış. Kordonda at üstündeki Yunan Tanrılarına benzeyen o heykelin Büyük İskender olduğunu bilmeyiver, etrafında kay kay binen çocuklara bak, onlar da heykeldeki adama benziyorlar, geniş omuzlarına, altın oranlı, kemikli suratlarına, tanrılara, tanrıçalara  model olan kusursuz burunlarına bak. Benim bütün sokaklarım birbirlerine ordan da denizlere çıkar. Ben seni sorgusuz sualsiz içime aldım, sen de bi rahat ol, bana bırak. Orta Makedonya‘yım ben, etrafına bak, her şeyi not alamaz, her şeyin fotoğrafını çekemezsin. Sana anlamadığın halde kilisede dua kitabını sonuna kadar okuyan, Pareira‘da balkondan sana bir şeyler anlatan kadınlara bak. İlk gün adres sorduğun adamla her gün tekrar tekrar karşılaştığın ve en sonunda ona gülümsediğin için şaşır, Türkçe bilen Karadağ‘lı garsonu dinlerken not alma gözlerinin içine bak. Sabahları ekmek ve kruvasan aldığın fırına günaydın diyerek gir, onlar anlar. Bak ben yaşıyorum, yaşayanlara bak!”

img_2164
Yedikule’de bir Çarşamba günü

İlahi Selanik!…Akropoleos caddesini takip ederek ufak ufak yürümeye başladık. Agia Sofia meydanından Yukarı Selanik‘e çıktıkça politik ruhuna uygun olarak grafitiler sertleşiyor, aşağıdakiler gibi soft, hatta aksesuar olarak ısmarlama, görsel bir estetik kaygı taşımıyorlardı artık. En çok da Türkiye’den gelen Beşiktaş’lı Rumlar‘ın 1926 yılında kurduğu futbol takımının, siyah-beyaz PAOK‘ın adına rastlıyorduk taş duvarlarda. “No Islamic” ya da “Refugees Welcome Patriots fuck of” gibi isyankar, renkli puntolarla şekillenmiş, İngilizce grafitilere de.

Sur dibinden kaleye doğru tırmandıkça kimisi arnavut kaldırımlı kimisi çıkmaz sokaklar daralıyor. Retro apartmanların yerini Balkan, Anadolu, Rumeli mimarisinden benzer örnekler alıyor. Cumbalı, renkli, güler yüzlü ama yalnız evler. Boş sokaklarda bir kedi karşıdan karşıya geçiyor ya da yaşlı bir amca elindeki alışveriş çantasını yokuş yukarı çıkarırken zorlanıyor. Kuleye yaklaştıkça, küçük küçük kahvelerin, restoranların bulunduğu, Beyaz Kule’nin arkasından başlayan Venizelou caddesiyle Akropoles caddeleri birleşiyor. Etraf biraz hareketlense de işsiz mekan sahiplerinin birbiri aralarında yaptıkları muhabbet  bir de üç beş turist, hepsi bu. Çünkü bugün Çarşamba, Pazartesi ve Çarşamba günleri kale ziyarete kapalıymış. Çok şaşırdık. Müzeler, kaleler, ören yerleri gibi mekanlar sadece Pazartesi günleri kapalı olmaz mıydı?

img_2339
İmzalı bir grafiti

Bundan beş yüz yıl önce Osmanlı Selanik’i aldığında, Konya’dan getirdiği göçmenleri buraya, Yukarı Selanik’e yerleştirmiş. Mübadele sonrasında da tersine bir hareket yaşanmış, burdaki müslümanlar Türkiye’de Rumların yaşadığı mahallelere, Bin yıldır Anadolu’da yaşayan Rumlar da buraya, 1920’lerde müslüman mahallesi olan Ano Poli‘ye yerleştirilmişler. Şehirdeki dengeler bütünüyle değişmiş. 20. yy’ın büyük insani dramı, dramlarından biri,  Türk-Yunan mübadelesi. Düşünüyorum da, bizim çocukluğumuzda bile hala devam eden bir nefret ve ön yargı vardı. İsimlerini duymaya bile tahammül edemezdik. Yunanistan’la yaptığımız milli maçları nefretle seyreder, mevzudan bir haber olanlarımız için bile maçın skoru gündemin en önemli meselesi olurdu. Okula gitmeyen çocuklar bile 74 Kıbrıs savaşında “çatla patla Makaryos Kıbrıs bizim olacak” diye hiç de sevimli olmayan onların o küçük yüreklerine yakışmayan tekerlemeler söylerlerdi ama bütün bunlar maalesef normaldi. En azından bugün, aradan geçen bunca yıl sonra da olsa birbirimize gelip gidiyor, köklerimizin izini sürebiliyoruz.

b1819395-b799-4275-8014-a40ddbb0079e
Yedi Kule-Beyaz Kule arası 3 km. Çıkması güzel, inmesi çok güzel!

 

Yedi Kule’den körfeze, birbirine dar sokaklarla eklenen dik merdivenlerle Aristotales Üniversitesine, aşağı Selanik’e kadar indik. Surdibinde öğleden sonra gezmesinden dönen muzip bakışlı, inci kolyeli şık şıkırdım iki yaşlı kadınla karşılaştık. Bize “n’oluyor?” diye sordular gülerek. Önce anlamadık, meğer bildikleri bir kaç Türkçe kelimeden biriymiş -n’oluyor- Yokuş yukarı çıkan kadınlar nefes nefese birbirlerine bakarak kıkırdadılar sonra. İki yaramaz çocuk gibi biri diğerini göstererek “baba, Samsun” dedi. İzmir, İstanbul, hatta Simirna, Konstantinapolis sık duyduğumuz isimlerdi ama baba tarafından Samsun’lu teyze günün sürprizi oldu.

 

 

 

Yelda UGAN

26/12/2019, Beşiktaş

 

 

Selanik’teki Çift Kanatlı Demir kapı

 

dedim ki, git güle güle,
git ama unutma beni,
biliyorsun sana bağlılığımı.

istersen anımsatayım
sana unuttuysan eğer
ne hoş ve ne güzel şeyler yaşadık;

Sappho

926e32b0-2089-4abe-a898-1607a3d713bc
Selanik’in yeni simgelerinden biri, Umbrellas, by George Zongolopoulos

19/11/2019,

Daha önce hiç gitmediğim bir şehre ayak bastığımda biraz zamana ihtiyacım olur. Ne de olsa biz, şehir ve ben iki yabancıyızdır birbirimize. Şehrin bendeki imajıyla gördüklerimi eşleştirmek, yeni ve kalıcı olanı yaratmak için bir süre beklemede kalırım. Sonra yavaş yavaş şehir içine alır beni, bir kaç gün içinde de aylardır ordaymışım gibi rahatlar, güven duyarım. Zaman, aldığından çok daha fazlasını verir.

Gel görki, mevzu Selanik için bambaşka. O çekmecenin en dibinde duran sararmış bir  mektup gibi beni bekliyor… Çocukluğumda “Adana’lıyım ama rengimin kaçıklığı babamın, yani baba tarafından dedemin Selanik göçmeni olması” der herkesi güldürürdüm. Dedem, babam, babamgillerin hepsi öyleydi, yani benden daha kaçıktı renkleri. Etrafımda gördüğüm, içinde büyüdüğüm ve o zamanlar bana yeten küçük dünyamda ilişkilendiğim kim varsa bizimkilerle olan tek farkları renkleri değildi elbette. Nasıl desem, uzak akrabalar vardı mesela, onlar babamın halası olmayan halaları, teyzesi olmayan teyzeleriydi. Bilgiler bölük pörçük, başları konuşulmayan hikayelerin sonları da belirsizdi. Gerçekte kim kimin nesiydi kısmını bile geçemedim, sormamdan da pek haz etmezlerdi. Bayram anılarıyla dolu dedemin rengi gibi evi de farklıydı, şekli bile değişikti diğer evlerden. Ferforjeler  mavi boyalıydı, kapılar da öyle. Evin tabanı grinin tonlarıyla bezeli siyah-beyaz  karo döşeliydi. Çocukken onlara gözüm takılır, ancak dört karo yan yana gelirse oluşan çiçek desenini defterime çizmeye çalışırdım.

Anneannem hali vakti yerinde bir kadındı, güzel giyinir, Vakko eşarp takardı mesela, tarlaya ne ekileceğine de o karar verirdi ama evinin yer döşemesi betondu hem de yer yer çıplak ayaklarıma beton zeminin pürtükleri batar, yaz sabahları kahvaltıdan önce balkonu yıkadığımız sular evin içine girer, çıkarmak için dört koldan süpürür yine de suyun ortada göllenmesine engel olamazdık.

Dedemin bahçe kapısından başlayan ve ikinci kattaki küçük balkonunu saran, üzerinden bordo renkli üzümlerin hiç eksik olmadığı kıymetli asması, bana dağınık ve karmaşık gelen ama dedemin gününün yarısını burada geçirdiği  yüzlerce teneke saksıdan oluşan terastaki bahçesi, artık beyazlamış ama babamın hala sarıda duran saçları ve ikisinin de mavi gözleri. Bir de yatak odasından girilen efsane “karanlık oda” adı tam da öyleydi. Kiler değil de daha çok yüklük gibi. Penceresiz, yatak odasının içinden girilen küçücük bir çıkıntı. Hiç oraya kapatılan bir çocuk görmedim ama yaramaz çocuklarıyla baş edemeyen ebeveynlerimizin “bak oraya kapatırım ha!” tehdidi her zaman işe yarardı.

img_2055
Alex’den kiraladığımız Selanik’deki evimiz

Heyecandan uyuyamadım, sabah yedide beş günlüğüne bizim olan, her bir ayrıntısına bayıldığımız evin balkonuna çıktım. İki kahve makinasını da çalıştıramadığım için, bir fincan sallama çay aldım. Sarı yelekli, sarı kasklı, saçları omuzlarına kadar inen işçiler cadde boyunca ışığı yanan tek dükkanın Ektia pastanesinin önünde toplanmış kağıt bardaklardan kahve içiyorlar. Kordonla pastanenin önüne set çekilen demir parmaklıklara kadar sokak tamamen bakıma alınmış, ağaçlar budanıyor, arnavut kaldırımı parke taşlar değişiyor. Hummalı bir çalışma var, çocuklar okula giderken, matkap sesleri de başladı, tadilat mevsimi midir nedir şehirde bu ses beş gün boyunca hiç peşimizi bırakmadı.

Her ne kadar daha Kasım’ın son haftası olsa da pastaneler Noel ve Paskalya için hazırlanmaya başlamışlar. Rengarenk süslenmiş vitrinlerine bakarak Kordon boyunca yürüdük. Sahili paralel kesen Aristotales meydanına geldik. Şehir uyanmış, trafik başlamıştı. Herkes işinde gücünde, okulunda ya da restoranların, cafelerin önünü temizliyor, sürekli devinen ama sakin, telaşsız bir tempoda zaman yormadan akıyor. Aslında geniş ve uzun bir cadde olan bu meydanın etrafı mimarisi bozulmadan kalmış, restore edilen binaların üst katları otele alt katları da meydana bakan cafelere dönüşmüş.

img_1864
Büyük İskender’in hocası Aristotales

Termaikos körfezinin önünden kordon boyunca “ne kadar da İzmir’e benziyor, ya da eski İzmir’e!!” diye konuşarak limana kadar geldik. Selanik 19.yy’ın ilk yarısına kadar, etrafı surlarla çevrili bir Ortaçağ kentiymiş. İzmir Limanını inşa ettikten sonra Selanik’e vali olarak atanan Sabri Paşa’nın ilk işi 1869 yılında surların deniz tarafındaki kısmını yıktırmak olmuş, ardından da Selanik Limanını yaptırmış. O yıllarda Osmanlı hazinesinin durumu malum, tamtakır. Vitalis şirketinin yaptığı limanı Selanik’in kentsoyluları finanse etmiş. Şehirde yeni yeni palazlanan bu sınıf, ellerini seve seve ceplerine atmış olmalılar.

Limandan sağa dönüp körfezi arkamıza aldık, Tsimiski caddesinin sonundaki Ladadika‘ya geldiğimizde bir kaç cafe dışında tüm mekanlar uyuyordu. Kapalı kapılar ardından buranın tavernalar, rock barlar ve clublardan oluşan bir çeşit barlar sokağı olduğunu farkettiğimizde gelmek için yanlış bir zaman olduğunu anladık ama bir kere gelmiş bulunduk. Paraty kafede hem biraz dinlendik hem de Selanik’de içtiğim en güzel Greek kahveyi içtim, üstelik duble. Burda ya da, iki kez gittiğim Yunan adalarında müptelası olduğum Türk kahvesini isterken Grek kahve diye istiyorum. Şimdi neme lazım, misafirliğe gelmişim şurda üç gün, varsın burda adı Grek olsun tadı aynı ya!

Limana yakınlığıyla bir alakası var mı bilmem ama burası eskiden batakhaneymiş, genelevler filan varmış. Küçük meydanındaki panolarda kısa bir tarihi de anlatılan Ladadika 1917 yılında tüm Selanik’i saran  yangında kurtulan tek bölge olmuş ve 1985 yılında tarihi bölge unvanını alarak koruma altına alınmış.

img_1886
“kırmızı parlak satenlerinin içinde parlıyorsun Ladadika..”

Yukarı Selanik’e Ano Poli’ye ilk hamlemizi yapmak üzere Ladadika’dan ayrıldık. Ano Poli‘nin Kuzey Batı köşesindeki Aziz Catherina (13.yy) Kilisesine kadar çıktık. Artık yavaş yavaş bir aşinalık sardı hepimizi. Aşağı Selanik’den bambaşka bir dokunun içine düşmüştük. Kilise Bizanslılardan kalmıştı ve İstanbul’da sıkça rastladığımız, bazılarının da camiye çevrildiği kiliselere benziyordu. Örneğin kırmızı ateş tuğlalarıyla yapılmış Bizans imparatoru Justinianus ve karısı Theodora’nın yaptırdığı Cankurtaran’la Kadırga arasındaki  Küçük Ayasofya Camii gibi. Yol üzerinde ve sonraki günlerde benzer yapıdaki kiliselerle sık sık karşılaştık. Rum Ortodoks İlyas Kilisesi (14.yy) Osmanlılar zamanında camiye çevrilen Agios Panteleimonas (14.yy) Kilisesi, Agia Sophia Kilisesi (8.yy), Acheiropoietos Kilisesi (5.yy) gibi. İsimlerini hatırlamadığım daha küçük sokak kiliseleri yine kırmızı ateş tuğladan yapılmış Bizans eserleri. Orta Çağ’da Selanik, liman şehri olmasından dolayı Hiristiyanlığın yayılmasında önemli bir rol oynamış. Avrupa’nın en dindar şehirlerinden biri denir Selanik için. O yüzden de ne Kiliselerini ne de her köşe başında rastladığımız şapelleri saymakla bitmez. Günün hangi saatinde olursa olsun girdiğimiz her kilisede dua eden bir kaç kişiyle mutlaka karşılaştık. Bir ikonun önünde haç çıkaran, yaktığı mumun önünde uzun uzun mırıldanarak dua eden, kiliseden çıkarken de bir sepetin içine oturtulmuş kenarı dantelli beyaz patiska örtünün üstünden bir parça ekmeği ağzına atan dindar Selanikliler.

13a29072-76e9-4ea9-9ba2-d751cf9dbd2f
Unesco Dünya miras listesindeki Aziz Catherina Kilisesi

Agiu Dimitriu ile Agiu Pavlu sokaklarının kesiştiği köşedeki Atatürk’ün müze evine doğru yola koyulduk. Daha okula başlamadan Atatürk’ün annesinin tülbentini kulak arkası yaptığı, gözlüklerinin ardından gülen, babasının da çok ciddi bir duruşla poz verdiği iki vesikalık fotoğrafın arasında defalarca görmüştük bu evi. Uzun ince balkonlu apartmanların altındaki, hamur kokan pastanelerin, yufkacıların, terzilerin, bakkalların, elektrikçilerin ve küçük mahalle kahvelerinin önünden geçtik. Dişlerine kadar silahlı komando kıyafetli askerlerin etrafında kol gezdiği Türk konsolosluğunun, köşeyi döner dönmez de Ata’nın evine vardık. Ama o evde yoktu. Bunu espiri olsun diye yazmadım. Bir kere kapıdaki görevli kadın öyle olduğunu idda etse de ev pembe değildi. Açık havadaki manyetik güvenlik kapısından geçip kimlikleri gösterdik, nerden geliyorduk niye gelmiştik? Bu soruları da cevapladık  ve taş zeminli, küçük bahçeye girdik. Bu arada evin caddeye açılan ana giriş kapısı kullanılmıyor. Birinci kattan ahşap tavanlı geniş bir sofaya girdik. Herhangi bir rehber ya da yol gösterici kimse yok. Ankara odasında cam vitrin içinde sergilenen Atatürk’ün kullandığı elbiseler, eprimiş beyaz gömlek, kol düğmeleri, eldivenler ve ayakkabılar dışında özel bir şey yok. Doğumundan itibaren hayatındaki tüm aşamalar yani her yerde bulabileceğimiz türden bilgiler resimli panoların içine İngilizce, Türkçe ve Grekçe yazılmış. Manastır odasında da duvarlara projekte edilmiş sürekli tekrar eden siyah-beyaz döneme ait videolar.

a9ff74c3-f0ec-4682-a1db-fdb36e6acdbe
“Türk Milletinin büyük müceddidi ve Balkan İttihadının müzahiri Gazi Mustafa Kemal burada dünyaya gelmiştir.” panoda Fransızca ve Grekçe de yazıyor.

8-10 yaşlarındaki ziyaretçiler çok tatlıydı. Odadan odaya giriyorlar, her bir ayrıntının fotoğrafını çeksin diye anne babalarını defalarca uyarıyorlardı. Yerlerinde duramıyorlar, Atatürk’ün ve Selanik odasındaki annesinin balmumu heykeli önünde defalarca poz veriyorlardı. Ah! o kırmızı halat olmasa da Ata’ya biraz daha yaklaşsalar!! Dokunsalar, ona bıcır bıcır bir şeyler anlatsalar, söyleyecek ne çok şeyleri vardı.

 

img_1998
Atatürk’ün doğduğu evin restorasyonu 2012 yılında tamamlandı.

İpsala’dan Yunanistan’a girdim gireli etrafta dedemin buralardan geçtiğine dair herhangi bir iz, ya da işaret aradım ama bulamadım, yoktu. Oysa apaçık bunu belli etmesem de onun varlığına dair bir şeyler hissedeceğimi hayal etmiştim. Belli belirsiz bir kokuya bile razıydım. Müzeden çok, küskün ve sitemli bir yalnızlık hissi veren Atatürk’ün doğduğu evin kiler, mutfak ve hizmetçi odasının olduğu zemin katından tekrar bahçeye çıkarken çift kanatlı demir kapının önünde durdum. Zeyno’yu ve Mehmet’i çağırıp onlara da gösterdim. Dedemin mavi boyalı bahçe kapısının aynısıydı. Sen gerçekten iyi bir komşusun Selanik, Teşekkürler.

Akşam yine mahalledeydik, Kordonda’ki 57 Nikis Balkonaki Taverna’da. Biraz Grek salata, biraz kalamar, biraz ahtapot, biraz salomaki. Fonda eski bir plaktan gelen hışırtılı, bildik bir ezgi… makaram Rumca sarı bağlıyor, kız söylüyor gelin ağlıyordu, devriyeler de onları sarıyor muydu, anlamıyorduk, ama olsun, Plomari uzo gibisi yok.

 

 

Yelda UGAN

17/12/2019, Gayrettepe

Selanik Tanışalım mı?

 

denize yakın mağaralarda
günlerce gözlerinin içine baktım
ne ben seni tanıdım ne de sen beni

George Seferis

405dff3f-3d6a-4ce0-8270-f425e9529333
Büyük İskender’in kızkardeşinin adını taşıyan Thessaloniki,

 

18 Kasım 2019

Sabah saat 08:30 Mecidiyeköy’deki viyadüğün altından girip üstünden çıkar çıkmaz TEM otoyoluna girdik. Sisli havaya rağmen trafik nispeten sakin. Yaprakları dökülmüş ağaçların üstünde kırlangıçların yazlık evleri bozulmadan duruyor. Kumburgaz, Silivri ve Çerkezköy derken nihayet Tekirdağ İpsala yol ayrımından döndük. İstanbul’da dinlediğimiz radyo kanalı mızmızlanmaya başlayınca bir ileri, bir geri yeni bir frekans tutturmaya çalışıyorum. Nostalji kanalında 90’lar çalıyor, arka koltukta yorganına sarılmış uyuyan ergen kızımız mağara kadını sesler çıkarmadan burayı geçiyorum. 70’ler olsa, programı da Naim Dilmener sunsa mesela, eski 45’liklerden Alpay dinlesek, Nilüfer, İlhan İrem, Ajda söylese, o zaman arkadakine “sen de kulaklığını takıver canım!!” der sustururdum gerekirse.

Bayramın ikinci günü öğleden sonra yola çıkmış gibiyiz, yollar çok sakin, nerdeyse boş. O dakika Kınalı-Tekirdağ gişelerinden çıkan tek araç biziz, önüm arkam sağım solum sobe! Progressive Alliance Awards 2019 özel siyasi cesaret ödülünü S. Demirtaş’a vermiş. Radyonun sesini biraz daha açtım. İlerici İttifak vermiş ödülü, 2013’de kurulmuş bu ittifak, çalışmaları cinsiyet eşitliği, iklim değişikliği, adalet, dayanışma gibi gerçekten ilerici olmayı gerektiren konular üzerineymiş. Burdan Silivri’ye, ödülün sahibine selam gönderdik.

img_20171216_210138_052
Komşuya gidiyoruz, hem de yatılı!!

Tekirdağ Malkara İpsala yolunda ilerliyoruz. Tabelalarda İpsala‘nın yanında parantez içinde “Hudut” yazıyor. “girilmez” ya da “çıkılmaz” der gibi şevkimi kırıyor bu Arapça kelime. Keşan’dan sonra yoğun sis görüş mesafemiz iyice azalttı. Yavaş ve temkinli gidiyoruz. Elektrik tellerinde kara birer düğme gibi yan yana dizilmiş minik kuşlar çene çalıyor, kısa aralıklarla sırası gelen  bir kaç kanat çırpımı uçup geri geliyor. Bizimde onlardan kalır yanımız yok, yüreğimiz pır pr…ilk kez karadan, arabayla sınır geçeceğiz. Bir aksilik çıkmasa bari.

Seyahata çıkmadan önce şehirdeki yetkili ofislere gidecek vaktimiz olmadı. Biraz ani bir karardı bu yolculuk bizim için. Arabanın işlemlerini kapıdaki Turing şirketinde yaptırmaya karar verdik. Bu da bir riskti elbette, yanlış ya da eksik bir evrak için gerisin geri iki saat dönmek gerekirdi. Uluslararası Sigorta olarak bilinen Yeşil Kartı araba için aldık, yanında zorunlu olarak bulundurmamız gereken bir de “sarı yelek” verdiler. Geçen yıl tam da bu zamanlar Paris’de başlayan eylemlerin sembolü olan yeleklerden bizim de vardı artık. Üçümüzün harç pullarını da orada ödedikten sonra pasaport kontrol ve son olarak Yunan polisiyle hemhal olmak üzere yaklaşık bir km ilerledik. Her şey yolunda gidiyordu, yollar gibi burası da sakindi, sislerin arasından zar zor gördüğüm binalar, sivil giyimli görevliler ya da üniformalı polisler gerçek olamayacak kadar sakin, güler yüzlü ve doğal davrandılar. Ne bekliyordum acaba? Amerikan filmlerindeki gibi ellerimizi arabaya dayamamızı istiyecekler ve o halde üstümüzü aradıktan sonra arabayı, içindeki bavullarımızı didik didik karıştırmalarını mı? Aynı şeyi ya da hiç bir şeyi Yunan polisi de yapmadı, arabanın içine dahi bakmadılar. Biz yine filmlerden edindiğimiz o sevinç duygusuyla sınırı geçtik. Yanımızda bir paket sigara dahi yoktu halbuki!!

img_1827
Zeus nihayet sakinleşti

Planımız deniz kenarından kıyın kıyın gitmekti ama yanlışlıkla Alexandrapolis’den hemen sonra bu sefer komşunun TEM’ine girdik. Yani biz eski yoldan gitmek, köylerin içinden geçmek, belki küçük bir kahvede mola vermek gibi romantik arzular içindeydik. Ama olsundu, sorun yoktu, aynısını dönüşte de yapabilirdik. Sakin, sürekli ve  minik minik yağmur atıştırmaya başladı. Aman ne güzeldi, etraf çam ve zeytin ağaçlarıyla yemyeşildi ve TEM’de olmak o kadar da kötü bir şey değildi. Sağ tarafta adları muhtemelen tabelalarda yazdığı gibi Sapos, Mesti, Komatini olan beyaz badanalı, çatıları kırmızı kiremitli evler ve bu evlerin arasından yükselen minareli köylerden geçtik.  Kavala’ya 30 km kala yağmur öyle bir hızlandıki artık arabanın silecekleri yetmiyordu. Arkadaki yolcunun çişi gelmişti, her seferinde 2.70 ya da 1.90 Euro ödediğimiz gişelerin birinden en yakın tuvaletin yerini öğrendik ve tuvaletin yanındaki konteynırdan bozma küçük büfede de suyun Yunanca “nepo” anlamına geldiğini.

img_2051
Sultan Süleyman’ın Mimar Sinan’a yaptırdığı Beyaz Kule

Artık Camili köylerin yerini daha büyük Kiliseli köyler aldı. Drama‘dan sonra bir yandan yağmur yağıyor bir yandan da bulutların arasından çıkan güneşle sağımızda yola paralel, solumuzda dik inen dağların başı dumanlanmaya başlıyordu.

Eski model Seat, Wolsvagen gibi küçük ve renkli arabalarla sağdan gidene 90, soldan gidene 130’la gitme hakkı tanıyan otoyol nihayet bitti ve Thessaloniki’ye girdik.Yunanistan’a girince kazandığımız  bir saat aklımızı karıştırsa da, (ikimiz de aynı şeyi söylemeye çalışmamıza rağmen sevgili Memo’yla bu konuda bir türlü anlaşamadık) yaklaşık İpsala’daki bekleme süresiyle beraber İstanbul’dan Selanik’e yolculuğumuz yedi buçuk saat sürdü.Yani eve girdiğimizde saat üçü biraz geçiyordu.

img_1834
Mitropoleos caddesi üzerinde Kapeneıo

Selanik Körfezi ve Beyaz Kule manzaralı evimiz Kordonun bir üst parelelindeki Mitropoleos ile onu çapraz kesen Timiski caddelerinin ortasındaki bir adada. İstanbul’un Galata, Paris’in de Eyfel’i gibi Beyaz Kule de Selanik’in simgelerinden biri.

Akşam yemeğini mahallede yedik, bunu yapmayı İstanbul’da da seviyoruz. Yani mahallede yemeyi, yemekten sonra yürüyerek eve dönmeyi.

Mavi beyaz pütü kare masa örtüsü, beyaz ahşap sandalyeler, içerden gelen sarı ışığın sıcak daveti ve güler yüzlü kadın garsonun “Kalispera” diyerek biz seslenmesi, Kapeneıo‘da oturmamız için bize yetti. Hava serindi ama yine de dışarda oturduk, Selanikliler sokağı seviyor, etrafımızdaki masalar birer ikişer doldu. Turistik bir yer olmadığı için belki, gelenlerin çoğu restoran çalışanları için tanıdık müşterilerdi. Birbirlerine isimleriyle hitap ediyor, şakalaşıp gülüyorlardı. Masaya oturduğumuzda uzaktan, belli belirsiz gelen müzik sesi gittikçe yakınlaşmaya başladı. Güzel sesli, genç bir adam İngilizce şarkılar söylüyordu. Sokak çalgıcısıymış, birazdan bize de bir şarkı söyledi. Hemen hemen tüm masalardan bir kaç sent de olsa şarkıcının kesesine para attı insanlar, şarkı bitinceye kadar keyifle dinleyip, şarkıcı çocuğun orda kaldığı süre boyunca onunla ilgilendiler. Hiç bir müşteri şikayet etmedi, ya da onu ordan uzaklaştırmaya çalışan bir garson olmadı. Çünkü orası sokaktı ve herkese aitti.

Kadın garsonun mesaisi bitmiş olmalı, çantası kolunda, pantolonunun üstüne bağladığı siyah önlüğünü ve göğsündeki isim kartını çıkarmış giderken her şey yolunda mı diye sordu. İngilizce’nin bu kısa yol tuşlu kolaylaştırıcılığı da olmasa ne yaparız kim bilir? Karşılıklı mutlu mesut vedalaşmışken tekrar döndü ve tatlıyı müjdeledi. Buralarda adetmiş, ne yerseniz yiyin, yemekten sonra mutlaka tatlı ikram ediyorlar. Hesabın hemen arkasından üzeri bol tarçınlı yeni dökülmüş sıcak lokma geldi.  Tadı bir yana kızartma olmasına rağmen sanki evde yapılmış gibi hafif bir kokusu vardı. Balığın ve kalamarın üstüne bire bir.

 

Yelda UGAN

10/12/2019, Gayrettepe

 

 

 

 

 

Saraybosna

Belli Belirsiz’in bir konuğu var bugün, Saraybosna gezi yazısıyla sevgili Esen Özbay

 

“Bir Yol, Bir Yola

Yollar İnsana Ulaşıyorsa

Yol da Bizim Yolcu da…”

Tayfun Talipoğlu, Yol Hikayeleri’nden

9ad7af5a-1745-4823-8688-408d89584a90
Saraybosna Katolik Kilisesi, toplu katliamlardan biri de karşı tepelerden atılan  havan toplaryla  bu kilisenin önünde gerçekleşmiş.

Her çıktığımız yolun bir hikayesi vardır. Ya yaşadığın ya da bilinç altının seni çağırdığı bir seste saklıdır o hikaye.

Bugün 30 Ağustos, İstanbul Havaalanındayım, saat sabahın 05:00’i, yolculuk Saraybosna’ya. Sevgili arkadaşım Neziha ile birlikteyim. Onunla ilk yurt dışı gezimiz ama daha da önemlisi ve ikimizi de heyecanlandıran gideceğimiz topraklardaki savaş yıllarını benzer duygularla hatırlıyor olmamız.

a348d211-3964-4743-b0cf-510da0e7a55b
Barış Ateşi anıtının önünde, bu ateş hiç sönmesin

Saraybosna’nın çağrısı bana geldiğinde on iki yaşındaydım. Yıl 1992, ortaokul öğrencisiydim, hayat sıradan, çocukça  ve eğlenceliydi benim için. Ta ki her akşam annem ve babamın sessizce oturup izlediği saat 20:00’deki akşam haberlerinde kulak kabartıncaya kadar. Haberler Saraybosna’dan, Bosna-Hersek’den geliyor, içimi çok acıtıyordu. Teneffüslerde okulun bahçesinde koştururken, matematik dersinde tahtada bir problem çözerken, yazılılara çalışmak için çekildiğim köşede, okul çıkışı benimle yürüyen son arkadaşımla da vedalaşıp yalnız başıma Sarıyer sırtlarındaki evimize, yokuş yukarı tırmanırken orada yaşanan savaş aklımdan hiç çıkmıyordu. Babamın düzenli olarak her gün aldığı günlük gazetelerde bile önce Saraybosna haberlerini okuyordum. Yine bir gün bu gazetelerin birinde Saraybosna’da yaşayan bir kız çocuğunun günlüğü yayınlanmaya başladı. Çocuk benim yaşımdaydı.

Her Gün babam içeri girer girmez koşarak onu karşılıyor ve elinden kaptığım gazeteyi sessizce okuyabileceğim bir köşeye çekiliyor Saraybosna’lı kızın günlüğünü okumaya başlıyordum.

Acılarını an be an ben de onunla beraber yaşıyor, tüm duygularını ta iliklerime kadar hissediyordum. Geceleri artık sadece o kız çocuğu için dua ediyor, savaşın bitmesi için her gece Allah’a yalvarıyordum.

Sabah 08:00 gibi yemyeşil bir vahanın içindeki Saraybosna Havalimanı’na indik. “Bir şehir hem bu kadar hüzünlü hem de nasıl bu kadar yaşam dolu olabilir?” diye düşündüm. Otobüsle şehir merkezine doğru ilerlerken rehberimiz yıkık dökük binaların üzerindeki kurşun deliklerini gösterdi.

82391d7f-f1b4-4d59-9360-1b5ac720d749
Osmanlı Baş Çarşı

İlk durak şehir merkezi ve Osmanlı Çarşısı. İnce bir ustalıkla dövülmüş bakır cezvelerin, tabak çanakların seyri doyumsuz. Ağırdan alıyor, yavaş yavaş yürüyorum. Tadını çıkarmak istiyorum çünkü, bu küçük ve rengarenk dükkanların. Çarşıda dolaşan insanların zamanla uyumlu halleri olmasa, cep telefonları mesela, kot pantolonları, İngilizce yazılı tshirtleri filan kendimi zaman makinasına atlamış ve 500 yıl öncesine gitmiş gibi hissedebilirdim. Savaşa rağmen buralar bozulmamış ve doğallığından hiç bir şey kaybetmemiş.

Nehrin karşısındaki İnat Kuça evini gösteriyor rehberimiz bize, uzaktan bakıyoruz. Şimdilerde restoran olmuş. Adı gibi hikayesi de İnatçı, Avusturya Macaristan İmparatorluğu Kuça’nın evini belediye binası yapmak istemiş ama gerçek adı bilinmeyen  bu inatçı Boşnak evini vermek istememiş, direnmiş. Daha sonra evi hiç bozulmadan şimdiki yerine taşınmış ve “inat evi” olarak şehrin sembollerinden biri olmuş.

2ca4c0ec-833b-490e-9231-a71208614cdd
İnat Kuça Evi

 

Şehrin içine doğru savaşın izleri artıyor. Sacred Heart Cathedral‘inin önündeyiz. Karşı tepeden atılan havan toplarından biri buraya düşmüş ve maalesef çok sayıda insan ölmüş. Savaşın sonraki kuşaklara ibret olması, unutulmaması için bir çok anıt yapılmış. Cathetral alanı da aynı nedenle içi kırmızı boyalı dikdörtgen bir çember içine alınmış. Üzerine basmak yasak, önünden geçen insanlar kısacık da olsa duruyor ve başları önde dua ediyorlar. Evlerdeki kurşun ve top izleri tamir edilmemiş. Savaş esnasında yakılan huzurevi olduğu gibi bırakılmış.

Biraz savaştan bahsetmek gerekirse Bosna Hersek Sosyalist Yugoslavya Federasyonunun dağılmasıyla birlikte ortaya çıkan yeni devletlerden biri. Ülkede Boşnak’lar, Hırvat’lar ve Sırplar’dan oluşan üç etnik grup var. 1991 yılında önce Slovenya daha sonra Hırvatistan Yugoslavya’dan ayrılarak bağımsızlıklarını ilan ettiler. 1992 yılında Yugoslavya’dan ayrılmak için Bosna Hersek de bir referandum düzenlendi. Fakat bu referanduma ülkede yaşayan Sırp’lar katılmadı ve referandumu protesto ettiler. Referanduma katılan Boşnak ve Hırvatlar’ın yaklaşık %98’i bağımsızlık için EVET oyu verdi. Bosnalı Sırplar ve Sırbistan referandum sonucunu kabul etmeyip Bosna Hersek’e savaş açtı. Savaş tüm dünyanın gözü önünde inanılmaz bir vahşete, toplu katliamlara sahne oldu maalesef. Lahey Adalet Divanı bu katliamları soykırım olarak kabul etti.

67fc70b5-78ea-41aa-b28e-869eb09ae0d9
Dokusuyla mekan sarıp sarmalıyor beni.

Yoksul ama mütevazi yaşam tarzıyla huzurlu bir şehir, biraz da suskun, ölçülü. Yemyeşil tepelerin ortasında, her adımı tarih kokan muhteşem bir doğaya sahip. Belki de güzelliği yüzünden savaşlar ve felaketler bir türlü peşini bırakmamış bu şehrin. 1 Mart 1992’den 14 Aralık 1995’e kadar savaş aralıksız sürmüş, yüz binin üzerinde insan hayatını kaybetmiş. İki milyon kadar insan da yerini yurdunu terk etmek zorunda kalmış. Savaş sırasında Şehir çepeçevre sarılmış ve karşı tepelerden yapılan saldırılara maruz kalmış, uygulanan silah ambargosu da cabası. Boşnak’ların savaş tüneli kazıp dışarıyla bağlantı kurmaları sağlanıncaya ve yardım alıncaya kadar bu böyle sürmüş.

 

Şehir turu bittikten sonra saat 16:00 civarı tur otobüsü bizi aldı ve otele giriş yaptık. Biraz dinlendikten sonra akşam tekrar Saraybosna sokaklarına çıktık. Buralara gelinir de Boşnak böreği yenmez mi? Hem de porsiyon porsiyon yenir. İçindeki malzemeden mi, odun ateşinde piştiğinden mi nedir bilinmez ben daha önce “börek” yememişim!! Etraf nargile cafelerle dolu, kadınlı erkekli üflenen nargilelerin kokusu tüm sokağı sarmış. Bizde bir cafeye oturduk ve Türk kahvesi söyledik, kahveler bakır cezvede lokum ve boş, zarif bir fincanla geldi. Kahve de odun ateşinde pişirilmiş olmasına rağmen kıvamlı değildi, hafifti, lezzetliydi ve mis gibi kokuyordu.

3e732681-0544-4cb2-a392-2dc9e5aa8a00
Latin Köprüsü, ilk Dünya savaşı bu köprünün başında, Avusturya Macaristan İmparatorluğu’nun veliaht Prensi Franz Ferdinand’a yapılan suikastla başladı.

 

Belki farkında bile değiller ama insanların bakışlarında sert bir yüz ifadesiyle kapatmaya çalıştıkları hüzünlü bir mesafe var hala. Ama sanata ve spora tutkuyla sarılmışlar. Sokaklarda, kaldığımız otelde sık sık spor takımları olduğu anlaşılan gruplarla karşılaştık. Belki bir turnuva vardı şehirde, belki bir müsabaka.

Tüm gün dolaşmaktan çok yorulduk, nerdeyse 20.000 adım atmışız bugün. Oda arkadaşımla artık uyuyalım bakışları atıyoruz birbirimize. Yarın da yoğun bir program bekliyor bizi, Mostar’a gidiyoruz. Neretva Nehri üzerindeki yaşlı bir kadının gerdanlığı gibi duran Mostar Köprüsüne. Orası da savaştan nasibini almış ama köprünün hikayesi başka bir sefere.

 

Esen Özbay,

30/11/19, İstanbul