
20 Haziran’da Madrid Barajas havaalanına indik. Bu tarafa ilk kez geliyoruz, niyetimiz hem seyahat hem hasret gidermek bu sefer. Sevgili kuzenim Madrid’de yaşıyor artık. İspanyol kocasıyla karar aldılar; belki daha az İstanbul ama yerleşik hayat Madrid.
Deniz seviyesinden 670m yüksekte bulunan Madrid, bozkırın ortasına kurulmuş bir şehir. Uçak alçalırken toprak kahverenginden kızıla dönüyor altımızda. Bizim Orta Anadolu’ya benziyor.
Madrid’in ulusrararası havaalanı Barajas, 1928’de açılmış. Avrupa’nın 4. Dünyanın 10. En kalabalık havalimanıymış. Bana İstanbul’dakilerden sonra hepsi sakin gelse de burada da hatırı sayılır bir hareketlilik vardı.
Havaalanından taksiye binince şehrin neresine giderseniz gidin 30 Avro ödüyorsunuz, dönerken de aynı. Nereden binerseniz binin şöföre aeropuerto dediğinizde 30 Avroyu gözden çıkarıyorsunuz.
Taksiyle şehir merkezine doğru ilerlerken bozkırın rengiyle tekrar karşılaşıyoruz, kırmızı tuğladan yapılmış evlerin, okulların, kiliselerin üstünde. Bu renk, modern binaların arasından şehri kurtarıyor, ona ince bir zevkin, estetiğin sıcaklığıyla mimari bir güzellik sunuyor. Geniş caddelerin iki yanında Akasya ve Çınar ağaçları var. Güneş inanılmaz parlak, eskiden ressamlar Madrid’e gelirler bu her şeyin üzerine vuran parlak ışıkta resim yaparlarmış. Nem olmayınca, güneş ışığı hiçbir engelle karşılaşmadan cömertce parlıyor tepemizde.

Madrid İspanya’daki 17 özerk (otonom) bölgeden biri. Bu bölgelerin kendilerine ait parlementoları, bayrakları ve bütçeleri var.
İlk gün kuzenimin eşi sevgili Alberto’nun eşliğinde, ayağımızın tozuyla Plaza de Espana meydanına evden yürüyerek gittik. Önce postaneye uğradık. Pazar günü genel seçim var İspanya’da. Alberto Pazar günü Madrid’de olamayacağı için oyunu postayla gönderdi. “İleri demokrasi” dedikleri bu olsa gerek.
Burası Avrupa şehirlerinde görmeye alışık olduğumuz meydanlara benzemiyor. Daha çok park gibi. Şehrin ortasında, büyük binaların arasında kalmış bir vaha kadar yeşil. Her yerde büyük çınar ağaçları var. Fıskiyeli bir gölet, etrafında da banklar. Meydanın ortasındaki büyük dikilitaşın önünde ünlü yazar Cervantes ve yazarından daha ünlü olan kahramanları Don Kişot, Sancho Panza, Dulcinea ve Sancho’nun eşeği Rucio’nun heykelleri. Rucio’yu tam arkanıza alıp yolun karşı tarafına batıya doğru gittiğinizde sürpriz bir şehir manzarası ile karşılaşıyorsunuz, Almudena Katedrali ve Palacio Real kraliyet sarayı da görünüyor buradan.

Bir gün önce İspanyol kuzenin sipariş ettiği ekmekleri almaya gittik, sipariş yoksa ekmek de yokmuş bu fırında. Bir tane de uzun, şu sepetin içindeki baton ekmeklerden de almak isterseniz alamıyorsunuz. Ekmekler bir listede adları yazılı alıcılarını bekliyor. Fırından da şarküteriye, burada aslında sadece peynir satılıyor. Tavana kadar uzanan ahşap raflarda dev tekerlek peynirler sıralanmış, biraz keçi peyniri alıp, yine yürüyerek eve döndük. Hava bir türlü kararmıyor. Nerdeyse saat 22:00 a kadar hava aydınlık. Ancak bu saatten sonra alaca karanlık başlıyor.
Alberto akşam menüde deniz ürünleri var deyince aklıma geldi. Buraya gelirken okuduğum tüm tanıtım kitaplarında, broşürlerde “İspanya’da gönül rahatlığıyla deniz ürünleri yiyebilirsiniz, civa kontrolü çok iyi yapılıyor” yazıyordu. Evde yediğimiz akşam yemeğini, ikisi de iyi birer aşçı olan ev sahiplerimiz hazırladılar. Önceden sosa yatırdıkları kalamar ve ahtapottan harikalar yarattılar.

Sabah, Los Rosa metrosuyla Puerto del Sol (Güneşin kapısı) meydanına gittik. Madrid’i çevreleyen bütün yolların sıfır noktası olarak kabul ediliyor burası, çok kalabalık ve hareketli. Meydanın ortasında 3. Carlos’un at üzerinde bir heykeli var, diğer heykel de Madrid’in simgelerinden biri olan ayı ve kocayemiş ağacı.
Meydanlar yüzlerce yıldır insanlar için önemli buluşma yerleri olmuş. Buralarda toplanıp, karşı çıkmış, ayaklanmış, direniş göstermiş, seslerini duyurmaya çalışmışlar. Şehir meydanları “özgürlük” demek olmuş zamanla. Sol meydanı, 1800’lerin başında işgalci Fransız güçlerine karşı ayaklanmadan bu yana, yakın tarih de dahil pek çok direnişe sahne olmuş, tanıklık etmiş. Örneğin ETA’nın Madrid trenlerine 11 Mart’ta yaptığı saldırılara, İspanya’nın Irak savaşına katılmasını protesto eden karşıt gösteriler bu meydanda yapılmış.

Direniş nedeninin illa savaş ve vahşete karşı olması da gerekmiyor, bazen bir reklam panosu için de yapılabiliyor: İspanya’da binaların, özellikle tarihi olanların mı hatırlayamadım, reklam almaları yasakmış. Bu yasağın tek istisnası, Sol Meydanındaki Tio Pepe’nin reklam panosu. Tio Pepe , Endülüs’te üretilen ünlü bir şeri içkisinin markası. Altmışlı yıllardan bu yana meydandaki Apple mağazasının olduğu binanın tepesindeymiş. Yıllar içinde meydanın sembolu olmuş bu ışıklı pano. Apple firması 2014’te tüm binayı satın alınca panoyu indirmek istemiş, fakat Madrid’liler meydanda toplanıp, panonun indirilmesine karşı çıkınca, pano şimdiki yerine, çok yakındaki başka bir binanın tepesine taşınmış.

Puerto del Sol’dan yürüyerek Plaza Mayor meydanına geçtik. Burası İspanya’nın edebi altın çağını yaşadığı, Cervantes’in Don Kişot’u yazdığı dönemde 16. yy’da 3. Felipe tarafından inşa edilmiş. Ortasında da at üstünde heykeli var Felipe’nin. Meydan balkonlu, sivri kuleli ve dik çatılı binalarla çevrili. Burası devlet kutlamaları, boğa güreşleri için kullanılırmış. Engizisyon yıllarında meydanda mahkemeler kurulur hatta bazen idamlar bile yapılırmış.
Meydana çok yakın bir yiyecek içecek pazarı var. Envai çeşit taze sıkılmış tropikal meyve suları, külahda kalamar, balık çeşitleri, tortilla ve türlü pastalarla dolu hertaraf. Oturacak yer sayısı çok az, yiyecekler daha çok tadımlık, paketlerde alıp sokakta yemek için hazırlanmış. Turistik bir Pazar burası, kalabalık ve pahalı. Birer bardak taze sıkılmış meyve suyu alıp yürümeye devem ediyoruz.

Yürürken bu taverna tabelasını gördüm, eskiden, yoksul İspanya köylerinde bu sürahilerden şarap içilirmiş elden ele. Bu sürahiler deri, cam ve porselenden yapılırmış. Alberto Endülüs’lü, gençlik yıllarında dayısıyla tarlada çalışırken bu sürahilerilerden su içtiklerini, su ılımasın diye özellikle bardağa koymadıklarını söylüyor.
Calle de Bailen’e, Palacıo Real Madrid Kraliyet Sarayına doğru yürüyoruz. Yaklaştıkça sarayın inşa edildiği granit taş rengiyle uyumlu şık kafeler, küçük lüks oteller, temiz parke taşları, bakımlı binalar artıyor.
Saray 5. Felipe tarafından 18. yy da yaptırılmış. 13. Alfonso’nun tahttan çekildiği 1931 yılına kadar kullanılmış. Bugün önemli devlet törenleri için kullanılıyormuş sadece. Kral ve ailesi artık Madrid’in dışında çok daha mütevazi olan bir sarayda yaşıyorlarmış. Sarayın etrafı Sabatini ve Campo del Moro bahçeleri ile çevrili. 12. yy da şehri fethetmek için gelen Araplar ordularını bu bahçelerde konaklatmışlar.

İki tarafı Akasya ağaçları ile kaplı geniş caddelerde yürüyerek La Latina’ya Latin mahallesine gidiyoruz. Burası daha çok Madrid’de yaşayan Amerikalılar tarafından tercih edilen Cihangir tarzında bir mahalle. Her yer tiyatrolar, Endülüs yemekleriyle ünlü restoranlar, barlar ve hem yemek yiyebileceğiniz hem de Flemenko dansı izleyebileceğiniz mekanlarla çevrili. Cuma ve cumartesi günleri dans programları daha iyi ama mutlaka rezervasyon yaptırmalısınız.
Yol üstünde, daha çok bizdeki hal tarzı veya sabit Pazar benzeri bir pazara uğradık. Burası üstü kapalı ve haftanın her günü açık, Mayor meydanındaki yeme içme pazarına göre çok daha ucuz.

İspanya’da öğle yemeği önceden iyi planlanılması gereken bir öğün çünkü saat 14:00 ile 17:00 arası siesta saati. Bu saatler arasında açık ve yemek olan restoran bulmak çok zor. Birkaç denemeden sonra küçük bir esnaf lokantasına benzeyen Restorante La Sonobreso’da öğle yemeği yedik. Yemekler çok lezzetliydi. İspanya’nın ünlü Gazpaçho çorbasını içtik, bu çorba pişirilmiyor, soğuk içiliyor. Ana malzemesi, domates, soğan, salatalık ve biber. Bütün bu malzemeler robottan geçirilerek hazırlanıyor. İnternetten farklı tariflerini ve ek malzemelerini bulabilirsiniz. Yazın tarlalarda çalışan İspanyol köylülerinin baş yemeğiymiş bu çorba. Bir de Berenjeno rebezoda adlı patlıcan yemeği vardı ki, İncecik dilimlenmiş patlıcanlar galeta unu ve yumurtayla kızartılmış, enfes olmuştu, hem de hafif. Çıkarken duvarlarda asılı duran, çerçevelenmiş gazete küpürlerini fark ettik. Avrupa’nın ünlü gurmeleri övgü dolu yazılar yazmış bu küçük restoran hakkında. Fiyatlar da uygun.

Öğle yemeğinden sonra Paseo del Prado caddesine doğru yürüdük, Pazar günü seçim olacak bir ülkedeyiz, ama ne bir bayrak ne de seçim otobüsü var etrafta. Podemos’un birkaç afişini gördük, o kadar. Görkemli belediye binasına kadar yürüdük, binanın ön cephesinde, üstünde mülteciler hoş geldiniz yazan bez bir afiş asılıydı. İspanya’nın kabul ettiği 60 mülteci için bu kadar özel hazırlanmasına memnun olduk! Geleneksel takı panayırını da ziyaret edip, 11 yaşındaki kızım Zeynep’in haklı isyanı ile eve döndük.

İkisi de akademisyen olan ev sahiplerimiz bugün çalışmak zorundalar. Biz de onlar olmadan haritalarımızla eve en yakın metroyu kullanarak Retiro parkına gittik. Park 12. Alfanso Cadde’sinin üzerinde, Jeronimos’ta. Önceden burada bir saray kompleksi varmış. 19. yy sonlarında halka açılmış, Parkın içinde yapay bir göl var, etrafında da küçük kafeler.
Parkda uzun bir yürüyüş yaptık. Her taraf yemyeşil, sessiz, huzur içinde. Kalabalık ama park o kadar büyük ki hiç rahatsız etmiyor insanlar birbirini. Saray olarak kullanıldığı yıllardan kalma tarihi müstakil binalarla karşılaştık sık sık. Bu binalar sanat galerisi olmuş. Birkaç tanesini gezebildik. Daha çok güncel olaylara dikkat çekilmek istenmiş. Daha önce sosyal medyada da rastladığım İslam fobisi, ırkçılık, mülteciler, ötekileştirme gibi konularda farkındalık yaratmak amaçlı fotoğraflar ve videolar sergileniyordu.

Çimenlere uzanıyoruz, Zeynep neşe içinde atlıyor, zıplıyor, parende atıyor. Kentlere meydanlar kadar parkların da gerekli olduğunu düşünüyor, bina yığını ülkemin parklardan ve meydanlardan nasibini alamamış şehirlerini hatırlayıp hayıflanıyorum.
Retiro Parkının Prado müzesi tarafına çıkan muhteşem kapısına doğru yürüyoruz. Müze buraya, parka çok yakın, yürüme mesafesinde. Madrid’de müzeler saat 18:00 dan sonra bedava. Kışın giderseniz bu avantajdan yaralanabilirsiniz, çok tenha olurmuş çünkü, genellikle orta yaş üstü ev kadınları gelirmiş sadece ama yazın saat 16:30 17:00 gibi başlayan uzun kuyruklarda beklemeyi göze almanız gerekiyor.

Prado Müzesi dünyanın en önemli sanat galerileri arasında yer alıyor. Burada 6.000 parça eser sergileniyormuş. Çok daha küçük olmasına karşın Prado, giriş kısmı, alt katın heykellere ayrılması, galerileri birbirlerine bağlayan geniş koridorlarıyla bana Paris Louvre müzesini hatırlattı.
Biraz da kuzenlerin tavsiyelerine uyup, özellikle Barok dönemin ressamlarından Velazquez’i, Yunan kökenli İspanyol ressam El Greco’yu (İspanyolca’da Yunanlı demek) ve İspanyol resim sanatının en önemli ismi Goya’nın eserlerini ziyaret ettik. Keşke daha fazla zaman olsaydı da bütün bir günümüzü buraya ayırabilseydik. Daha görülecek çok eser vardı.
Prado’dan Reina Sofia’ya, Pablo Picasso’nun ünlü eseri Guernica’yı görmeye gittik. Burası 18. yy dan itibaren Madrid hastanesiyken 1992 yılında restore edilerek müzeye dönüştürülmüş. Reina’nın Prado’dan farkı, 20. yy ressamlarının eserlerinin sergileniyor olması. Salvador Dali, Picasso, Miro gibi.
Madrid’in diğer ünlü müzesi Thyssen de buraya çok yakın. Bu müzede sergilenen eserleri Baron Thyssen ve oğlu toplamışlar. Burada Picasso, Van Gogh, Goya, Tiziano, Rubens gibi çok bilinen ressamların yanı sıra adını hiç duymadığım ressamların eserleri de vardı. Toplam 800 eserlik küçük bir müze burası.

Müze severler için bu bölgede üç müzenin de birbirlerine yürüme mesafesinde olması büyük avantaj. Sabah açılışla başlanırsa bir gün içinde üçü de gezilebilir. Hem aynı gün kullanmak şartıyla üç müze için alınan bilet de çok avantajlı.
Madrid’deki son günümüz çok hareketli geçti. Sabah kuzenimle kadın kadına ünlü Calle Serrano caddesine gittik. Burası İspanya’nın en meşhur markalarının butikleriyle dolu, Adolfo Dominquez, Loewe gibi. Saatlerce mağazalara girip çıktık. Yoruldukça, cadde üstünde bulunan küçük şık kafelerde molalar verdik, büyük ve güzel çınar ağaçlarının altında lezzetli İspanyol şarapları içip sohpet ettik. Madrid’i, kendilerine has, şık bir giyim tarzları olan Madridliler’i kendi günlük hayatları içine karışıp izlemek büyük bir zevkti.
Burada yaşlı nüfus oranı çok yüksek, ortalama ömür süresi de 93 tü yanılmıyorsam ama bu yaşlı insanlar tamamen sosyal hayatın içindeler. Asya’lı bakıcılarıyla, aileleriyle, arkadaşlarıyla ya da yalnız dışarıda ve sokaktalar. Ve biraz abartılı gelse de çok şıklar, erkekler takım elbise, kadınlar döpiyes giymişlerdi o sıcakta. Kullandıkları çantalar, fularlar, dantelli göğüs cep mendilleri, şapkalar ve özellikle (kim bilir kaç nesildir kullanılan) kadınların yakalarına taktıkları broşlarla her biri sıra dışı bir sokak defilesinin mankenleri gibiydi. Her ne kadar parmak arası terliğim, sırt çantam ve ince tshirtlerimle kendimi rahat hissetsem de bu insanların giyim tarzına ve gösterdikleri özene hayran kaldım.

Calle Serrano caddesinden Plaza De Colon’a Kristof Kolomb meydanına yürüdük. Bu meydanda Kolomb’un bir heykeli var.Kristof Kolomb işaret parmağıyla Güney Amerika’yı gösteriyor bu heykelde.
Aşağıdaki fotoğraf ta bu meydana çok yakın bir yerde çekilmiş Botero’un ünlü, bir elinde aynası olan kadın heykellerinden biri.

İspanya ve Flamenco; son gecemizi İspanyollar’ın ünlü dansı Flamenco’yu seyretmeye ayırdık. Plaza De Espano caddesindeki Las Tablas tavernasındayız, bir gece önce rezervasyon yaptırdık buraya. Bu aralar yani Haziran ayının son günlerinde Flamenco festivali de var Madrid’de ama maalesef bu gece için hiçbir yerde bilet bulamadık. Burası 10-15 masalık küçük bir taverna. Sahnede beş kişi var, iki kadın üç erkek. Erkeklerden ikisi sahnenin gerisinde sandalyede oturdular, biri şarkı söyledi, diğeri gitar çaldı, İki kadın ve bir erkek yaklaşık 1.5 saat acılı aşk şarkılarıyla dans ettiler. Gösteriden memnun çıktık salondan. Dışarı çıkınca yine şaşırdım, saat yaklaşık 22:00 ama dışarısı gündüz gibi.
Plaza De Colon caddesindeki teras kafelerden birinde Madrid’e veda ediyoruz sanki akşam üstü gibi.
Mitra,
12.10.2018, Beşiktaş
Not: Haziran 2016 yılında yaptığım İspanya seyahatimden notlar, bir çeşit yeniden düzenleme. Ayrıca bu gezide, Burgos, San Sebastian, Toledo ve Pamplona şehirlerini de gördük….Umarım onları da başka bir sefer yazarım, hepsi de sayfalar dolusu anlatılmayı, tekrar tekrar görülmeyi hak ediyor.
Bunu beğen:
Beğen Yükleniyor...