Yalit ve Libo

img-20170205-wa0016Koca göbeğini sıkıntıyla kaldırıp bir kaç kere yanıma iyice yaklaştı ve her iki elinin işaret ve baş parmaklarını birleştirdiği delikten bana baktı

 

Güneş yükseldikçe hava iyice ısındı. Eski taş ocağına iki kilometre kala mola verdiler. Meydandaki kahvenin tütün rengi taş duvarına, gün yüzü görmeyen iç kıvrımlarından eskiden turuncu yeşil olduğu anlaşılan tentenin gölgelediği bakkalın kapısına, kasabaya yolcu taşıyan sarı siyah bordürlü köhnemiş minibüslere asılan el ilanlarına göre seçmeler orada, eski taş ocağında yapılacaktı. Ayaklarındaki plastik terlikler toprak yolla her buluşmasında toz havaya kalkıyor, saçlarına, boyunlarına, ellerine, açıkta ne varsa orada hatta burun deliklerinde bile birikiyordu.

Yalit’in daha küçük bir kızken başlayan oyuncu olma hayali neredeyse gerçek olabilirdi, şansını deneyecekti. Günlerdir onunla gelmesi için  Libo’ya dil döküyor, yalvarıyordu.

Yolun İki tarafındaki okaliptüs ağaçlarının gölgesine sığınarak, gittikçe yavaşlayan bir tempoda durmuşlar, yokuş başında verdikleri molayı bitirmişlerdi. Libo sırt çantasından çıkardığı plastik şişeyi ablasına uzattı. Beriki kana kana içti sudan ama peynirli sandviçden yemek istemedi, tıkanmıştı. Libo elindeki ekmeğin ucundan küçük bir ısırık aldı sonra da çantasına, aldığı yere koydu. 

İkişerli, üçerli öbekler halinde köydeki kadınlar da onlar gibi seçmelere katılmak üzere yanlarından geçiyor, kadınların selamıyla konuşmaları sık sık bölünüyordu. Köyün başına gelen bu sıra dışı olay nerdeyse bir aydır gündemdeydi. Ancak köyde bir ölüm ya da yeni bir bebek haberi kısa bir süre için liste başı oluyor, bir kaç gün sonra bu şüphe dolu, belirsiz seçmeler listede tekrar eski yerini alıyordu. 

Libo okulda çocuklara anlattığı tavşan ve kaplumbağa hikayesini abartılı bir ses tonuyla anlatmaya başladı, gülüştüler, elini uzattı ve ablasının kalkmasına yardım etti. 

Bitmek bilmeyen tadilat bahaneydi aslında, hükümet ana okulu sınıflarına ödenek ayırmıyordu, oysa o maaşının dörtte birine bile çalışmaya razıydı, çocuklar akşama kadar sokaklarda başıboş kalıyor, hiç bir şey öğrenmeden aylar geçiyordu.

İlanda potansiyel oyuncu yazıyordu, potansiyel kadın oyuncu, 19-26 yaş arası!? Ne dedikodular dönmüştü bunun üzerine, sonu gelmez paranoyalar üretilmiş, işi kadın ticaretine kadar vardıranlar bile olmuştu. Kadın aramaları ve bu kadar genç yaşta kadın aramaları hayra alamet değildi. Libo ne dedikodulara kulak kabarttı ne de seçmelerle ilgilendi ama kıyamamıştı ablasına. Küçük bir kızken oynadıkları oyunlarda ablası kah elindeki tahta kaşığı mikrofon yapar şarkı söyler, kah abartılı vurgularla yazları açık hava sinemasında gördükleri aktrisleri taklit ederdi. 

Yalit pek seçeneği olmasa da eli yüzü düzgün bir elbise giymek için epey uğraştı. Libo, Yalit’in Elindeki siyah topuklu deri ayakkabısını koyduğu naylon poşeti de çantasına yerleştirdi ve  sabah erkenden düştüler yola. 

Anneleri yılda bir kaç kere büyük boy çöp poşetlerine tıka basa doldurulmuş öte beriyle gelirdi eve, çalıştığı evin hanımından, beyinden, çocuklardan, ne olursa artık, bahtlarına ne çıkarsa, bir numara küçük, bir numara büyük…dar ya da geniş. Kalanlar da komşulara pay edilirdi.

Libo, sağ elini gözlerine siper yaparak arkasına, adını çağıran ablasına “yine ne var” der gibi baktı. Elindeki torbayı gösterdi oturduğu yerden, ablası “bunları giy” dedi. 

Libo  başını yerden kaldırmadan sıranın ilerlemesini bekledi, görünmez olmak istiyordu. Karnı burnundaki ablasının yerine de utandı, almamışlardı onu seçmelere, form doldurmasına bile izin vermemişlerdi. Yalvardı Yalit  Libo’ya “lütfen” dedi, “içerde ne olup bittiğini bilmek istiyorum n’olur doldur şu formu”

Dışardaki gök gürültüsü eli kulağındaki yağmuru haber veriyordu. Gri bulutlar kümelendi, ortalık erkenden karardı. Libo aniden açılan pencereyi kapatırken omuzlarına kadar düz inen siyah saçları perdeyle beraber rüzgarda savruldu. Yalit sırt üstü yattığı yerden “Bir daha anlat” dedi Libo’ya “ama en baştan” Libo onun su toplamış esmer ayaklarına, ödem yapmış varisli kara bacaklarına kantaron yağı sürerken, bir daha anlattı.

“Taş duvarlar bir tutam güneş ışığının bile içeri sızmasına izin vermiyordu, Mayıs gölgesi gibiydi içerisi, kuru ve serin.  Refakatçi beyaz keten kapıyı ben girinceye kadar arkamdan tuttu. Arkaya doğru daralan üçgen biçiminde, yüksek tavanlı odanın ortasında uzun bir masa, masanın ardında beş kişi, yani bana bakan on tane göz! Hep senin yüzünden” diye gıdıkladı Libo ablasını, Yalit kıkırdadı, “hadi kaynatma devam et” dedi.

Libo devam etti. “Masanın üstündeki örtü, kapı yerine kullanılan örtüyle aynıydı.” bu sefer Yalit duramadı, araya girecek oldu ama sonra vazgeçti. Libo öyle güzel anlatıyordu ki, sanki karnındaki bebek bile onu dinliyordu.

“Beş kişiydiler” diye tekrar etti Libo, biri kadın, dördü erkek. Kadın çok güzeldi, elli yaşlarında sarışın, beyaz bir kadındı, önündeki kağıt yığınına her bakışında masanın üstünde duran kırmızı çerçeveli bir gözlüğü takıp çıkardı. Soru sormadı, daha çok not aldı ve hep gülümsedi, bence dilimizi bilmiyordu. Onun yanında oturan adam çok gençti. Yok, aslında genç görünüyordu, gülünce gözlerinin kenarları kırışıyordu. Kibardı ve sanki birini arıyor gibiydi. İnce yapılı, orta boyluydu. Kumral saçları ensesinden kısacık kesilmiş, alnına düşen bir tutam perçemini biçimli, ince parmaklarının arasında karıştırırken yüzü gölgeleniyor sanki uzak geçmişten bir şeyler hatırlamaya çalışıyordu.  Beni ayakta adımla karşıladı, elimi sıktı ve arkadaşlarıyla tanıştırdı. Elindeki ayakkabı tekiyle sinderella’sını arayan prens diyeceğim ama öyle de değil. Bulunmak isteyen oydu sanki, küçükken anlattığı hikayelere inanan kadını, ona ayakkabısını giydiren rehber annesini arıyordu. Yani patron oydu “tamam işte bu!” Dediği an bitecekti iş, gerisi detaydı. Patronun yanında, kalın camlı, siyah çerçeveli gözlükleri olan yaşlı bir adam vardı. İçerisi serin olmasına rağmen terliyor, gri beyaz fularıyla sürekli siliniyordu.  Koca göbeğini sıkıntıyla kaldırıp bir kaç kere yanıma iyice yaklaştı ve her iki elinin işaret ve baş parmaklarını birleştirdiği delikten bana baktı. Biraz geriye gitti ve bir daha baktı. Diğer iki genç adam da patronun baş işaretiyle masadan kalktılar ve pat pat pat sürekli fotoğraf çektiler.” 

Önlerindeki kağıtlara notlar almış aralarında fısıldaşmışlar, yandan ve önden fotoğrafı çekilirken başını kaldırması için defalarca uyarmışlar onu. Bir takım sorular sormuşlar, Telaşla koşturmasını istemişler, telaş ve endişeyle, sanki düştüğü yerde avazı çıktığı kadar bağıran, ağlayan bir çocuğa gider gibi.. Eline küçük bir kumaş parçası, bir de iğne iplik vermişler, “dikiş dikerken mırıldan” demişler “annenin sana küçükken söylediği, veya büyükannenin söylediği bir şarkı olsun.” Üzgün görünmesini istemişler; sevinçli, ya da heyecanlı. Gülmesini istediklerinde başını eğmiş Libo, omuzlarını kaldırıp, elini ağzına götürmüş.

Son aşamada da eline bir fotoğraf vermişler, siyah beyaz bir fotoğraf, bize bir şeyler anlat demişler, bu fotoğrafın öyküsünü.

“Yılın bu mevsiminde köyümüzün erkekleri pek ortalıkta olmaz, kimi Güney’e gider çalışmaya kimi dağlara arı kovanlarını toplamaya.” Diye bir girizgah yapmış Libo elindeki fotoğrafa bakarak, erkek kalabalığına yandan giren, sadece kafası görünen  çocuğu göstermiş, “şu sağdaki beyaz bereli küçük çocuk benim, 7-8 yaşlarındaydım o zaman” demiş. Ellerindeki kadehleri neşe içinde havaya kaldıranlar da babam, abilerim, Yalit’in kocası, komşumuz Robi ve oğulları, arkadakiler de kuzenlerim” diye devam etmiş, “köyü kımıl zararlılarından kurtaran kavalcı, ona sözü verilen 10 altını alamayınca, köyün erkeklerini önüne katıp, güneşin arkasını görmeden öğlen yönünde yürümüşler.”

“sen niye kaldın?” diye sormuş patron; kocaman, aydınlık bir gülümseme varmış yüzünde, ayağa kalkmış ve iki eliyle birden sıkmış Libo’nun elini. “iyi ki kaldın” diye eklemiş sonra.

29/05/2019,

Yelda UGAN

 

       

 

 

Reklam

Kadınlık Alemimizde Mühim Bir Hadise Oldu..

 

img_2215

Salt Galata’da bir sergi; modern zamanların göçebe ressamı, Mihri,

Memlekete Meşrutiyet’le birlikte hürriyet, müsavat [eşitlik] uhuvvet [kardeşlik] geldi ama bütün bu nimetlerden sadece erkekler istifade ediyor, kadınlar hala olduğu yerde, bir adım bile ileri gitmiş değiller. Acaba bu imtiyaz nereden geliyor? (…) Bugün her yerde müsavat ve adaletten söz ediliyor. Fakat İnas Sanayi-i Nefise Mektebi [kadınlar için güzel sanatlar okulu] nerede? Hep yapılanlar erkekler için.”

Mihri Müşfik…Onun adını ilk defa 2016 yılında, Kadıköy’de Sabancı Üniversitesi’nin düzenlediği Cins Adımlar, Toplumsal Cinsiyet ve Hafıza Yürüyüş’ünde duydum. Moda’da Bakla Tarlası Apartmanının önünde. 19. yüzyıl sonunda, burada bir konak varmış, ilk kadın ressamlarımızdan Mihri Müşfik hanımın babası, Tıbbiye nazırı Dr. Rasim’in konağı.

İkinci kere de Tevfik Fikret’in Aşiyan’daki müze evinde karşılaştık onunla. Anlatacağım.

Artık izini sürer oldum Mihri’nin, bugün de burda Salt Galata’da onun için hazırlanmış bir sergideyim. Hakkında ne kadar belge, fotoğraf, gazete kupürü, mektup varsa toplanmış ama yine de mezarı dahil resimlerinin bir kısmı nerede bilinmiyor.

img_2219Sergiden aldığım notlar ve çektiğim fotoğraflardan küçük alıntılar var bu yazıda. Sergi 9 Haziran’a kadar açık ama asıl külliyat  burada

Babasının II. Abdülhamid’in Sağlık Bakanı, halasının da Sultan’ın eşlerinden biri olması nedeniyle ayrıcalıklı bir çevrede büyür. Saray ressamı Zonaro’dan resim dersleri alır.

1910’da Osmanlı İmparatorluğu’ndaki ilk resim koleksiyonunu oluşturmak üzere Müze-i Hümayun (Bugün İstanbul Arkeoloji müzeleri ) bütçesine ek ödenek verilir. Elvah-ı Nakşiye koleksiyonu için Berlin, Paris, Viyana, Madrid gibi şehirlerdeki müzelerden tablolar seçilir. Bu çerçevede Mihri’nin La Bohemienne Çingene Kızı kopyası, koleksiyona katılan diğer eserlerle 1915 ve 1945’te İstanbul’daki Güzel sanatlar Akademisinde sergilenir. Bugün Çingene kızı İstanbul Resim ve Heykel müzesinde sergileniyor.

img_2240

Osmanlı Devleti tarafından üniversite seviyesindeki İnas Sanayi-i Nefise Mektebi’nin (Kızlar İçin Güzel Sanatlar Okulu) 1914’te kurulmasına önayak olur. Avrupa’da bile pek çok ülkede henüz kadınlar devlet akademilerine öğrenci olarak resmen kabul edilmezken Mihri, İstanbul’daki bu okulun ilk kadın yöneticisi ve öğretmenidir. Kız öğrencilere ilk defa şehrin sokaklarında, açıkhavada resim yaptıran;  onların çıplak modelle çalışmasını sağlayan; kadın ressamları ilk kez toplu bir sergi açmaya teşvik eden kişi hep oydu

Mihri 14 Ekim 1918 tarihinde, Şişli’deki evinde yaklaşık 10 gün süren bir sergi açar. İlk kişisel sergisidir bu, mekan olarak evini seçmesi, resimlerini görsünler diye kapısını davetlilere açması da alışılmışın dışında bir ilktir. İstanbul’da son dört yılda ürettiği eserlerden oluşan sergi, ziyaretçiler ve yerel basından yoğun ilgi görür. Kemal Emin Temaşa dergisi için hazırladığı bir yazıda, Mihri’nin eserlerinin “kadınlığı kadınların daha iyi takdir ettiğinin” göstergesi olduğunu belirtir.

img_2248

Resim Sergisi: İnas Sanayi-i Nefise Mektebi Resim Muallimesi Mihri Müşfik Hanımefendi’nin dört senede İstanbul’da vücuda getirdikleri kıymettar tablolarından mürekkep olup evvelce küşat ettirilen sergi yarınki pazartesinden itibaren bir hafta müddetle umumun ziyaretine tahsis edilmiştir.

Sergi Bomonti civarında Bulgar Çarşısında Arpa suyu sokağında 24 numaralı hanede sabahtan akşama kadar küşadedir. 13 Ekim 1918, Tasvir-i Efkar gazetesinin ilanı

Şişlide Resim Sergisi, Şişli’nin müreffeh ve asude muhiti içinde, geçen hafta kadınlık alemimizde mühim bir hadise oldu: İnas Sanayi-i Nefise Mektebi muallimlerinden Mihri Müşfik hanım, dört senelik bir devr-i tahassüsün maddi tezahürleri olan eserlerini umumun istifadesine vaz etmek üzere bir sergi teşhir ettiler. Sergi, hususi bir ikâmetgahın mesut, samimi ve mütevazi havası altında bütün zahirlerin ruhunda, sanat ve hasen ile meşbu bir heyecen uyandırıyordu. Eserler ve sanatkarı hakkında gelecek nüshamızın büyük bir kısmını vakfedeceğimiz için, şimdi bu hususta fikirlerimizi söyleyeceğiz. Yalnız çok dikkate şayan gördüğümüz bir noktaya işaret etmek istiyoruz: sergiyi ziyaret eden herkes, hemen umumiyetle, bütün takdirlerden evvel hayretini söylüyor: “Bizde bir kadın sanatkarın, hususi ve sırf şahsi teşebbüsüyle memleketimizin en fazla yabancı olduğu bir sahada bu kadar muvakkafiyet göstermesi bütün tassavurların fevkinde bir harikuladelik gösteriyor.” Bu belki muhitini daima aşağı gören, bizde kadınlığın mevkiini aşağılatmakta zevk duyan ben-bin ruhiyenin kırıntı şeklinde herkesin ruhunda kalan parçaları arasından sızmış bir hükümdür. Yalnız sergiyi ziyaret etmiş bir erkek ressamın ifadesine göre, Mihri Hanım, renkleri anlamakta  ve eserlerine ruh koymakta bütün ressamlarımızı geçmiştir. Biz de kendi kanaatimizce mahalli ve milli olmakta muhitini duymakta, değil yalnız ressamlarımıza hatta şairlerimize bile numune olabilecek olan Mihri Hanım, hakikatte aynı zamanda iyi bir ruhiyatçı ve mütefekkirdir. Türk kadınlığı, Mümtaz sanatkarı ile iftihar edebilir….Genç Kadın 24 Ekim 1918

Mihri sıklıkla ilk eşinden ötürü Müşfik soyadıyla, kimi kaynaklarda da baba adı olan Rasim’le ya da yalnızca adıyla anılır. ABD’deki adreslerini gösteren belgeler ile göçmenlik belgelerinde, Mihri Rassim ve Mihri Rassim Paşa’nın yanısıra, ikinci eşinden dolayı Mihri Rassim Virzi adları kayıtlıdır. Yüksek sınıf ve aile kökenini öne çıkarmak maksadıyla kendini Prenses Açba Rasim Paşa olarak tanıttığı da olmuştur.

img_2236

Mihri, İnas Sanayi-i Nefise Mektebi’nin açılmasıyla İstanbul kültür ortamının önemli simalarından biri haline gelir. Dönemin öncü sanatçı ve aydınlarıyla yakın ilişkiler kurar. En samimi dostlarından Tevfik Fikret’i Aşiyan’daki evinde ziyaret eder, şiirlerini yorumlar, portrelerini resmeder. Şairin son dönemlerinde sık sık yanına giden Mihri, öldüğü sabah yüzünün alçıdan kalıbını çıkarır. Bu mask çalışmasının Türkiye’de bir ilk olduğu düşünülmektedir.

“Yukarda bir hanımefendi var, resimlerimi yapıyor. Bilseniz Rübab’ı o kadar güzel okuyor, o kadar güzel tefsir ediyor ki, yazdığım şeyler bu kadar manidarmıymış diye şaşıyorum. Bana beni anlatmaya başladı.” Tevfik Fikret 

“O Gün kendi eliyle buzlu şerbetler ikram etti. ‘Siz bunları içinceye kadar bana müsade edin. Yukarda hanımefendi beklemesin, izin verirse yaptığı resimleri de getiririm’ dedi. Bastonuna dayanarak çıktı. Yarım saat sonra tekrar indi. Ressam Mihri hanımın pastelle ve kara kalemle yaptığı tasvirleri getirdi. Bir profil vardı ki onu çok seviyordu. ‘Bakın bu ne güzel benim başımı ne harikulade gösteriyor. Şöyle burna doğru geldikçe incelen bir baş, Şu burnum biraz daha uzasa bir fil başı gibi olacağım!’ dedi. Güldü.” Ruşen Eşref, Tevfik Fikret hayatına dair hatıralar, 1919

231dd5c8-15c6-460e-9d50-93bb6d8192b7

“Evvelki gün loş, durgun, eylül sonu kadar hüzünlü bir sabahtı. Odasının bütün pencereleri açıktı. Oymalı ceviz karyolasında göğsü kabarık, çıplak ve dolgun kolları beyaz yorganın dışında, yatıyordu. Daha iki gün evvel, layemutu simasını kağıtlar üzerinde yaratmaya çalışan ressam kadın, siyah çarşafı, siyah peçesiyle simsiyah bir kelebek gibi, şairinin matem rengine bürünmüş ilhamı gibi ayak ucunda çırpınıyor, hıçkırıyor, ellerine, kollarına, alnına konuyordu.” Ruşen Eşref “Tevfik Fikret Ölüm Döşeğinde”

img_2268Sabah olunca, cenazeyi yıkayıp tekfin edecek olan adamlar gelmiş, aşağıdaki odada bekliyorlardı. O esnada, sıkı sıkı siyah bir çarşafa bürünmüş ve yüzünü de kalın bir peçeyle örtmüş ufak tefek bir hanım gelmiş, mutlaka beni görmek istiyormuş, yukarı çıkardılar. Bu kadıncağız o kadar çok ağlıyordu ki, peçesi ve çarşafının önü sırılsıklam olmuştu. Katiyyen peçesini açmak istemedi. Fakat sesini tanır gibi oldum. Benim teşrih hocam ve Kadıköyü’nde komşum doktor Rasim Paşa’nın ikinci kızı, şöhretli ve kabiliyetli ressam ve heykeltraş Mihri Hanım imiş. Ağlaya ağlaya benden rica etti, Fikret’in çehresinin maskesini ve sağ elinin kalıbını almak istedi. Merhumun yazı odasında görmüş olduğum natamam portreleri de o yapmış ve bunun için de beş on gün Fikret’in misafiri olmuş imiş. Su ve kap hazırladık, gözümüzün önünde o kalıpları yaptı aldı ve Fikret’in henüz sırtında bulunan gömleği de pek kıymetli bir yadigar olarak olarak saklayacağını vadederek istedi ve yine çok ağladı. Merhumun refikasının da iznini alarak bir makasla, gömleği keserek sihri Hanım’a verdim….” Rıza Tevfik Bölükbaşı, Tevfik Fikret hayatı, sanatı, şahsiyeti, Kitabevi yayınları 2005

Bu sergiyle beraber umalım ki Mihri, Türk sanat tarihindeki gecikmiş yerini almış, orda görünür olsun. Evden kaçtığı, 1903’de Roma’ya gittiği, Amerika’da sefalet içinde yaşadığı ve kimsesizler mezarlığında olduğu yazıldı bugüne kadar. Hala çok eksik, topluca eserlerinin olduğu bir katalog bile yok ama Mihri bu yazılanlardan çok daha fazlasıydı. Birinci Dünya savaşı’nın toplumsal hayatı derinden etkilediği yıllarda o kadınlar için bir sanat okulu kurulmasına ön ayak oldu, kamuya evini açarak orada eserlerini sergiledi, bugün bile hala uygulanan yöntemle eserlerini kartpostallara basarak satın alamayanlara küçük bir bedelle sundu. Amerika’da kadınların oy hakkı için Elenor Roosevelt’le beraber çalıştı ve onlar için resim yaptı.

O kök salacağı yeri kendi seçmek isteyen, tutkuyla var olan göçebe bir ressamdı.

21/05/2019, Beşiktaş

Yelda UGAN

 

 

 

 

 

 

 

Midilli; Dipi ve Plomari

Her güzel şey gibi Midilli günlerimizin de sonuna geldik, Lesvos’a tekrar görüşmek üzere veda ediyoruz artık. İstikamet Öğlen yönü (Marco Polo’nun seyahatnamesinde Güney’e verdiği isim)

Plomari ve Pappados

P_20170626_103639_1_p-300x169.jpg

Kalloni üzerinden Midilli’ye giderken Pappados yol ayrımından saptık. Solumuzda kalan Gera körfezi boyunca 20dk kadar yol aldıktan sonra Dipi’de mola verdik. Aslında durma nedenimiz Susamlı pastanesi. Burası dışardan körfeze bakan salaş bir kahve gibi görünüyordu, tahta masalar, renkli sandalyeler. Sabah temizliği yeni yapılmış, her yer yıkanmış, sarmaşıkların koyu gölgesi, çiçek kokuları.
Sipariş için kimse gelmeyince kahvelerimizi söylemek için içeri girdim. Alice gibi sihirli bir aynanın içinden geçmiştim sanki, karşımda kocaman bir mutfak duruyordu. Fırından yeni çıkmış, kokuları kahve kokusuna karışan yüzlerce çeşit pasta, börek, kurabiye, ekmek, çörek…yerler siyah beyaz seramik karo, fırından çıkanların tepsilere dizildiği kırmızı ahşap dolaplar, tezgahlar, ekmeklerin konduğu sepetler, cam bölmelerin arkasında renkli şekerlemeli tartlar…harikalar diyarı!!

P_20170626_101140_1_HDR_p-300x169.jpgKahvelerimizi içerken, önümüzdeki masada sanki belediye encümen üyeleri ya da halk konseyi toplanmış (anladığımız kadarıyla) politika konuşuyorlar diye düşündüğümüz bir grup yaşlı insan vardı. On kişi kadardı, biri kadın diğerleri erkek. Kimse kimsenin sözünü kesmiyor, bağırmıyorlar, birbirlerini sabırla dinliyorlardı.
Hesabı ödemek, biraz da yolda yemek için kokularıyla mest olduğumuz poğaçalardan almak istiyorduk. Kasaya biraz önce dışarda gördüğüm, masadaki tek kadın geldi, biraz sohbet ettik. Gerçekten politika konuşuyorlarmış, özellikle ağır vergilerden dolayı Siriza’ya çok kızgınlarmış. Susamlı pastanesinin bir şubesi de Ayassos’daymış, her gün bütün çeşitler taze yapılıyormuş. Yol ve güzergahımız hakkında bilgi alıp Pappados’a doğru yola koyulduk.

 

IMG-20170627-WA0052-300x169.jpgPappados’a Gera körfezi üzerinden giden herkes buradan, Dipi’den geçer, yola çıkarken kahvaltı yapmayın ve Dimitra’nın Susamlı pastanesinde bir mola verin.
Pappados, Barbaros Hayrettin Paşa’nın doğum yeri. Barbaros İtalyanca’da barba-rosa kızıl sakal anlamına geliyormuş. Ünlü Kaptanın asıl adı Hızır Reis iken Kanuni tarafından Hayrettin ismi verilmiş.
Burada zeytin yağı fabrikası ve zeytin yağı müzesi var. Yılın bu mevsiminde (26 Haziran) fabrikada üretim olmazmış, dolayısıyla görülecek de bir şey yokmuş, insanlar üretim sürecini görmek ve yeni mahsul ürün almak için sonbaharda gelirlermiş.

Vrana Zeytin yağı fabrika müzesi,

IMG-20170627-WA0033-300x169.jpg

Midilli ve Ege’de kurulmuş olan buhar makinalı fabrikaların ilklerinden biriymiş. 1887 yılında Midilli’nin en önemli köylerinden, asırlarca zeytincilik bölgesi olan Papado köyünde Nikolaos Vranas tarafından kurulmuş. Zeytinyağı fabrikası zamanının en önemli sanayi kuruluşuymuş.
70’li yılların başına kadar aralıksız faaliyet gösteren, eşsiz mimari değeri olan bu sanayi eseri daha sonra kaderine terkedilmiş.
Ege bölgesinde önemli kültürel faaliyetler yürüten ve kar amacı gütmeyen Arhipelagos kuruluşu 1999’da mülkiyeti devralarak müze yapma girişimine başlamış. Restorasyon, müze dönüşümüne ilişkin proje çizimi, makinaların bakım ve tamiriyle çalışır hale getirilmesi, muhasebe kayıtlarının arşivlenmesi derken müze 2009’da açılmış.

IMG-20170627-WA0051-169x300.jpg

Müze görevlisi ilgili ve nazik bir kadındı. bizim için dökme demirden, gümüşi, kocaman bir anahtarla geldi. Arkasından siyah, demir çubuklarla desteklenmiş, epey bir güngörmüş ahşap kapıyı gıcırdatarak açtı. Yüksek tavanlı, loş bina serin ve kuruydu, ünlü Yunan ressamlarının muhasebe defterlerinden esinlenerek yaptıkları ve müzeye hibe ettikleri eserlerden oluşan bir resim galerisi iç kısımdaydı.
Taş binaların ortaladığı iç avluya çıktık. Burası asırlık ağaçların koyu gölgesinde kalan, yaz sıcağında vaha gibi bir yer. Ayasofya renkli kalın fabrika bacası ve hemen karşısında, ısrarla zamanı gösteren güneş saati, sarnıçdan gelen su sesine karışan kuş sesleri…bir zamanlar fabrika tıkır tıkır işlerken bu sarnıçdan akan sıcak suda köyün kadınları çamaşır yıkarlarmış.
Ayrılırken müzenin hediyelik eşya mağazasından biblo vari estetik cam şişelerde “0” asitli kiloluk zeytinyağlardan aldık.

IMG-20170627-WA0054-169x300.jpg

Plomari,

Pappados’un içinden, yer yer toprak yollardan, çınar ağaçlarının arasından yine doyumsuz bir manzaranın eşliğinde, Skapelos’dan sonra Plomari’ye, deniz kenarına indik.

1860 yıllarında Efstathios I. Varvagiannis Rusya’nın Odessa şehrinden damıtmanın deneyimi ve bilgisiyle yüklü olarak Lesvos’un Plomari şehrine ulaşır. Lesvos’un yani Midilli’nin uzonun ana vatanı olma hikayesi de böylece başlamış olur.
Plomari’de o dönemde sınai üretimi çok yüksek, uluslararası ticaret de en verimli dönemindeymiş. Liman hayat dolu ve bir çok ürün dünyanın öbür ucuna buradan seyahat edermiş.
Ayrıca uzonun yapımında belirleyici rol oynayan anason, etil alkol yapımında kullanılan üzüm ve Plomari’nin eşsiz kaynak suları da fabrikanın ürettiği uzonun tadına tad katmış ve dünya çapında tanınmasını sağlamış.
O zamandan bu yana uzo Varvagianni Ble (mavi) ismiyle meşhur olmuş ve

P_20170626_124510_1_p-300x169.jpg
Deniz kenarındaki fabrikanın girişinde, büyük cam duvarlı uzo müzesini gördük önce. Ünlü mavi etiketin şişelenmesi ve yapıştırılmasında kullanılan ilk aletler, 1858 yılında İstanbul’da imal edilen ilk damıtma kazanı ve Varyagianni ailesinin sayısız fotoğraflarıyla belgelenmiş uzonun kadim tarihi.

Agios İsidoros

Her renkten birer şişe uzo alıp Plomari’ye 2km uzaklıktaki altın kumlu Agios İsidoros plajına gittik. Aslında tam olarak kum denilemez, daha çok prinç tanesi büyüklüğünde ama daha büyükleri de var ve kehribar rengindeki bu taşlar suyun içinde renkleri açılıp altın gibi parlıyorlar. Burası Vatera’ya kadar uzanan 6km’lik bir plaj. Deniz sodalı gibiydi sanki, milyon tane minik hava kabarcığı içinde serin, berrak ve tertemiz. Bütün öğleden sonrasını burada geçirdik. Fakat sahil çok kalabalıktı, dönüşte arabamızı parktan çıkarmak için arkadaki arabanın sahibinin bulunması için 15dk beklemek zorunda kaldık. Daha sakin bir deniz kenarı ve lezzetli Yunan yemekleri için illaki Vatera plajı diyorum. Burada yani Agios sahilinde pizza, hamburger, köfte gibi cafe yemekleri bulabildik sadece.

P_20170626_124732_1_p-300x169
Dönüş yolu tam bir maceraydı benim için Memo ısrarla “Plomari’nin içinden dağ yoluna çıkalım, Kalloni’ye bağlanırız” dedi. Ama ben daha Plomari’yi çıkar çıkmaz dönelim diye ısrar ettim. Çünkü 5km boyunca yolun ortasına dik yamaçlardan düşmüş kocaman kaya parçalarının arasından geçerek yola devam etmek zorunda kaldık. Ama sonrasında küçük dağ köylerinin virajlı yollarından geçerken yine yüreğim ağzıma gelse de bu riski göze almaya değdi doğrusu. Adanın her tarafında mor çiçek açmış bodur çalılar bu yol üzerinde hem daha büyük hem daha sıktı. Plomari’den sonra Poleohari, Akresi, Ambeiko derken dağlara tırmandık, sonra yine gide gele mihenk taşımız olan tanıdık Kalloni körfezi üzerinden Molivos’a vardık.

Mantamados

Bu sabah otelimizden ayrılıyoruz. Son gecemizi Mytilene’de geçireceğiz. Sabah 10 gibi yola koyulduk. Stipsi ve Pelopi üzerinden Mantamados’a doğru gidiyoruz.
Radyoda Emel Örgün’le yapılan röportajı dinliyoruz. Herhalde bir İzmir kanalı, Emel Örgün Bursa İnegöllü’ymüş, Bursa Büyükşehir Belediye Konservatuarını bitirmiş ve 2008 yılında Kültür Bakanlığı Türk Halk Müziği mahalli sanatçı ünvanını almış. Köy köy gezerek saklı kalmış türküleri ortaya çıkararak 35 tane türkü derlemiş. Ezel Akay’ın Bursa’da çektiği “Hacivat ve Karagöz neden öldürüldü” filminde de iki türkü söylemiş. “Deniz kenarında Harman olur mu?” Türküsüyle Mantamados’a vardık.

P_20170627_114908-300x169.jpgTaş döşemeli köy meydanında biraz dolaştıktan sonra açık olan iki kahveden birine, Art Cafeye oturduk. Kasaba, sayıları hayli azalsa da seramik atölyeleri, mandıraları, dolayısıyla peynir çeşitleri ve yoğurtlarıyla ünlü. Ancak peynirciyi dükkanını kapatıp sokağı dönerken yakaladık da bir parça peynir alabildik. Fakat tüm seramik mağazaları kapalıydı. Malum! Yunanistan için uyku vaktinde gelmiştik.

P_20170627_105127_1_p-300x169.jpg

Bir de adanın hac yeri olarak bilinen Taksiarhis Manastırı var. Efsaneye göre korsanlar adayı işgal ettiklerinde 40 rahipten 39’unu öldürmüşler ve sadece rahip Taksiarhis kurtulmuş.
Midilli sokaklarında, duvarlarda bol bol rastladığımız orak çekiçli KKE (Yunan Kominist Partisi) afişlerinden birini de oturduğumuz kahvenin karşısında gördük. Parti, kızıl ada olarak da anılan Midilli’de çok güçlüymüş. Gittiğimiz her yerde gördüğümüz kadın kooperatifleri, kadınların sokakta ve iş hayatındaki etkin konumları, birazdan bu kahvede oturan Mantamados’lularla yapacağımız sohbette de Siriza’ya duydukları kızgınlık, özellikle yaşlıların sade ve rahat yaşam biçimleri, kullandıkları eski arabalar (sadece turistler görece daha iyi arabalara biniyorlardı) bana daha çok seksenli yılların başında Türkiye’ye göçleriyle haberdar olduğumuz Komünist Balkan ülkelerini hatırlattı.
Kahvelerimiz henüz gelmişti ki, eski, külüstür bir araba bir kaç metre ilerde homurdanarak durdu. Arabadan daha yaşlı adamın dışarı çıkması epey sürdü..Kahvenin müdavimlerinden biri bastonuna yüklenerek ayağa kalktı ve arabadan inen, mavi işçi tulumlu şöföre “kapitalist” diye bağırdı. İki ihtiyar uzun uzun gülüştüler,  bagajın çamurlu kapağının arasından zar zor görünen W harfiymiş meğer espirinin kaynağı, araba wolsvagen markaymış…

P_20170627_120220-300x169.jpg

Biz de espiriye gülünce sohbet başladı. Bize de “Merkel” diye takıldı ama biz “hayır” dedik başımızı iki yana sallayarak, “Erdoğan, Türkiye” derken annesinin Ayvalık göçmeni olduğunu öğrendik. Ben de “dedem” dedim “Selanik” dedim ama anlatamadım. Salonica veya daha yaygın adıyla Thessaloniki demeliymişim, Selanik deyince anlamazlarmış.

Mantamados’dan Agios Stefanos’a deniz kenarına indik. Burada küçük bir mola verdikten sonra Türkiye’yi solumuza alıp kıyıdan Mytilene’ye doğru yola koyulduk. Bu taraf adanın güney kıyılarına göre çok daha kalabalıktı, trafik de öyle; adada hiç duymadığımız kadar korna sesi duyduk. Hızlı araba kullanan telaşlı sürücüler çoğaldı, özellikle Türkiye plakalı arabaların sayısı arttı. Büyü bozulmuştu.
Thermi’de Osmanlı’lardan kalma Sarlıca Palas’ın önünden geçtik. 1900’lü yılların başlarında kaplıca sularından yararlanmak üzere Fransız mimarlara yaptırılmış bu otel. Ben otelin açık olduğunu, çalıştığını sanıyordum, oysa kaderine terkedilmiş metruk bir haldeydi. Palas bu virane haliyle bile, lüks ve ihtişam içinde geçen bir dönemin kaçınılmaz sonu gibi duruyordu.
Hiç mola vermeden küçük bir balıkçı kasabası olan Panagiouda’ya kadar geldik. Burada Ekaliptus restoranda karagöz, sardalya ve bol mezeli öğlen yemeğimizden sonra tekrar yola koyulduk.

Mytilene

Bu akşam Mytilene’de kalacağız. Yarın akşam feribotuyla dönüyoruz. Arabayı teslim etmeden önce biraz şehrin etrafını dolaşmak istedik. Havaalanı yönünde Haramida’dan Loutra’ya kadar gidip iki kardeş körfezden biri olan Gera’nın güzel manzarasına bir de bu taraftan baktık.

P_20170627_162655_1_p-300x169.jpgMytile’nin gece hayatı oldukça hareketli. Akşam üzeri sahilin bir arka paralelindeki Ermov caddesi ile sahil arasında kalan sokakları, restoranların masaları dolduruyor. Cadde üstündeki hediyelik eşya dükkanları, sokak aralarında mahseni andıran, tahta döşemeli küçük içki dükkanları, çantacılar, takıcılar, küçük bakallar geç saatlere kadar açık.
Denizden adaya doğru gelirken etkileyici kubbesiyle bizi karşılayan Agios Therapontas kilisesi Ermov caddesi üzerinde. Bu cadde Gataluzi kalesine kadar uzanıyor. Kale hem Bizans hem de Osmanlı’ya karşı korunmak için yapılmış. Kalenin etrafını arabayla da, yürüyerek de dolaştık ama içeri giremedik, güvenlik nedeniyle yasaklanmış.

P_20170628_112554_1_p-169x300.jpgLimanın ucunda Özgürlük Heykeli yer alıyor. Heykel New York’taki ile hemen hemen aynı boyuttaymış.
Yeni cami ve Merkez hamamı da Ermov caddesi üzerinde. Cami ve hamam Mustafa Kulaksız Ağa tarafından 1825’te yapılmış. 1900 de Agios Therapontas kilisesi yapılıncaya kadar Yeni cami şehrin en büyük binası olarak kalmış.
Sabah Ermov caddesi üzerinde bulunan tarihi Panellimio pastanesinde kahvaltı yaptık. Yüksek tavanlı, oldukça büyük bir yer burası, hem Ermov’dan hem de sahil tarafından girişi var. 1900’lü yılların başlarında çekildiğini tahmin ettiğim ada fotoğrafları yarım oval çerçevelerin içine duvar kağıdı gibi oturtulmuş. Burada uzunca bir süre kaldık, adada son yemeğimizi yemek üzere Lena’nın yeri Kalderimi’ye geldik. Burası aynı zamanda adada ilk yemeğimizi yediğimiz yer.

IMG-20170628-WA0005-300x169.jpgKalderimi, pastanenin Ermov caddesi kapısından çıkınca sağda, ikinci sokakta. Galeta ununda kızartılmış patlıcan, içi lor peynir doldurulmuş kabak çiçeği kızartması, şaraba yatırılmış ahtabot ve kahveyle beraber gelen ekmek kadayıfı ile Lena’ya veda ettik.
Adada 7 gece geçirdik ama bu güzelim adayı gezmeye yetmedi. Adada yolculuk yaparken ki 400km yol yaptık hiç sıkılmadık, ya dağ ve deniz manzaralı yollardan ya da her biri ayrı güzellikte, yolları taş döşeli, güler yüzlü sakinleriyle küçük kasabalardan geçtik.

15/05/2019, Beşiktaş

Yelda UGAN

 

 

Midilli Kuzey Rotası

Midilli adasına yaptığımız gezinin 3. bölümündeyiz, rotamız Yunan Rüzgarı yönünde*.

orpheus'un seçtikleri midilli ile ilgili görsel sonucu

Sabahın erken saatleri, Molyvos’dan Vafios yoluna saptık, oradan da Argennos ve Lepetymnos kasabalarını geçip Sykaminia’ya doğru yola koyulduk. Lepetimno dağlarından geçiyoruz radyoda The Animals’dan Don’t let me be misunderstood çalıyor, yollar dar ve virajlı. Yukarı doğru tırmandıkça zeytin ağaçları yerini asırlık kestane ağaçlarına bırakıyor, dik kayaların arasından arada bir açık denizi hatta Baba burnunu bile görebliyoruz. Karşı kıyı Türkiye… Skyaminia’nın içinden, dar ve taş döşemeli sokaklarından geçip Skala Sykminia’ya doğru döndük. Yol hala virajlı ama geniş. Zaten o kadar az araba geçiyor ki, geçse de nazikçe birbirimize yol veriyor, selamlaşıyor, yola devam ediyoruz.

m1.jpg

Mirivillis’in Deniz Kızı Meryem Ana romanına (Panagia i Gorgona’ya) ilham kaynağı olmuş kaya üstündeki küçük kilise yokuş başında karşılıyor bizi. Sonra gölgesinde kitaplarını yazdığı yaşlı dut ağaçları ve altındaki küçük tavernalar. Burada saatlerce oturup, sayfalar dolusu yazmak isterdim.

Meydandan kuzey batı yönünde, ormana doğru kısa bir yürüyüş yaptık. Zaman zaman adanın çeşitli yerlerinde sıkça rastladığımız trekking yolunu işaret eden tabelalar gördük. Buradan, Molyvos’a ulaşmak üzere deniz kıyısı boyunca ilerleyen, Orta Çağ’dan kalma toprak bir yol varmış. Bakalım; belki bir daha ki sefere, Nisan Mayıs gibi ya da Ekim Kasım aylarında tekrar gelmek kısmet olursa…

P_20170623_124920_1_p-300x169.jpg

Goji cafe’de küçük bir kahvaltı yaptık, Öğlen yemeğimizi hakkında iyi şeyler  duyduğumuz Mirivili restoranda yemek istiyoruz. Zaten Goji de Mirivili’nin yanıymış, en yaşlı dut ağacının altında. Ordan gelen müzik sesi yine çok tanıdık, Rum aksanıyla söylenen Türkçe şarkılar, “Bir dalda iki kiraz”, “Aman anam gurbet bana zor gelir”, “Konyalım yürü”

images.jpegRestoranın işletmecisi Vangeli karşıladı bizi. Beyazlar içinde bir denizci gibi giyinmiş. Kırık, aksanlı bir Türkçe ile “yavaş konuşursanız sizi anlayabilirim” diyor. Gerçekten her yerde tavsiye edildiği kadar var. Ve uzo ile başlıyoruz, daha önce yeşilini denediğimizi ve baş ağrısı yaptığını söyleyince Vangeli bize smypnıo (simirio) getiriyor, simirna, İzmir’li kadın anlamına geliyormuş. Bu uzoyu Barbayani fabrikasına özel sipariş ile yaptırıyorlarmış. Başka yerlerde de bu marka uzo var ama Vangeli’lerin simirnası beyaz etiketli euzon olanmış. Biz çok sevdik, içimi rahat, sonrasın da rahatsız etmedi. Yemekler konusunda da Vangeli’nin bize tavsiyelerine uyuyor ve muhteşem lezzetli yemekler yiyoruz. Greek salata, kırmızı şarapla marina edilmiş ahtapot, zeytin, sarımsaklı karides, soğuk balık tabağı, kabak çiçeği dolması ve peynirli mini puf börekleri….Yanımıza iki tane de 20’lik simirnalarımızı alıp Vangeli ile vedalaşıyoruz.

Unknown-1.jpeg

Sykaminia’dan doğu’ya, geldiğimiz yönün tam tersi istikamete Klio’ya doğru ilerledik. Klio yol ayrımından da Tsonia sahiline. Yol aşağı doğru kıvrıldıkça, zeytin ağaçları yerini her iki tarafa da sapsarı kabak çiçekleriyle dolu bostanlara bırakıyor. Burası küçük, gizli bir koy, kumu kızılımsı. Koca sahilde tavanı kuru sazlıklarla örtülü küçük, salaş bir taverna var.  Ama buz gibi Alfa bira ve hafif bir müzikle servis çok iyi. Ada’da hiç bir yer olmadığı gibi burası da kalabalık değil ama boş da değil. Sakin, günlük alışkanlıklarını yerine getirir gibi denize giren, kumsalda sohbet eden oralı insanlar var etrafta, herkes birbirini tanıyor. Kaplıcaya girer gibi giriyorlar denize, sanki onlar için hem şifalı, hem kutsal. Huzurlu aidiyetlerini kıskanmadım değil ama gitmemiz lazım, daha görecek çok yer var!!

Dönüşümüzü geldiğimiz yoldan değil de Kapi, Pelopi, Stipsi üzerinden yaptık. Meydan kahvelerinde oturan, iki kasaba arasında yürüyen sakinlerle selamlaştık yolda. Dağ yolundan, gün batımını takip ederek Molyvos’a vardık. Yani adanın kuzeyinde küçük bir daire çizdik, otelimizden gün batımını kılpayı kaçırdık ama değdi doğrusu.

Bugün Petra’da sakin bir gün geçirmeye karar verdik. Sahilde kitap okuduk, güneşlendik ve denize girdik. Ama deniz kirli ve bulanıktı. Sigri ve Tsonia plajlarından sonra burası iyi bir seçim olmadı. Akşam üzeri otantik Petra’nın otantik çarşısında dolaşıp alışveriş yaptık. Petra Yunanca’da taş veya kaya anlamına geliyormuş. Kasaba bu adı köyün tam ortasında bulunan 35 m yüksekliğindeki kayadan almış. Kayanın üstünde 114 basamakla ulaşılabilen Panagia Glikofilusa adında bir kilise var, sevgiyle öpen Meryem Ana anlamına geliyormuş. Biz hava çok sıcak olduğu için 114 basamak çıkmaya cesaret edemedik ama eminim muhteşem manzarasıyla görülmeye değerdi.

P_20170623_124920_1_p-300x169.jpg

Akşama daha önce rezervasyon yaptırdığımız Moliyvos’daki Trienada restorana gittik. Geleneksel Yunan müzikleri dinlemek, sirtaki izlemek istiyorduk ama Petra’nın sahili gibi burası da bizi hayal kırıklığına uğrattı. Ramazan bayramının birinci günüydü ve turla gelen konukların şikayetleri, siparişleri yetiştiremeyen garsonlar…ilk defa adada stresli ve telaşlı insanlar gördük. O yüzden bayramlarda, ya da Türkiye’deki tatillerde Midilli’ye gitmek isterseniz popüler yarlerden uzak durun.

Unknown-2.jpeg

Adanın Gera ve Kalloni olmak üzere iki büyük körfezi var. Biz bugün Kalloni körfezi üzerinden Vatera’ya gidiyoruz. Petra’dan Kalloni yolunu takip ederek Skala Kalloni’ye geldik. Burası ince kumlu uzun bir sahil. Şirin bir meydanı, küçük ortodoks kiliseleri, tahta masalı tavernalarıyla çok samimi. Sahilde “Bütün insanlar doğaları gereği bilmek isterler” diyen Yunan düşünür Aristo’nun küçük bir büstü var. Aynı büstü Assos’ta da görmüştüm. Aristo Hocası Platon öldükten sonra Atina’yı terk etmiş ve önce Assos’ta sonra da Midilli’de yaşamış. Her iki kıyıya da iz bırakmış kadim filozof.

Unknown.jpeg

Vatera Midilli’de, prinç kadar minik çakıl taşlı, 7 km uzunluğundaki sahili, tertemiz, pırıl pırıl deniziyle en sevdiğim plajlardan biri oldu. Vatera’ya gelmek için Skala Kalloni’den Achladeri’ye kadar bize Kalloni körfezinin güzel manzarası ve su kuşları eşlik etti. Oradan içeriye, Vassilika ve Polichnitos kasabalarını takip ederek sahile ulaştık. Sahil boyunca sıralanmış salaş balıkçılardan birine oturduk. Akpoyialı restoran, burayı da bir aile işletiyordu. Baba, siparişlerimizi aldı, kızları kasada duruyordu; içerde, mutfakta da neredeyse üç nesilden kadınlar yemek yapıyorlardı. Adada karşılaştığımız en az Türkçe ve İngilizce bilen insanlardı. İyi ki bilmiyorlardı, iyi ki her şeyi yanlış getirdiler. Yediğim en lezzetli balıklar, mezeler buradaydı. Anlaşamadığımız için fazladan gelen yemekleri de paket yapıp yanımıza verdiler. Bir de paketin içine ev yapımı yarım ekmek koymuşlardı.

P_20170625_202116_1_p-169x300.jpgKıyıdan Plomari’ye gitmek istedik ama o tarafa Vatera’da yol yokmuş, ya da eskiden var olan bir yol şimdi kullanılamaz durumdaymış. Biz de geldiğimiz yoldan geri döndük. Vassilika yol ayrımından mis gibi çam ve kekik kokularıyla Agiassos’a doğru yola koyulduk. Köye yaklaştıkça kalın gövdeli büyük zeytin ağaçları çamların yerini aldı, ağustos böcekleri de kuşlara bıraktı sözü.
Burası 475m yükseklikte. Yayla gibi, bir anda sıcaktan eser kalmadı, hatta biraz üşüdüm bile. Arabayı köyün girişine bırakıp taş döşeli yollardan yukarı doğru yürümeye başladık ki seramik eşyalar satılan dükkandan birisi çıktı ve ısrarla bizi içeri çağırdı. Adada ilk kez böyle bir ısrarla karşılaştık. Maalesef 2014 yılında seramik fabrikası ya da atölyesi üretimi durdurmuş ve bu kalanlar da son mallarmış, “aldınız aldınız bir daha bulamazsınız” a daha fazla dayanamayıp bir kaç parça seramik küllük, magnet, kahvaltılık kaseler aldık.

P_20170625_194412_1_p-300x169.jpg

Köyün en tepedeki meydanına kadar çıktık. Buradan manzara çok güzeldi. Bu kadar yokuş çıkmamıza değdi doğrusu. Her evin önünde bazen yalnız bazen birkaç kişi sandalyede yada bir duvar çıkıntısının üstüne oturmuş kadınlarla selamlaştık. İstanbul’dan geliyoruz dedikçe bize Konstantiniye ha! Diyerek gülümsediler.
Köy, heybetli Olympos dağının eteklerinde, rivayete göre de 4. yy da yapılan Meryem Ana kilisesinin etrafına kurulmuş. Kilisenin büyük, labirentli bir avlusu, içinde de Ayasos’un tanıtıldığı bir halk müzesi var.

IMG-20170624-WA0049-300x169.jpgKilisenin üst tarafında oldukça hareketli kalabalık bir meydana çıktık. Pazar günü olduğu için mi bilmiyorum meydandaki kahvelerde oturan herkes çok şık, elbiseli, etek buluzlu, inci kolyeli, inci küpeli, saçları topuz kadınlar. Kumaş pantolonları askılı, ütülü gömlekli, bastonlarına dayanarak oturan erkekler. Sanki Ayasos’lular, birazdan başlayacak olan bir töreni fuayede bekler gibiydiler.
Ben sakızlı kahvemi Mehmet Alfa birasını içinceye kadar biz de katıldık onlara. Adanın ünlü ladori peynirini de buradan aldık. Her taraf yemyeşil, dev kestane ağaçları ve meyve bahçeleriyle dolu, dallarda kirazlar, şeftaliler. Meydanda yaşlı bir amcadan da armut aldık. Ellerini göğsüne koyup panora dedikçe anladık ki armutlar amcanın bahçesinden.

  • Marco Polo’nun seyahatnamesinde Kuzey Doğu yönüne verdiği isim.

Yelda UGAN

09/05/2019, Beşiktaş