Mor Gabriel, Deyrulumur

Elinden geldiği kadar iyilik yap, hem yakınlarına hem de yabancılara, Hoş ve tatlı sözlerle konuş, iyilerle ve hem de kötülerle..   Süryani Mor Efrem

img_0562

Deyrulumur, dünyanın ayakta duran en eski Süryani Manastırı, Süryanice “umur” yaşam demek

Çam ağaçlarının gölgelediği uzun parke yol hiç bitmesin istedim. Manastıra girmeden hemen kapının önündeki dut ağacının altındaki bankta kuş seslerini dinleyerek saatlerce oturabilirdim. Kireç boyalı meyve ağaçları, bayır aşağı ovaya inen tarlalar, köşeyi dönerken veya balkondan süzülür gibi geçerken belli belirsiz bir karaltı gibi görünen ama yanındakine gösteremediğin ürkek rahibeler..

Süryanice mor aziz, mort azize demek.

Sıramız geldi ve içeri girdik. Kemerli kapılardan geçtik, taş korkuluklara dokunduk, serin, koyu gölge duvar diplerinden yürüdük, havada temizlikle karışık hafif bir tütsü kokusu var. Her şey zahmetsizce ve kolaylıkla yapılmış gibi hafif. Tepedeki pencerelerden yeni günün ışığı ağır ve kalın parke taşların üzerine sanki ilk kez düşüyormuş gibi mahcup. Güneşin sararttığı kadim Mardin taşlarının yanakları al al kızarmış. 

Hah köyünde olduğu gibi yine, genç, yakışıklı ve son derece kibar, kot pantolon, spor ayakkabılı, fit bir Süryani rehber Kuryakos Acar karşıladı bizi. Biraz aksanlı ama güzel sesiyle ve Türkçesiyle Manastırın Mardin’de yaşayan bir Süryani tarafından kibrit çöpünden yaptığı maketini anlatmaya başladı. 

Sonradan olunmayan, doğulan, Hiristiyanlığı ilk kabul eden bir kavim Süryanilik.

Kendi içinde mezheplere ayrılmışlar; Protestan, Katolik, Keldani, Ortodoks, Nasuri

Ana yurtları burası, Mezopotamya, kökleri 5.500 yıl öncesine uzanıyor. Hıristiyanlık geçmişleri ise sadece 2.000 yıllık.

Kökeni Asurilere, Aramilere, Akadlara ve Babillilere kadar uzanıyor.

Daha çok bulundukları yer Mardin, Cizre, Hasankeyf ve Nusaybin’i kapsayan Tur Abdin bölgesi, yani Süryanice bölgenin adı “Kulların Dağı” demek.

70’lerden sonra çok göç olmuş. Nerdeyse 10 bini İstanbul‘da olmak üzere bugün Türkiye’de 15 bin Süryani kalmış.

Deyrulumur ya da Mor Gabriel Ayasofya ve Karya Kiliselerinden sonra en güzel en eski tavan mozaiklerine sahip,

397 yılında iki aziz rüyalarında Mikail meleği görmüşler, melek yapmalarını istediği manastırın yerini göstermiş onlara.

1615 yıllık bir geleneği ve manastır yaşam tarzını bugün de sürdürüyor. İçinde aktif olarak 60 kişi yaşıyor ve aktif olarak ibadet de eğitim de devam ediyor. Öğrenciler burayı yurt olarak kullanabiliyorlar. 

5. yy’dan bugüne kadar yüzlerce rahip geçmiş burdan belki de binden fazla. İlahiyat fakültesiymiş o zamanlar. Yunanca, Farsça ve Süryanice dillerinde eğitim vermiş.

Harç yok, ne bir parça çimento ne de tuğla. Taşlar birbirine geçecek biçimde tasarlanmış. kilit taşları ve sıkıştırma yöntemi kullanılmış.

Bağlı oldukları merkez Suriye, fakat şimdi savaştan dolayı Lübnan’a taşınmış.

Moğol imparatoru Timur’un istilasına uğramış, manastırda ne kadar altın, gümüş varsa talan etmiş Timur’un ordusu.

Kuryakos’un ardından koridorları geçerek taşların rengi gibi aydınlık bir salona, ayin bölümüne giriyoruz. Klasik her kilisede olduğu gibi oturma düzeni iki taraflı ahşap sıralarla sağlanmış. Bir de namaz varmış Süryani kiliselerinde, halkla beraber namaza durulur, secdeye girilirmiş bu salonda

Hıristiyan inancına göre günahkar doğan çocukların vaftiz töreni de bu salonda yapılıyor. Vaftiz kurnasını gösterirken Kuryakos bunun yani günahkar doğmanın ve ardından vaftiz edilerek günahlardan arınmanın sembolik olduğunu aslında Adem ve Havva’nın ilk işledikleri günahın affı için yapıldığını İncil’den bir hikaye anlatır gibi anlatıyor.

Süryanice toplam 33 harften oluşuyor. Yazılışı da sağdan sola.

Tur Abdin bölgesindeki tüm kiliseler gibi burası da çok sade, heykel, resim ve ikon yok.

Süryanilerin el sanatlalarından bir tanesi de bez basma, bunu yapan teyze Nasra Şammashindi bir kaç sene önce ölmüş. Şimdi kullanılanlar bilgisayar baskısı. Onun yaptıkları, kök boya, taş ve tahta baskısıymış, hatta Nasra teyzenin dokuma tezgahından bir kaç parça Mardin müzesinde sergileniyormuş artık.

Kilisedeki resimler temsili ama nişlerin içindeki 15 mezar gerçek, Mor Gabriel de dahil 12 bin aziz gömülmüş buraya, son defin 1984’de yapılmış, artık mezar olarak kullanılmıyor.

Doğu’dan gelecek olan Hz. İsa’ya saygıdan, ölüler oturur vaziyette Doğu yönünde defnedilirmiş.

Burası Süryaniler için Kudüs’den sonra gelen ikinci kutsal mekan.

Soru sormaya, biraz da sohbete zaman yok, bir sonraki grup bizim çıkmamızı bekliyor. O güzelim taş yoldan çıkışa doğru yürüdük, güneş iyice yükseldi, öğlen oldu. Mezopotamya ovasına nazır, safran çayı içmeye Deyrülzafaran manastırına gidiyoruz.

Yelda UGAN

31/10/19 Geos Tur

 

 

Reklam

Hasankeyf

Ben, Tanrı’nın, insanların dünyada başka nelerin olduğunu öğrenmesi için bizim geri dönmemizi istediğine inanıyorum. Tanrı’ya şükürler olsun! Amin. 

                                   Marco Polo’nun Seyahatnamesinin son satırları.

img_0516
Hasankeyf’in sembolü, Artuk’luların yaptığı köprüden kalan üç ayak

Derler ki, Marco Polo Büyük Kubilay Han‘ın huzuruna çıkmak için çölleri ve dağları aştığı yolculuğunda Hasankeyf’den de geçti.

Çocuklarımıza, torunlarımıza sular altında kalmadan önce “Hasankeyf’i gördük!!” diyebilmek için burdayız.

Yukarı Mezopotamya’da, insanlığın ilk ayak bastığı, tarımın ilk yapıldığı yer. İki nehri kontrol altına almak burdan geçen tüm uygarlıkların en önemli işi olmuş. Batıdan Doğuya, Doğudan Batıya geçmenin tek yolu; bu iki nehri Dicle ve Fırat’ı aşmak..

Batman’ın at başlı petrol kuyularının olduğu Raman dağlarının güney eteklerine, Dicle’nin iki yakasına kurulmuş mağaralar şehri.

Romalılar Dicle nehrinin güvenliğini sağlamak için Hasankeyf kalesini  yapmışlar.

25 Temmuz 2019, Ilısu Barajı su tutmaya başladı.

Şimdilerde kaleyle nehir arasına taştan devasa bir set örülüyor, baraj suları yükseldikçe kireç taşından yapılmış olan kale zarar görmesin diye önlem alınıyor?!!

Hasankeyf bir açık hava müzesi,

Anadolu’nun en eski yerleşim yeri, Japon Arkeolog Yutaka Miyake‘nin höyük kazılarına göre Göbeklitepe ile çağdaş.

Unesco dünya miras kriterlerinin onda dokuzunu karşılayan nadir alanlardan biri.

Avrupa’nın “En tehlikede olan 7 kültür mirası arasında”

Kültür Bakanlığı tarafından 1978’de arkeolojik sit alanı ilan edildi..??!!

Anadolu ve Yukarı Mezopotamya’da Ortaçağ’a ait bütünlüğünü koruyabilen tek kent.

Yerleşik hayata geçişin sembolü,

Sümer, Asur ve Babil döneminden kalma yaklaşık 5.000 mağara var ve 1965’e kadar insanlar bu mağaralarda yaşamaya devam etmişler.

Evliya Çelebi’nin uğramadığı tek yer.

Pers İmparatorluğu ile Romalılar için ileri karakol

Süryani Piskoposluğu’nun ilk başkenti.

İpek Yolu üzerinde önemli bir geçit.

Çocukların oyun oynarken buldukları antik paraların basıldığı Artuklu’ların başkenti,

Selahattin Eyyubi’nin Ortadoğu’dan Haçlıları çıkarmak için 28 sene kaldığı yer.

Bir şey diyelim ama ne diyelim, temenni mi edelim, dua mı?..Arkeolojik kazılar bitmeden, kültür varlıkları taşınmadan, kalenin güvenliği sağlanmadan, Hısnıkef‘e Dicle akmasın mı diyelim?

Aynı gün…Tur Abdin bölgesinden çıkmadan istikamet Mor Gabriel’e

Yelda Ugan

29,10,19 Geos Tur

Midyad

 

img_0483

AŞKA GELMEK

Bir telkâri ustasına gitsem, Uzun gecelerden kalmış Bir uykunun dağınıklığında, Dilimdeki sözcükleri Maharetiyle buluştursam.

Dalgalar biliyorum Gümüş suyu renginden Ve sevdalar biliyorum Cemal’in, Edip’in dilinden; Ben anlatsam, o işlese tel tel.

Fikret Çelik

 

Hevsel Bahçelerini arkamızda bıraktık, ekilmeyi bekleyen, sürülmüş bereketli topraklar, yer yer anız yanıklarıyla kararmış tarlalar ve nihayet son toplamayı bekleyen cılız pamuk tarlalarıyla Mardin il sınırını geçtik. Kükürtlü tütün rengindeki sararmış otların üstünde meşe makisi ve çiçeksiz zakkumlar. Sümer, Babil, İbrani, Süryani, Arami adı Tişri olan namı diğer Teşrini evvelin ortalarındayız artık, bağ çoktan bozulmuş, Süryani şarapları için üzümler toplanmış. Uzaktan ufacık görünen derelerin etrafındaki kerpiç evli köyler ve ince minareleri. Toprağın rengi kahveden kızıla döndü, pembe oldu, kızgın güneşin altında göz kamaştıran ekruya kadar açıldı. Kabala kasabasından sonra şeftali ağaçlarının altında kısa bir mola verdik. Henüz isimlerini bilmiyorum ama kızların yüzü artık aşina.

img_0467

Diyarbakır’daki siyah bazalt taş artık geride kaldı. Burda ocaktan çıkarıldığında yumuşak, kolayca işlenebilen, güneşi ve suyu görünce sertleşen, beyaz kalker (Katori) taş kullanılıyor. Kalker taşı üç yıl içinde Katori adı verilen bir kabuk bağlıyor, rengi safran sarısına dönüyor ve ne soğuk ne de sıcak geçiriyor. Şehre girerken, her yerin ve her binanın hatta mezar taşlarının bile tarihi olduğu için bu taştan yapıldığını sandım önce. Süryani taş ustalarının göçünden sonra bu sanat da can çekişmeye başlamış ama belediyenin açtığı kurslar ve geriye kalan bir kaç ustanın azimli çırakları sayesinde tekrar canlanmış.

Çekül vakfı tarafından restore edilmiş büyük bir taş konak, kademe kademe dört kat yükseliyor, dar ve dik merdivenlerden son kata çıktığımızda bozkırın ortasındaki Midyat güneşin altında bir sanat eseri gibi parlıyor. Midyat’lılar şehirlerini yaklaşık iki bin yıldır işledikleri gümüş gibi işlemişler. Karşımızda silindir minaresiyle Midyat’ın en genç Kilisesi Mor Şarpel (1950)

img_0468

Damların üzerinde renk körü akrepleri şaşırtmak için mavi boyalı, yerden otuz santim yükseklikte demir somyalar var. Güney Doğu’da yaygın bir adet bu, sıcak yaz gecelerinde bir parça serinleyebilmek için insanlar damlarda uyurlar. Dört tarafı dal kazıklar ve yatay latalar perdeleri taşımak için, günbatımı zamanında kadınlar pamuk yatakları yayıp düzeltiyorlar, sonra karyolaların üzerine sinekten ve bil umum böcek, yılan ve haşreden korunmak için beyaz perdelerini ya da namı diğer cibinniklerini yayıyorlar. Ta ki her ev damında tüm ailenin geceyi geçirebileceği bir düzenek kurulana kadar. Sabah gün doğumunda her şey eski halini alıyor, yataklar toplanıyor, perdeler indiriliyor.

img_0491Yakın zamana kadar hristiyan nüfusun müslüman nüfustan fazla olduğu tek yer Türkiye’de Midyat ilçesiymiş ama Hiristiyanlığı ilk kabul eden topluluk Süryaniler burada, köylerinde baskı altında kalmışlar ve özellikle 70’lerden sonra 95’e kadar Avrupa’ya, Avustralya’ya göç etmişler.

Süryanilerde ibadet güneşin doğuşuyla başlıyor, üçer saat arayla günde yedi kez tekrarlanıyor. Mardin ve Midyat çevresinde bulunan çok sayıda manastır ve kiliseden dolayı bu bölge Tur Abdin, yani Tanrı hizmetkarları olarak tanınıyor.

Manastırların çoğu temel tüketim maddelerini etraflarındaki geniş tarlalardan ve bahçelerden kendi imkanlarıyla üretiyor.

Güneş batarken kralların ve alimlerin yeri Hah, Anıtlı köyü’ndeki Meryem Ana manastırına gidiyoruz. Kuzey Mezopotamya’da küçük bir köy, Midyat’a 29, Dicle’ye de 40 km uzaklıkta, mimari olarak Tur Abdin’in incisi bu manastır, yolda öyle söylüyorlar. Aynı zamanda bölgenin yani Tur Abdin’in arkeolojik merkezi, Hiristiyanlığın kabulünden sonra 40 tane kilise yapılmış bölgeye, harabelerin çoğu da manastır ve kiliselere ait.

IMG_0487

Manastırın bahçesinde oyun oynayan 6-7 yaşlarında küçük kız çocukları ve genç bir rahip karşıladı bizi, rahip olduğunu kendini tanıttıktan sonra anlıyoruz, çok genç, yakışıklı, modern giyimli biri, beyaz spor ayakkabılı, kot pantolonlu, yirmili yaşlarında, belki otuz ama hiç göstermiyor. Aksanlı ama son derece düzgün bir Türkçe’yle bize manastırı anlattı. “Ortadoğu tarih boyunca savaş içindeydi” dedi “80 ve 90’larda Batı’daki çocuklar ninnilerle uyurken, buradakiler mermi sesleriyle uyudular. Şu an Nusaybin’dekiler ne durumda kim bilir?”

Çıkışta duvara yaslanmış gün batımını seyrederken 17-18 yaşlarında erkek çocukları aralarında sohbet ediyorlardı, arkadaşlarının hitabından duydum, ben de ona “Mikail!” diye seslendim, “nece konuşuyorsunuz?”, “Süryanice” dedi, “Aramice ve İbranice harflerle de yazarız.”

Köyün tamamı Süryani, 3km uzaklıkta bir köy daha varmış, iki pazarda bir bu komşu köyün papazı gelir ayin yaparmış, demek ki bizim genç rahibin henüz ayin yapma yetkisi yok.

Süryani Kiliseleri diğer hiristiyan kiliselerine oranla daha sade, duvar resmi, fresk ya da mozaik yok denecek kadar az, ikonografi bezelerle süslü perdeler var, bu perdeler de yine altın ve gümüş işlemeciliği telgari sanatı, el yazmacılığı, terzilik gibi kültürlerine ait olan basmacılık geleneğinden geliyor ve ustalar artık çıraksız.

Güneş kızıllığını bizi Batman’a kadar kor bir ateş gibi takip eden dolunaya bıraktı. 90’lı yıllarda kadın intaharlarıyla adını duyduğum, hafızamda da karanlık geçmişi olan bir şehir Batman. Neden geceyi orda geçirecektik hiç bir fikrim yoktu. Gercüş’den sonra bir yolcu gemisi kadar büyük en az yedi tane düğün salonu saydım, hepsi de önlerine lüks arabaların park ettiği, ışıltılı aydınlatmasıyla dopdolu salonlar. Batmanlı’lar evleniyorlardı. Şehre daha girmeden büyük alt geçitler, üst geçitler, kilometrelerce devam eden yarısı tamamlanmış inşaat halindeki binalara hayret ettim. Geniş caddeleri, Fransız balkonlu yeni apartmanları ve güzel insanlarıyla Batman beni çok şaşırttı. Elbette bu bir vitrindi ve herkes böyle yaşamıyordu, kadınlar gecenin on birinde bu kadar rahat, yalnız başına arka sokaklarda yürümüyordu. Otelimiz İstanbul’dakileri aratmayacak kadar pırıltılı ve büyük bir alışveriş merkezinin karşısında. Çok yorgun olmamıza rağmen dışarı çıktık. Hava çok güzel, hafif serin, iki tarafı ağaçlı uzun cadde gündüz gibi aydınlık, çoluk çocuk dışarda, restoranlar, mağazalar, cafeler, kitapçılar dolu. Biz de kuzenle beraber, turdaki aşinalıkdan bir tık ilerlemiş arkadaşlarımızla Artuk bey kahvesine girdik. Envai çeşit, çukulata ve şekerle yedi çeşit kahveden, üç çeşit bitkiden yapılma dibek kahvelerimizi içtik. Sunumu da lezzeti de kusursuzdu. “Emine” dedim sipariş alan garsonun metal yaka kartından adını okuyarak, “ne var ne yok buralarda, sen daha muhtemel doğmadan -ki öyleymiş daha 17 yaşındaymış, Batman’dan kötü haberler gelirdi n’oldu, iyi misiniz?? Emine’ler beş kardeşmiş, tek erkek kardeşiyle beraber burda hem çalışıyor hem de lisede okuyormuş, “kadınlar kendi kendilerini kurtardılar” dedi “var yine canımızı sıkan haberler ama artık tek tük, otobüs şöförü kadınlarımız bile var, belediye de iyi çalışıyor, zaten burda HDP’den başkasına oy çıkmaz” bir sır verir gibi masaya yaklaşarak fısıldadı, “kayyum olacak diye bazen daha iyi çalışıyorlar!!..”

img_0502

 

 

Pırıl pırıl gözlerinin içi gülüyor Emine’nin, ayakkabı almayı çok seviyormuş, maaşının birazını ailesine veriyor, kalanı da kendisine harcıyormuş.  Bir arkadaşı geldi daha biz ordayken salonun ortasında uzun uzun sarıldılar birbirlerine, iki kız kol kola molaya çıktı, vedalaşamadık Emine’yle bizim de gidip yatmamız lazım artık… yarın Hasankeyf;

 

 

Yelda UGAN

27/10/19, Geos Tur

 

 

 

 

 

 

Diyarbakır

 

img_0377
Hasan Paşa Hanı

Eğer bir ülkenin, bir cemaatin, bir milletin veya bir şehrin durumunu öğrenmek istiyorsanız o vakit inin çarşılara, aşhanelere, kahvehanelere, hanlara, hamamlara,meydan ve pazarlara, oralardan yükselen alışverişin,pazarlıkların,kavgaların, bedduaların,methiyelerin,şakaların ve sohbetlerin sesine kulak verin, bir gözlemci gibi insanların hareketlerini inceleyin. Ülkelerin kalbi oralarda atıyor çünkü.

Dicle’nin Sürgünleri, Mehmed Uzun

 

Işık Doğu’dan gelir,

İstanbul’dan uçağa bindikten bir saat sonra tan yeri ağarmaya başladı, kızıldan sarıya dönen ışığın merkezine doğru ilerliyorduk. Sabah 07:15’de Diyarbakır havaalanına indik. Çoktan işini gücünü bitirmiş gibiydi güneş, sanki hiç batmamış, burda hiç akşam olmamıştı, öğle vakti gibi parlıyordu.

Urfa Kapı’dan, ya da Rum veya Halep kapıdan,  Çin seddinden sonra ayakta kalan en uzun surlardan eski Diyarbakır’a dövme demirden yapılma 12 m boyunda heybetli bir kapıdan girdik. Sur içine giren üç kapı daha var, Yeni Kapı, Mardin Kapı ve Dağ Kapı. Kimler gelmiş kimler geçmiş buralardan, her gelen de izini bırakmış bu taşlara. M.Ö Huri, Mittani, Urartu, Asur, Med ve Pers‘lerden sonra M.S Roma, Bizans, Abbasi, Mervani, Selçuklu, Artuklu, Eyyubi, Akkoyunlu ve Osmanlı. Bu köklü egemenlikler Karacadağ volkanından akan gri-siyah bazalt taşların üstüne güneş ve yıldız sembolleri, kaplan, boğa, çift başlı kartal, akrep ve at kabartmaları, silah, meyve ve tahıl şekilleri işlemişler. Hiç bir medeniyet de bir diğerine “lütfen biraz da siz buyrun” dememiştir elbette, ne savaşlar yapılmış, ne canlar yanmıştır.

Gittiğim yerlerden broşürler toplarım ki döndüğümde aldığım notlar yetmez onlara da bakarım. Sur kaymakamlığı ve Sur Müftülüğünün beraber hazırladığı tanıtım broşüründen de yararlandım. Şehrin o kadar zengin bir tarihi varki dinlerin de ibadet hanelerin de sadece biri sığabilmiş bu küçük, el kadar kağıtlara. O kadar. Kelimelerle aram iyi olsun isterim, mesela içinde umudun kekremsi bir tadı olan tahammül kelimesi ne güzel bir kelimedir. İngilizcesi “toleration”

İran’dan İzmir’e kadar kervanların mola verdiği hanlar varmış eskiden, ipek yolunun kullanıldığı zamanlarda, 40 km de, sıcak bölgelerde de 20 km de bir yol üstüne yapılırmış. Osmanlı’dan kalma Hasan Paşa Han da 16. yy’da yapılmış. Gün batımından sonra kapılar kapanır gün doğumuna kadar kimse giremezmiş. Artık hanın odalarında kimse kalmıyor, kahvaltı salonları, restoran olmuş, hediyelik eşya dükkanlarına, kahvelere dönüşmüş.

Tahir Elçi Hasan Paşa’nın hemen arkasındaki sokakta öldürülmüş. Merak edip sormamız, görmek istememiz pek hoş karşılanmıyormuş buralarda, öylesine, sebepsiz, yoluna gidiyormuş gibi geçersen sokaktan, o zaman olur, kimse rahatsız olmazmış.

img_0390

“Belki kalbine doğar” diye ısrar etti kadın adama. Belli ki gelenleri yüzü tutmamıştı adamın, nuh dedi peygamber demedi. Baş örtüleri iğreti mi duruyordu, ya da kadının pantolonu çok mu dar, eteği kısa mıydı? Onlar iflah olmazlar mıydı? Allah’ın evinde onun adına kullarına hüküm verdi adam. Gelenler yabancıydı, meraktı onlarınki, kadın “değiller, Diyarbakırlı’lar” diye son bir hamle daha yaptı, yalvardı, n’olur bak, soruyorlar, onlara da anlat, belki kalbine doğar” diye tekrar etti ama adam oralı olmadı. Camiye girenleri hizaya getirmesi gerekiyordu, çok işi vardı. Hidayet öyle herkesin harcı değildi. Bunca yıllık imamdı, bilirdi.   

Hasan Paşa Han’ın çapraz karşısı Ulu Cami. Paganizmden beri dini mabed olarak kullanılmış. Hz Musa ve Hz İsa dönemlerinde de ibadethane olan cami tam 3400 yaşında. Mar Toma süryani Kilisesiyken 639 yılında Hz. Ömer döneminde Diyarbakır’ın müslümanların eline geçmesiyle camiye çevrilmiş. Burası da Karacadağ’dan çıkan volkanik taşlarla yapılmış. Delikli ve hafif olanı “dişi taş” taban döşemelerinde, deliksiz ve ağır olan “erkek taş” sütun ve başlıklarda, duvarlarda arzı endam etmekte. Mimarinin cinsiyetçi, eril dili ne güzel de özetlemiş durumu. Camide Hanifiler ve Şafiler için ayrı ayrı bölümler ve iki tane de medrese var, Anadolu’nun en eski ve ilk üniversitesi olan Mesudiye Medresesi ve Zinciriye Medresesi.

Evliya Çelebi Seyahatname’sinde Cami-i Kebir’i yani Diyarbakır’ın Ulu Camiini “Şam’ın Emevi Cami, Kudüs’ün Mescid-i Aksası, Mısır’ın Ezher Cami, İstanbul’un Ayasofyasıdır” diye tanımlamış.

img_0385Caminin iç avluya bakan, hemen kapının yanındaki ilk pencerenin üstünde yan yana duran dört adet taş kabartma şekiller var.  Kozmik düzen ve hayatın devamını temsil eden Svastika, şehir surlarının sembolü yuvarlak halka, hayat ağacı ve her iki yanda bulunan sur kapıları. Ayrıca, medrese bölümündeki sütunların sonundaki yılan kabartmaları da taştan, Neolitik dönemden itibaren zehirli yılanlara karşı bir tılsım olarak kullanılan yılan motifi mezopotamya ve anadolu kültürlerinde görülen ve tarih boyunca kullanılan bir şekil olarak sonradan pek çok anlama evrilmiş.

img_0396

 

Cami Kebir Telgrafhane sokakta iki büyük usta, iki büyük şair  komşuymuş meğer, müze evleri yan yana. Bir evde “Yeter ki gün eksilmesin penceremden” diyen Cahit Sıtkı Tarancı, diğerinde “Seni baharmışsın gibi düşünüyorum, seni Diyarbekir gibi..” iki satırla ne çok şey söyleyen Ahmed Arif. Ziya Gökalp de onların arka sokağında otururmuş. Tarancı’nın fıskiyeli, havuzlu, bahçeli müze evi ziyarete açıktı ama Ahmet Arif evde yoktu, kapı duvar. Yine Evliya Çelebi 4.ncü seyahatnamesinde Diyarbakır ile ilgili şöyle der: “Sırtınızı Ulucami ye dönün, kollarınızı açın, gözlerinizi kapatın, karşılaştığınız insanlara dokunun sarılın, sarıldığınız iki insandan birisi ya şair, ya yazar ya da kitapçıdır. ”

Diyarbakır surlarının etrafı yakın zamana kadar çer çöp içindeyken, ciğercilerin, kababçıların dumanıyla kararırken ki onlara bir lafım yok, en lezzetli olanları her zaman sokakta yediklerimdir. Unesco imdadına yetişmiş, ordan gelen fonla temizlenmiş etraf. Yemyeşil çimenlerin üstüne gül fideleri, sardunyalar ekilmiş, yüzleri gülmüş yaşlı bazalt taşların.

img_0443

Mezopotamya’nın bereketli iki memesinden biri Dicle…Hazar gölünden doğar, Hasankeyf’den geçer nihayet Bağdat’da Fırat’la birleşir Şattülarap olur, beraberen Basra’ya dökülürler. Tevrat’ta Digris, İncil’de Tigris, Kuran’da Dijle olur adı.

On gözlü köprünün üstündeyim, bakışlarımız buluşuyor, “Dicle!” diyorum “anlat bana ne var ne yok?!!”

Diyarbakır’ın mesire yeri buralar, çay bahçeleri, restoranlar. Çoluk çocuk, ipini koparan gelmiş, onlardan biri de benim. Gelinler, damatlar, çocuklarına gösterecekleri düğün fotoğraflarını burda çekiyorlar. Dicle yorgun, Dicle yaşlı, çok gün görmüş bir kadın gibi bilge, Adem ve Havva’dan beri beslemiş insanoğlunu, kızını, kuşların göç yolu olmuş, ilk evler, ilk köyler, ilk kentler etrafında kurulmuş. İlk buğday, ilk arpa ve ilk mercimek burada yetişmiş. İlk ceylan burada avlanmış, adına türkü yakılmış. İlk kan buralarda akmış. İlk şekiller burada çizilmiş, İnançlar bu suyun etrafında doğmuş. Mabedler yapılmış, Peygamberler, havariler, azizler, sahabeler, evliyalar, ermişler ve dervişler buradan geçmiş; batıya, güneye, kuzeye. Her renkten ve ırktan canlılar Dicle’den göçmüş; yollara, bölgelere, şehirlere ve ülkelere karışmışlar.

img_0434-1

Köprünün üstünden Hevsel bahçelerini gösterdi Dicle bana, surlarla onun arasında göz alabildiğine uzanan ekili yeşil araziyi. Efsanelere, türkülere konu olmuş, tarımın anavatanı Mezopotamya’nın belki de en eski tahıl ambarıymış. 180 çeşit kuş varmış burda, misal kum kırlangıçları. Karada da tilki, sincap ve kirpiler mekan kurmuş. “Sana iyi bir haberim var” dedi sonra Şu kırklar tepesini görüyor musun, kırk evliyanın mekanı, eteklerindeki Hevsel’in üstüne Toki evler yaptı, blok blok çıktılar,  Diyarbakırlı’lar izin vermedi, yakışmadı dediler buraya, epey uğraştılar, olaylar olaylar..sonra yıktı belediye beton blokları, temizledi buraları, “çok sevindim!” dedim “iyi yapmışlar.” istemeye istemeye vedalaştık, bana kalsa akşama kadar kalırdım yanında. “yolculuk nereye?” diye sordu, “Batı’ya” dedim, “Midyat, Mardin, Urfa, Adıyaman” “Fırat’a selam söyle” dedi “Başım gözüm üstüne” dedim.

Dünya gülümsüyor, toprak inliyor, buzlar eriyor, su yürüyor, Dicle uyanıyor. (Dicle’nin Sürgünleri, Mehmed Uzun)
Yelda UGAN
24/10/2019, Geos Tur

Veda

 

En yavaş gelenimizle bile bir günden daha kısa bir sürede toplandık. Sen daveti kabul edince  biz de çaresiz seni yolcu etmeye geldik. Sıkıldın biliyorum ama tüm ritüelleri yerine getirdik. Üç gün sarı konakların bahçesinde seni konuştuk, yıllardır görmediklerimizi gördük, boğazımızdan geçmez sandık ama sevdiğin yemekleri, tatlıları yedik. Eskileri konuşup güldük bile.

img_9705

Veda,

Görebileceğim en uzaktaki dağlara Toroslar’a kadar baktım. Geveze kuşları dinledim. Yerini beğendim. Havadar ve aydınlıktı,

kırlara doğru uzanıyordun yattığın yerden. Artık göle kadar gitmene gerek yoktu. 

Sevgilin, “küçük evin, küçük bahçende rahat mısın ?” Diye sordu sana. 

Eğildim verdiğim sözü tutup bir avuç toprak daha koydum küçük bahçene. En değerli iki kadınının seslerini duydum, birbirlerini teselli ediyorlardı sana inat. 

Düzeltecek bir şey olmadığı halde evinin yanını yönünü düzelttim. Karanfil sözüm de artık bir dahaki sefere. 

Kuzun yine inanılmazdı! Seni son gördüğüm yerde, salonun çift kanatlı kapısının önünde “gitti” dedi “kuzum gitti.” Senin için gelen herkesi sardı sarmaladı, yüreğinin orta yerinde senin yerine de seninleymiş gibi ağırladı herkesi. 

En yavaş gelenimizle bile bir günden daha kısa bir sürede toplandık. Sen daveti kabul edince  biz de çaresiz seni yolcu etmeye geldik. Sıkıldın biliyorum ama tüm ritüelleri yerine getirdik. Üç gün sarı konakların bahçesinde seni konuştuk, yıllardır görmediklerimizi gördük, boğazımızdan geçmez sandık ama sevdiğin yemekleri, tatlıları yedik. Eskileri konuşup güldük bile.   

Hepimiz dua ettik sana. Kendi dilimizde kendi duamızı! Artık büyümüştük ve duayı nasıl söylersek söyleyelim farketmediğini biliyorduk.

Uzandığım yerde keskin bir şey geldi elime, bir tokadan veya  yüzükten düşmüş gibi. Altıgen bir metalin içine yerleştirilmiş parlak gümüş rengi bir taş, yerinden oynamış!. 

Aldığım yere koydum ve kalktım. Çemberlitaş’tan tramvaya bindim, daha Gülhane parkına gelmeden haberin geldi. Kabataş durağında ininceye kadar ağladım. Eminönü’nde ne renk kaldı ne isim

Hava şerbet gibiydi, güneş tepemizde elinden geleni yaptı ama artık sonbaharı yarılamıştık ve güneşin kızgınlığı bize değil kurutacağı bulgura, salçayaydı. Akşam üstü hava serinliyor, ürperiyorduk. Çantalarda, arabaların arkasında unutulan hırkalar kıymete biniyor, fazlasını ikram ediyorduk. Sabahları neredeyse kuzeydeki kulelerimizden taa Karataş’ı denizi bile görecektik 

Aslında havada her ne vardıysa beni o günlere götürdü, yalnızca acı diye aşkı bildiğimiz yıllara!!..

Günlerin bize göre yavaş geçtiği, acelemiz olan yılların üstünden neredeyse 30 yıl geçmiş. Her yıl ekim ayında okullar açılır ve tekrar bir araya gelirdik. Yazlıklarımızı daha üç kere giymeden kış gelirdi. 

“Küresel bu kadar ısınmamıştı demek ki o yıllarda!” 

Üç Hüreller kardeşmiş 

Pink Floyd da  grubun adıymış 

Fredy Mercury  ölmüş, 

Berlin duvarı da yeni yıkılmıştı! 

Zülfü Livaneli’nin “Yer demir Gök bakır “ filmi

Yeni Türkü’nün de Yeşil Mişik kaseti vardı

Benetton’dan giyinmek bir ayrıcalık

Julia Robert da tanıdığımız en pretty kadındı.

Sen  benim çetrefilli yoldan çıkmalarıma bir şey demezdin, kendimi sana emanet  etmeme de, omuzuna değmeden ağlamama da izin verdin. Melodram sevmezdin de, ondan ağlatmazdın beni arkadaşım.  

Zaten başka türlüsü de komik olurdu, gülmemiz gelirdi herhalde orta yerinde….sonra nöbeti Nejla’ya devrettin, her solukta Fulya ile size gelir günlerce yayılırdık….”dedikodu mu yapıyorsunuz” der, gitmek istemezdin yanımızdan. Sen de bizimle otururdun, saatlerce konuşur, kırılırdık gülmekten…ele güne karşı “mış” gibi yapar büyümüş gibi davranır, sonra bildiğimizi okurduk.

İşte böyle arkadaşım; içimize garip bir sızı bırakıp gittin, ne desem az!…yolun açık, mekanın cennet olsun. Güle güle!!

17 Ekim 2017, sen gideli iki yıl oldu…

Yelda UGAN

17/10/19, İstanbul

7. Kıta2

Eylül ayının son günleri, artık haftaya Ekim (Teşrin-i Evvel) Son güneşli günler, parlak bir ışık, koyu gölgeler…Aşağıda, müzenin cafesinde soluklandık biraz.

img_0078
Piotr Uklanski, çalışmalarında genellikle hoyrat bir mizah duygusuyla imgelerin kışkırtma, birleştirme ve ayırma gücünü kullanıyor.

 

Geleneksel toplumlardaki şamanların işi günümüzde sanatçılara düşüyor. Haydi bakalım dünyanın dilini insan diline çevirin! Uzaklardan bize haber getirin! 16. İstanbul Bianeli’nin ikinci mekanı Pera Müzesi, sergilenen eserler daha çok geçmişe ait, hatta sanatçıların çoğu artık hayatta değil. Çarpıtılmış, baştan yaratılmaya elverişli mazide 2.5 kata sığdırılmış kısa tur.

img_0041
Ernst Haeckel, soybilimin bütün yaşam biçimlerini birbirine bağladığı görüşünü ortaya koymak üzere hayvanların ve bitkilerin yaşamları hakkında grafik çalışmaları üretmiş.

Mesela Ernst Haeckel, 19. yy da yaşamış bir fizyolog. Ekoloji kavramını, yani canlı varlıklar arasındaki ilişkileri inceleyen bilim dalını yaratan kişi olarak biliniyor. Şu an elimizde Doğadaki Sanat Biçimleri adlı çalışması tam bir zaman makinası. Çünkü çizimleri yapılan hayvanların türleri günümüze kadar gelememiş, yok olmuşlar.

Piotr Uklanski 68 doğumlu genç bir sanatçı ama onun da uzaklardan getirdiği haberler önceki yüzyıldan. Doğunun Vaatleri serisi, Polonya ile İslam dünyası arasındaki tarihsel bağlardan besleniyor. 19. yy da Doğu’ya dair Batı’nın kafasında ne varsa Müslüman Tatar yerleşimcilerin 14. yy’dan bu yana var olduğu Polonya’da Milliyetçi duyguların ortaya çıkmasında katkıda bulunmuş. Uklanski’nin bu serisi de erkekliği, oturan kişinin portrelerini ve temsil ettikleri simgeleri incelerken, günümüzde Batı’da yayılmakta olan İslamafobi ile bugünün Polonya’sının kendi tarihini bastırmasını da açık bir şekilde hedef tahtası haline getirmiş.

img_0096

 

Eylül ayının son günleri, artık haftaya Ekim (Teşrin-i Evvel) Son güneşli günler, parlak bir ışık, koyu gölgeler…Aşağıda, müzenin cafesinde soluklandık biraz. İstiklal’den Gümüşsuyu’na kadar yürüdük. Dolmuşla Beşiktaş iskelesi, vapurla Kadıköy.  Hasankeyf için çekilmiş “Suyun Ölüm Tarihi” belgeselinin gösterimi  var. Kadıköy iskeleden Yoğurtçu parkına kadar yürüdük.  Nedeni malum diğer konular için de standlar kurulmuş; Kaz dağları ve Diyanet’e devredilen Bomonti bira fabrikası,

Elimi kaldırdım, “benim var” dedim. “Hayır muhtar değilim ama üç kuşaktır mahalleliyim, torunlarım benim gittiğim okullara gittiler, oynadığım sokaklarda oynadılar. Orası bir miras, bizim geçmişimiz, bakınız sokakların adı, “Arpa suyu” “Birahane” bu isimler haybeye konulmadı.

img_0131

Sandalyeye sığmıyor, dik oturmaya çalışıyor ama nafile. Lacivert takım elbisesinin içindeki beyaz gömleğinin düğmeleri iyice gerilmiş. Bizim mahalledeki muhtarlığın bahçesinde toplanmışlar. Yaşlı çınar ağacının altındaki en  koyu gölgeyi de ona vermişler. Temiz bir örtü serili masanın etrafındaki hemen herkes tanıdık. Kapınının eşiğindeki tümsek geçmemize izin vermedi, bisikletimi bidonundan tutup hafifçe kaldırdım. Üstünde demirlerin oymalı burmalı şekiller çizdiği sarmaşık bürümüş kapıya bisikletin zili takıldı, kurtarmaya çalışırken metalik ses bir daha “klik klik” diye şakıdı, caddeden geçen onca arabanın korna sesine rağmen istemeden çıkardığım gürültüden utandım. Bisikleti bahçenin taş duvarına dayadım. Beni kısa ve temkinli bir baş selamıyla karşılar karşılamaz bütün gözler tekrar ona döndü. Tabağındaki son baklava dilimini de ince belli bardaktan içtiği çayla kolayca yutsun diye herkes aynı anda onunla beraber yutkundu. Gömleğinin en alttan iki düğmesi arasından göbeğinin solgun tenine takıldı gözüm. Dayanacak hali kalmamıştı düğmelerin.

Nihayet ağzını kağıt bir mendille sildikten sonra oturduğu sandalyede tekrar kaykıldı. “Geçenlerde kaymakamlığa eşraftan çok saygıdeğer bir abimiz geldi. Nerdeyse üç kuşaktır buradalar, tekstil işi yapıyorlar, ihracat filan da var, aman efendim sefalar getirdiniz diyerek odamın kapısında karşıladım kendilerini. Önce soluklansın diye bekledim, en rahat deri koltuğuma buyur ettim. Bir bardak su ve kahve söyledim, cebinden çıkardığı ütülü mendiliyle alnındaki terleri sildi, yorgun ve çok üzgün görünüyordu. Ağlamaklı bir sesle mahallemizi övdü durdu, İstanbul’un orta yerindeki bu mutena semtimizin maneviyatı için çok endişeleniyor benden bunun gereğini yapmamı istirham ediyordu.. .Nasıl kayıtsız kalabilirdim bu duruma, kahroldum.”

Masanın etrafındaki muhtarlar belli belirsiz mırıldandılar. Sanki kaymakamın anlattığı acıklı hikayeden çok etkilenmişler de söyleyecek bir söz bulamıyorlardı. Belediyeden gelen bilmem hangi yetkili müdür oturduğu yerden doğruldu, sorusu olan var mıydı. Geçen hafta burda yaptığımız toplantıda sözüm ona başkanın kendisi gelecek, hep birlikte konuşacaktık. Beyefendinin zamanı kısıtlıydı ve bekleyemezdi, ayağa kalktı, gerilim üçüncü düğmeyi de ele geçirdi. Onunla beraber masadakiler de hareketlendi.

Elimi kaldırdım, “benim var” dedim. “Hayır muhtar değilim ama üç kuşaktır mahalleliyim, torunlarım benim gittiğim okullara gittiler, oynadığım sokaklarda oynadılar. Orası bir miras, bizim geçmişimiz, bakınız sokakların adı, “Arpa suyu” “Birahane” bu isimler haybeye konulmadı. Burada bir üretim oldu ve mahallenin kültürüne işledi. Nasıl yaparsınız? Benim hafızamı nasıl yok edersiniz?” diye ezberini tekrar eden bir öğrenci gibi nefes almadan konuştum.

Birayı sevip sevmediğimi sordu, “ben içmem ama babam içerdi” dedim “o bir işçiydi, eve gelirken Bira bahçesine uğrar, asmaların, yemyeşil ağaçların arasında soluklanırdı. Kardeşlerimle onu orda karşılardık bazen, hafta sonları en güzel kıyafetlerimizi giyer annemi de alır birlikte gelirdik. Bahçenin ortalık yerinde Tekel’e ait ahşap geniş bir büfe vardı. Beli beyaz önlüklü garsonlar 5 litrelik ahşap bira fıçılarını, semaver gibi masamıza koyar yanına da kaşar peyniri getirirlerdi. Çoluk çocuk, konu komşu muhabbet ederdik orda. Başka başka semtlerden Pangaltı, Kurtuluş, Feriköy’den fesli, fötr şapkalı, kasketli adamlar hatta kalabalık gruplar halinde Kuleli Askeri Lisesinden öğrenciler, madam Katia’nın elinden çıkma şapkalarıyla kadınlar gelirdi. Ben yetişemedim ama babamın Bira Bahçesi’nde döküm demir üzeri ahşap sandalyelerde oturan, pütükare masa örtüleri üzerinde defterlerine bir şeyler yazan, çiziktiren Sait Faik’i ve Orhan Veli’yi de görmüşlüğü var .”

Anlattıkça yoruldum, azar azar bir şeyler değişmeye başladı, heyecanım duruldu. Gidenlerin ardından biraz daha kaldım orda, gökdelenlerin, gecekonduların, bağıra çağıra konuşan insanların, siren seslerinin arasında bir lokmacık şu bahçede kuş seslerini dinlerken masayı topladım.

Güneş batarken ters ışıkta bir şato gibi görünen, semtine adını veren Bomonti Bira fabrikasının avlusunda oyunlar oynar mıydık? Babam Orhan Veli’yi gerçekten görmüş müydü? Memleketten geldiğimizde annem Türkçe bile konuşamıyordu. Yıkanmaktan kevgire dönmüş, kenarındaki oyaların yer yer döküldüğü tülbentinden başka bir şey takmamıştı başına. Ev işlerinden bazen bunalır, sıcak basardı annemi o zaman saçlarını kulağının arkasına atar gibi tülbentini oraya sıkıştırır, kınadan kırmızıya dönmüş saçları, yaşlandıkça ufacık olmuş başından seyrelmiş otlar gibi görünürdü.

Eve gidince babamın siyah-beyaz fotoğraflarından birini karşıma alıp dertleştim onunla. Sabahları işe gittiği zaman traş kolonyasını sürdüğü yere gider kokusunu içime çekerdim. Babam bira filan içmezdi, yani içerdi de öyle her gün içmezdi. Hikayesine hikayeler kattığım, onu kullandığım için özür diledim babamdan. Anlattıklarımı hatırlayınca gülesim geldi, baba dedim, iyi ki beyefendinin acelesi varmış yoksa ben Sümer’lerin bira Tanrıçası Ninkasi’ye kadar götürürdüm lafı, sonra kendimi tutamaz, babam; herkes kasabasını kutsal gölün yanında kurmak ister” derdi diye çivi yazılarından alıntı bile yapardım.

Mitra

11/10/19,

 

Merhabayınız, Güle güleyiniz

 

İskele gemimiz oldu, ben de kaptan, tek mürettebatım Elifçe’yle ağlarımızı Kuzey Ege’nin buz gibi sularına attık. Güneşin altında parlayan gümüş rengi balıklar ıslak ve kaygandı. Yavru bir ahtapotu ağlardan kurtarıp evine gönderdik.

img_9746
Ylva Snöfrid, Distopya ve Ütopya

İstanbul Bienalinin bir mekanındayım sanki, sanatçılar “dünyanın sonu geldi!!” yerleştirmeleriyle seyircilerini bekliyorlar. Bunu bir otogarda yapmaları da çok manidar. Yani son durak hissi veriyor, geldin ama gidemiyorsun manasında. Aradan günler geçtiği halde gözümün önünden gitmiyor. Esenler otogarına girdik, servisle aşağı, dünyanın merkezine doğru iniyoruz, Dante’nin Cehennem’i gibi katman katman. Dükkanlar boş, soğuk ve alaca karanlık. Neyse, bu dükkanlardan birinde gördüğüm adam, ayaklarını öne doğru uzatmış, elleri kucağında dükkanın tek eşyası olan bir sandalye tepesinde oturuyor ve karşıya bakıyordu. Ensemdeki bütün tüyler havalandı.

Bir de bunun üstüne yağmur başladı, yağmur bir şey değil, sabah telefonuma bir uyarı geldi. Birazdan yağacak yağmur kimyasal yüklüymüş diyor mesajda, dün Tuzla’da bir deri fabrikası yanmış da ondan, dikkat etmeliymişiz. “Çocuğum” dedim, bügün yağacak yağmur böyle böyle sakın ağzını açıp öyle havaya dikme olur mu?! Boş boş baktı yüzüme, vedalaştık.

Yer hostesi mi diyorlar artık ona neyse beni almadan giden servis şöförüne verdi veriştirdi. Hep onun suçuydu. Şimdi bu trafikte Şişli’den dönecekti, Mecidiyeköy’e viyadüğün altına gelmek zorundaydı. Çünkü bu otobüs firması yeryüzünde kavuşmaktan daha güzel bir duygu olsaydı başka bir iş yapıyor olurdu. Oturduğum sandalyeden hallice bir koltuğun karşısındaki duvara asılı afişlerde böyle yazıyordu. Çok güzel, çok havalı, çok genç, en önemlisi çok mutlu bir çift fonda duran pıspırıl, gıpgıcır bir otobüsün önünde birbirlerine bakarken gözleri parlıyordu. Artık bundan sonrası onlara kalmış, evlere servis yok.

Dört kat aşağı imdim tuvalete gitmek için, Allah’ım nasıl kasıyorum kendimi, her taraf kir pas içinde, kimsecikler yok. Tuvaletin girişinde küçük bir bölme var,  üzerinde “emanet alınmaz” yazıyor. Camekanın arkasındaki kadının melamin tabağına çıkarken iki lira bırakıp dar atıyorum kendimi koridora. Dışarısı ben yokken bir film seti kurulmuş gibi bir anda hareketlenmiş. Merdivenlerin dönemecine karanlık bir örtü gibi oturmuş kocaman bir kadın gelen geçene yol duaları gönderdi. Yemin ederim gelirken bu merdivenlerde tek bir insan bile yoktu.

Kapüşonlu muavin tam da otobüsün bagaj kapısının önüne birikmiş yağmur göleti üzerinden bavullarımızı aldı. Otobüs hep aynı yerde durduğu, hep aynı yere bavul konduğu için orda beton zemin çökmüş, aşınmış mıydı? Otobüs hareket eder etmez hopörlerden gelen kayıtlı kadın sesi keyifli ve konforlu yolculuklar diledi.

Aden’den kovulan Adem ve Havva’nın üç oğlu oldu. Habil, Kabil ve Şit. Kabil Habil’i öldürdü ve Doğu’ya kaçtı. Bir grup düşmüş melek onu himayelerine aldılar. Gözcüler, yani düşmüş melekler Kabil’in soyundan gelenlerin endüstriyel bir medeniyet kurmasına yardım etti.

Saat neredeyse 11:00 ama sabah trafiği hala devam ediyor. İkitelli’ye doğru gıdım gıdım ilerliyoruz. Yağmur, gri bir pus ve Nuh peygamberin tufandan ve yapacağı gemiden henüz haberi yok daha. Gözcüler, insanlığa yaratılıştan itibaren ne varsa öğrettiler ama onlar yine de zıvanadan çıktılar.

İçim geçmiş, otobüs durunca uyandım. Hava da açmış. Tekirdağ otogarındayız muavinin dediği gibi beş dakika kaldık orda. Malkara, İpsala, Çanakkale yönünde gidiyoruz. Nihayet trafik yok, hava pırıl pırıl, buralara da yağmur yağmış, toprak ıslak ve mis gibi kokuyor. Koku kısmını uyduruyor olabilirim, halüsünasyondur o. Tabelalara göre etrafımız bağlarla çevrili, yamaçtan ovalara inen küçük düzlüklerde kireç rengi beyaz badanalı minareler, köyler, sürülmüş tarlalar, bulutlar,  yutarcasına etrafı seyrederken muavin bir elinde kahve, bir elinde telefon bin kere geçtiği yollara bakmıyor, gençlik işte, onun aklı önde, ikili koltukta oturan kızlarda.

Buralara ilk gelişim yıllar önce bir Haziran ayındaydı. Oğul Bush İstanbul’a bilmem ne toplantısı için gelmişti. Güvenlik önlemleri nedeniyle ofisin etrafındaki tüm ana arter yollar trafiğe kapanınca gün ortasında pijamaları giyip yatağa girmek gibi biz de hiç hesapta olmayan bir tatile çıkmış iki gün Assos’ta Behramkale’de kalmıştık. Yeşil yaprak bulutları altında güne bakan çiçeklerinin sapsarı gülüşleriyle saatlerce yol aldık. Bugün sanki üzerlerinden deri fabrikasının atmosferde birikmiş kimyasalları yüklenmiş bulutlar geçmiş gibi, kurumuş ve kararmışlar. Başları önde ve küskün bekliyorlar.

Yazları kurak ve sıcak, kışları ılık ve yağışlı Akdeniz bölgesinde daha biz küçük bir çocukken, buralar coğrafya dersinde işlediğimiz ve yerini haritadan gösterebildiğimiz yedi bölgeden biriydi. Bulgaristan’dan gelen Meriç ırmağı da buralardan geçer Ege denizine dökülürdü. Sultan Süleyman’ın da Viyana kapılarına dayanmak için at sırtında geçtiği yerler ama en çok, her gün gözümüzün önünde olan ve kokuları soluklarımıza karışan çiçeklerin saksıları, Trakya Birlik ayçiçek yağlarının teneke kutularından biliyorduk bu tarafları.

Mola yerinde yine banttan bir kadın sesi yirmi beş dakikalık ihtiyaç molamızı müjdeledi.   Tekirdağ’lı Namık Kemal’in adını vermişler buraya, heykelini de ne kadar büyük yaparsak o kadar makbul olur derken vücudunun orantısı biraz kaçmış, çocuk parklarındaki masal devlerine benzemiş. Papyon kıravatlı  heykeli yüksek bir beton zemine kondurmuşlar. Tanzimat Devri aydını hakkında belki bir şeyler yazmışlardır diye heykele yaklaştım ama sağ elindeki kalın kitabı okuyamadım.

 

Tabelalar peş peşe değişti. Ahievran, Malkara, Şarköy, İpsala (hudut)…Moladan sonra film seyretmeye devam etmedim, Nuh peygamberi oğullarıyla baş başa bıraktım. Tufandan sonra çıkan gökkuşağı gibiydi manzara, alan kapmaca bitmiş, dingin, ufuk çizgili bir yolda ilerledik. Yol çatallandı, sol taraf Uzunköprü, Edirne, Kırklareli, sağ taraf İpsala Yunanistan, biz ortadaki yoldan ilerledik, Keşan Gelibolu Çanakkale

“Keşan otogarında adımla karşılaştım” kesinlikle çok havalı bir başlık olurdu, hoşuma gitti. Kardeşimi Keşan otogarında beklerken, bir büfenin önünde duran dergi standını karıştırdım biraz, iki ayda çıkan bir edebiyat dergisi vardı, görünmediğimden iyice emin olduktan sonra dergiyi kirden sararmış jelatininden çıkardım. Çok hızlı olmalıydım, her an yakalanabilirdim. Sona doğru sayfaları hızlıca çevirdim, sırayla bavuluma ve onun üstündeki küçük sırt çantama, büfeciye ve dergiye baktım. Kopya çekiyormuşum gibi heyecanlandım. Dergiyi tekrar jelatin ambalajına sokmak çıkarmaktan daha zor oldu, poşetin yapışkanlı ağzı sağa sola yapıştı ama sonunda başardım, kimseye görünmeden standdaki yerine yerleştirdim. Adım yoktu dergide.

Ama olsun, kardeşim sapasağlam duruyordu  karşımda, hemen dergiyi de unuttum gönderdiğim öyküyü de. Kolundan sargısı bile çıkmıştı. Biraz sağ kolunu kullanmakta zorlanıyordu, kasları güçsüz kalmıştı ama fizik tedavisiyle halledilecek gibiydi.

Hafta sonunu beraber geçirdik, bisiklet kazası yaptığı köyü gösterdi, başka köylere de gittik. O Doppler gibi bisikletten düştüğü yerde, ormanda yaşamayı seçmedi. Üç gün sonra tekrar işe başlayacak onu “merhabayınız” diye selamlayan, “güle güleyiniz” diye veda eden hastalarına şifa dağıtmaya devam edecek.

img_9807

İki haftalık öğrenci Eilfçe, arabayı kullanan annesine “bocuk ne?” diye sordu. Canavar demekmiş. Arnavut kaldırımlı Çamlıca köyünde her yıl Ocak ayının ikinci haftası olan en soğuk günün bitiminde bocuk gecesi yapılırmış. Holleween, cadılar bayramına çok benzer bir ritüelmiş. O gece Bocuk cadısının gezdiğine inanılır onu kovmak için çok sevdiği kabak tatlısını ahırlara koyarlarmış. Biz yeğenimle arka koltukta kıkırdamaya başladık. Masal bu ya! Elif’in annesi bir Bocuk cadısıymış, hazinesinin anahtarlarını demir bir halkaya dizmiş ve halkayı da beline sardığı siyah bir kuşağa geçirmiş. Burnunun ortasında koca bir beni olan cadı karların üstünde yürüdükçe, ağzında kalan iki dişinin arasından çıkan soluğu buharlaşırmış. Çocuklar onun geldiğini anahtarların şıkırtısından anlar çil yavrusu gibi çığlık çığlığa kaçışır, topladıkları şekerleri de ceplerinden düşürürlermiş.

4e3dac3a-4374-4c31-b13f-bd8bf443eef3
Nejla KAHVECİLER UGAN, nice yıllara:))

 

Gökçetepe tabiat parkından,  Saroz Körfezinin serin sularına ayaklarımızı soktuk. İskele gemimiz oldu, ben de kaptan, tek mürettebatım Elifçe’yle ağlarımızı Kuzey Ege’nin buz gibi sularına attık. Güneşin altında parlayan gümüş rengi balıklar ıslak ve kaygandı. Yavru bir ahtapotu ağlardan kurtarıp evine gönderdik. Akıntıdan dolayı deniz kendi kendini temizlermiş burda, akvaryum gibi çam ormanın içinde turkuaz, lacivert bir deniz.  Sazlıdere köyüne giderken yolda kaybolduk, şipkaların (kuşburnu) arasından bir kaç kere köy meydanına çıktık ama sonra bulduk yolumuzu ve körfezi kuşbakışı seyrettik. Yunusların göç yoluymuş burası, uzun uzun baktık, yorulduk nöbetleşe baktık, görmüşüz gibi şakalar yaptık ama gelmediler.

img_9839Gelibolu, Adilhan çıkışında asfalta kurusun diye serilen ayçiçeklerinden “illa alın!” diye ısrar ettiler, bir avuç aldık. Kıyıda, aşağıdaki çam ve zeytin ağaçlarından sonra Koru dağlarında tam bir cümbüş vardı; meşe, akasya, çınar ve fındık ağaçları kol kola girmiş, sonbahara tam bir seyirlik manzaraya hazırlanıyorlardı, bunlar yapraklarını kızıldan sarıya hizalarken aralarındaki çam ağacı hiç renk vermeden duracak biz de cennete arka kapıdan girecektik.

Satır etin yanında ikram ettiler. Manca göçmen dilinde yemek anlamına geliyormuş, közlenmiş patlıcan ve paprikadan yapılan bir meze adı olmuş zamanla.

img_9866

Keşan’dan İstanbul yönünde ilerliyoruz. Malkara’nın içine girmeden, Şarköy sapağından içeri girdik. Tütün rengi sürülmüş tarlalar, havada kartal görmüş hindi sürüsü gibi yan yan bakan içi geçmiş gündoğduların arasından kıyıya indik. Şarköy kesmedi bizi, Marmara’nın da hiç keyfi yoktu, bulanıktı ve rüzgar huzursuz kadınlar gibi Güney Doğu’dan keşişleme esiyordu. Nympha’lar Bocuk cadısının kulağına fısıldadılar, Mürefte’ye doğru yola çıktık. Trakya Tanrı’sı Baküs’ün memleketine, asmayı bekleyen, bağ bozumu yapan şarap Tanrısı. Bana mı öyle geldi bilmem! Arnavut kaldırımlı sokaklar şarap kokuyordu. Sahildeki sıralı ahşap evlerden birinin önünde küçük bir kalabalık var, herkesin elinde birer şarap kadehi. Burası Kutman şarap müzesi, içerde 1890 yılında kullanılan on tane meşe fıçı var. En son 1958 yılı bağbozumunda kullanılmış bir çıkrık ve bir kapalı pres, şarabı tortusundan ayıran filtre tepsi, güçlü erkek ve kadınların ayaklarıyla üzümü ezdikleri çıpıt aleti, 1972’de Fransa’dan gelen Fulvar, elektrikli pompalar çıkana kadar kullanılan adı ahbap olan ama Trakya şivesinde H harfi söylenmediği için ABAP denen tulumba, muhasebe evrakları, şişeler ve aile fotoğrafları. Kocakotaki adında Rum bir şarapçıya aitmiş burası, 1888 yılıymış. Daha sonra Rum şarapçı Kocakotaki’nin yanında çalışan, Kutman’ların büyük büyük dedesi Ali Paşa Zade Ahmet Efendi burayı devralmış. Sonrası malum.

img_9888

Denizi karşımıza aldık, ılık güneşin altında 2011 yılında şişelenmiş Reserve Cabernet Sauvignon’u tatmaya başladık. İçimi yumuşak, hafif kekremsi, sıkı bir şarap.

Kocakotaki’ye ne olmuştu acaba, nereye gitmişti? Torunlarına da öğretmiş miydi şarap yapmayı?

Elifçe’nin büyük büyük babasının da şarap fıçıları varmış köyünde, annesi daha küçük bir çocukken dedesinin talimatıyla şarabın şişirip, sıkıştırdığı ahşap çeşmeyi zorlanarak açar fıçıdan sürahisini doldurur sofraya getirirmiş. Bulgaristan’dan bu tarafa göç ettiklerinde 12 yaşındaymış daha.

Elifçe’yle deniz kenarına indik. Kuruyan tuzla ağarmış yuvarlak deniz taşlarına sorduk, bizimle gelmek isteyenleri  kızım Zeze için toplarken, onlar Sevilen’e girdiler orda da bir şişe rose şarap içtik. Kafamız güzel, çok iyiyiz.

Güneş Gelibolu’dan kızarmış bir çörek gibi batıyordu. Yolda Elifçe’ye annesinin hikayesini yazacağıma söz verdim.

 

Yelda UGAN

02/10/19, Beşiktaş