
Eğer bir ülkenin, bir cemaatin, bir milletin veya bir şehrin durumunu öğrenmek istiyorsanız o vakit inin çarşılara, aşhanelere, kahvehanelere, hanlara, hamamlara,meydan ve pazarlara, oralardan yükselen alışverişin,pazarlıkların,kavgaların, bedduaların,methiyelerin,şakaların ve sohbetlerin sesine kulak verin, bir gözlemci gibi insanların hareketlerini inceleyin. Ülkelerin kalbi oralarda atıyor çünkü.
Dicle’nin Sürgünleri, Mehmed Uzun
Işık Doğu’dan gelir,
İstanbul’dan uçağa bindikten bir saat sonra tan yeri ağarmaya başladı, kızıldan sarıya dönen ışığın merkezine doğru ilerliyorduk. Sabah 07:15’de Diyarbakır havaalanına indik. Çoktan işini gücünü bitirmiş gibiydi güneş, sanki hiç batmamış, burda hiç akşam olmamıştı, öğle vakti gibi parlıyordu.
Urfa Kapı’dan, ya da Rum veya Halep kapıdan, Çin seddinden sonra ayakta kalan en uzun surlardan eski Diyarbakır’a dövme demirden yapılma 12 m boyunda heybetli bir kapıdan girdik. Sur içine giren üç kapı daha var, Yeni Kapı, Mardin Kapı ve Dağ Kapı. Kimler gelmiş kimler geçmiş buralardan, her gelen de izini bırakmış bu taşlara. M.Ö Huri, Mittani, Urartu, Asur, Med ve Pers‘lerden sonra M.S Roma, Bizans, Abbasi, Mervani, Selçuklu, Artuklu, Eyyubi, Akkoyunlu ve Osmanlı. Bu köklü egemenlikler Karacadağ volkanından akan gri-siyah bazalt taşların üstüne güneş ve yıldız sembolleri, kaplan, boğa, çift başlı kartal, akrep ve at kabartmaları, silah, meyve ve tahıl şekilleri işlemişler. Hiç bir medeniyet de bir diğerine “lütfen biraz da siz buyrun” dememiştir elbette, ne savaşlar yapılmış, ne canlar yanmıştır.
Gittiğim yerlerden broşürler toplarım ki döndüğümde aldığım notlar yetmez onlara da bakarım. Sur kaymakamlığı ve Sur Müftülüğünün beraber hazırladığı tanıtım broşüründen de yararlandım. Şehrin o kadar zengin bir tarihi varki dinlerin de ibadet hanelerin de sadece biri sığabilmiş bu küçük, el kadar kağıtlara. O kadar. Kelimelerle aram iyi olsun isterim, mesela içinde umudun kekremsi bir tadı olan tahammül kelimesi ne güzel bir kelimedir. İngilizcesi “toleration”
İran’dan İzmir’e kadar kervanların mola verdiği hanlar varmış eskiden, ipek yolunun kullanıldığı zamanlarda, 40 km de, sıcak bölgelerde de 20 km de bir yol üstüne yapılırmış. Osmanlı’dan kalma Hasan Paşa Han da 16. yy’da yapılmış. Gün batımından sonra kapılar kapanır gün doğumuna kadar kimse giremezmiş. Artık hanın odalarında kimse kalmıyor, kahvaltı salonları, restoran olmuş, hediyelik eşya dükkanlarına, kahvelere dönüşmüş.
Tahir Elçi Hasan Paşa’nın hemen arkasındaki sokakta öldürülmüş. Merak edip sormamız, görmek istememiz pek hoş karşılanmıyormuş buralarda, öylesine, sebepsiz, yoluna gidiyormuş gibi geçersen sokaktan, o zaman olur, kimse rahatsız olmazmış.
“Belki kalbine doğar” diye ısrar etti kadın adama. Belli ki gelenleri yüzü tutmamıştı adamın, nuh dedi peygamber demedi. Baş örtüleri iğreti mi duruyordu, ya da kadının pantolonu çok mu dar, eteği kısa mıydı? Onlar iflah olmazlar mıydı? Allah’ın evinde onun adına kullarına hüküm verdi adam. Gelenler yabancıydı, meraktı onlarınki, kadın “değiller, Diyarbakırlı’lar” diye son bir hamle daha yaptı, yalvardı, n’olur bak, soruyorlar, onlara da anlat, belki kalbine doğar” diye tekrar etti ama adam oralı olmadı. Camiye girenleri hizaya getirmesi gerekiyordu, çok işi vardı. Hidayet öyle herkesin harcı değildi. Bunca yıllık imamdı, bilirdi.
Hasan Paşa Han’ın çapraz karşısı Ulu Cami. Paganizmden beri dini mabed olarak kullanılmış. Hz Musa ve Hz İsa dönemlerinde de ibadethane olan cami tam 3400 yaşında. Mar Toma süryani Kilisesiyken 639 yılında Hz. Ömer döneminde Diyarbakır’ın müslümanların eline geçmesiyle camiye çevrilmiş. Burası da Karacadağ’dan çıkan volkanik taşlarla yapılmış. Delikli ve hafif olanı “dişi taş” taban döşemelerinde, deliksiz ve ağır olan “erkek taş” sütun ve başlıklarda, duvarlarda arzı endam etmekte. Mimarinin cinsiyetçi, eril dili ne güzel de özetlemiş durumu. Camide Hanifiler ve Şafiler için ayrı ayrı bölümler ve iki tane de medrese var, Anadolu’nun en eski ve ilk üniversitesi olan Mesudiye Medresesi ve Zinciriye Medresesi.
Evliya Çelebi Seyahatname’sinde Cami-i Kebir’i yani Diyarbakır’ın Ulu Camiini “Şam’ın Emevi Cami, Kudüs’ün Mescid-i Aksası, Mısır’ın Ezher Cami, İstanbul’un Ayasofyasıdır” diye tanımlamış.
Caminin iç avluya bakan, hemen kapının yanındaki ilk pencerenin üstünde yan yana duran dört adet taş kabartma şekiller var. Kozmik düzen ve hayatın devamını temsil eden Svastika, şehir surlarının sembolü yuvarlak halka, hayat ağacı ve her iki yanda bulunan sur kapıları. Ayrıca, medrese bölümündeki sütunların sonundaki yılan kabartmaları da taştan, Neolitik dönemden itibaren zehirli yılanlara karşı bir tılsım olarak kullanılan yılan motifi mezopotamya ve anadolu kültürlerinde görülen ve tarih boyunca kullanılan bir şekil olarak sonradan pek çok anlama evrilmiş.
Cami Kebir Telgrafhane sokakta iki büyük usta, iki büyük şair komşuymuş meğer, müze evleri yan yana. Bir evde “Yeter ki gün eksilmesin penceremden” diyen Cahit Sıtkı Tarancı, diğerinde “Seni baharmışsın gibi düşünüyorum, seni Diyarbekir gibi..” iki satırla ne çok şey söyleyen Ahmed Arif. Ziya Gökalp de onların arka sokağında otururmuş. Tarancı’nın fıskiyeli, havuzlu, bahçeli müze evi ziyarete açıktı ama Ahmet Arif evde yoktu, kapı duvar. Yine Evliya Çelebi 4.ncü seyahatnamesinde Diyarbakır ile ilgili şöyle der: “Sırtınızı Ulucami ye dönün, kollarınızı açın, gözlerinizi kapatın, karşılaştığınız insanlara dokunun sarılın, sarıldığınız iki insandan birisi ya şair, ya yazar ya da kitapçıdır. ”
Diyarbakır surlarının etrafı yakın zamana kadar çer çöp içindeyken, ciğercilerin, kababçıların dumanıyla kararırken ki onlara bir lafım yok, en lezzetli olanları her zaman sokakta yediklerimdir. Unesco imdadına yetişmiş, ordan gelen fonla temizlenmiş etraf. Yemyeşil çimenlerin üstüne gül fideleri, sardunyalar ekilmiş, yüzleri gülmüş yaşlı bazalt taşların.
Mezopotamya’nın bereketli iki memesinden biri Dicle…Hazar gölünden doğar, Hasankeyf’den geçer nihayet Bağdat’da Fırat’la birleşir Şattülarap olur, beraberen Basra’ya dökülürler. Tevrat’ta Digris, İncil’de Tigris, Kuran’da Dijle olur adı.
On gözlü köprünün üstündeyim, bakışlarımız buluşuyor, “Dicle!” diyorum “anlat bana ne var ne yok?!!”
Diyarbakır’ın mesire yeri buralar, çay bahçeleri, restoranlar. Çoluk çocuk, ipini koparan gelmiş, onlardan biri de benim. Gelinler, damatlar, çocuklarına gösterecekleri düğün fotoğraflarını burda çekiyorlar. Dicle yorgun, Dicle yaşlı, çok gün görmüş bir kadın gibi bilge, Adem ve Havva’dan beri beslemiş insanoğlunu, kızını, kuşların göç yolu olmuş, ilk evler, ilk köyler, ilk kentler etrafında kurulmuş. İlk buğday, ilk arpa ve ilk mercimek burada yetişmiş. İlk ceylan burada avlanmış, adına türkü yakılmış. İlk kan buralarda akmış. İlk şekiller burada çizilmiş, İnançlar bu suyun etrafında doğmuş. Mabedler yapılmış, Peygamberler, havariler, azizler, sahabeler, evliyalar, ermişler ve dervişler buradan geçmiş; batıya, güneye, kuzeye. Her renkten ve ırktan canlılar Dicle’den göçmüş; yollara, bölgelere, şehirlere ve ülkelere karışmışlar.
Köprünün üstünden Hevsel bahçelerini gösterdi Dicle bana, surlarla onun arasında göz alabildiğine uzanan ekili yeşil araziyi. Efsanelere, türkülere konu olmuş, tarımın anavatanı Mezopotamya’nın belki de en eski tahıl ambarıymış. 180 çeşit kuş varmış burda, misal kum kırlangıçları. Karada da tilki, sincap ve kirpiler mekan kurmuş. “Sana iyi bir haberim var” dedi sonra Şu kırklar tepesini görüyor musun, kırk evliyanın mekanı, eteklerindeki Hevsel’in üstüne Toki evler yaptı, blok blok çıktılar, Diyarbakırlı’lar izin vermedi, yakışmadı dediler buraya, epey uğraştılar, olaylar olaylar..sonra yıktı belediye beton blokları, temizledi buraları, “çok sevindim!” dedim “iyi yapmışlar.” istemeye istemeye vedalaştık, bana kalsa akşama kadar kalırdım yanında. “yolculuk nereye?” diye sordu, “Batı’ya” dedim, “Midyat, Mardin, Urfa, Adıyaman” “Fırat’a selam söyle” dedi “Başım gözüm üstüne” dedim.
Sanki yeniden Diyarbakır da ve büyük bir özlemle geziyorum gibi hissettim kendimi yazının içinden geçerken…
BeğenLiked by 1 kişi