Boğulmamak İçin

 

img_1356

 

Yazar; George Orwell

Can Yayınları

Çeviren; Suat Ertüzün

I. Basım Ekim 2015

Boğulmamak için (coming up for air) 1939’da yayımlanmış. Hemen önce 1938’de Katalonya’ya selam. Arkasından da herkesin okumasa da bildiği 1945’de Hayvan Çiftliği ve 1949’da da 1984. Birbirlerinden bağımsız gibi görünse de her biri ardından gelenin habercisi çok iyi kitaplar.

Hikaye 1900’lerde başlayıp 1939’da bitiyor. Göbeğinin çapı giderek genişleyen ve evinin taksitlerini ödemeye çalışan sigorta satıcısı George Bowling, 45 yaşında, evli ve çocukludur. George’a göre kendi hayatı da dahil olmak üzere dünya hızla karanlık bir deliğe doğru çekiliyor ama kimse bunu fark etmiyordu. Anılarında çocukluğunun geçtiği kasabaya, 1900’lü yıllara gider sık sık. Anne babasını, arkadaşlarını, ağabeyini, gölde balık tuttuğu günleri, ilk kız arkadaşını anlatır. Savaşa katıldığı güne kadar da kasabadan ayrılmaz.

George Bowling, 1. Dünya savaşı’ndan görece büyük bir şansla çıkmış ama aradan geçen onca yılda hiç bir şey Bowling’in hayatında da, dünya’da da daha iyiye gitmemiştir. ikinci sinin de kapıda olduğu bu günlerde Bowling çareyi ait olduğu yerin orası olduğuna inandığı Binfield’e doğru yola çıkmakta bulur. Ya da karısından ve patronundan gizlice oraya kaçmakta.

“Temelli mi yok oldu? Emin değilim. Ama şu kadarını söyleyebilirim ki, yaşaması güzel bir dünyaydı. Ait olduğum yer orası. Sizin de ait olduğunuz yer orası.” (syf41)

George şeytana uymaz arabayı Batı’ya çevirip Oxford yoluna çıkar. Aslında kafasında çok daha önce başlayan yola çıkmıştır artık.

Yirmi yıldır görmediğiniz toprakları tekrar görmek değişik bir tecrübe. Hatırladıklarınız çok ayrıntılı ama hep yanlıştır. Mesafelerin hiçbirini tutturamazsınız ve belli başlı noktalar yer değiştirmiş gibidir. Hep, şu tepe eskiden daha dik değil miydi? diye düşünürsünüz. Bir de aslında gayet doğru olmakla beraber sadece belli bir zamana ve mekana ait olan hatıralar vardır. Söz gelimi ıslak bir kış günü, bir çayırın köşesinde otların yemyeşil olduğunu, hatta neredeyse maviye çaldığını likenle kaplı çürük bir kapı sövesini ve çayırın ortasında durup size bakan bir ineği hatırlarsınız. Ve yirmi yıl sonra oraya gittiğinizde ineğin orada dikilip aynı ifadeyle size bakmadığına şaşırırsınız.” (syf193)

Geçmiş ve gelecek üstüne kara kara düşünen George’a göre karısı Hilda, iç işleri bakanı, Mussolini, Papa, Hitler, Stalin, İngiltere Merkez Bankası, politikacılar, faşistler, anti-faşistler, siyasiler, işçiler, işçi partililer, patronlar, profesörler,  Yahudiler, Troçkistler, proleter dayanışmacılar ve Scotland Yard….. topyekün delirmiş olmalıydı. Kimse Avrupa’nın Doğusundan gelen tehlikenin farkında değil miydi?

“Hitler mi? Şu Alman mı? Aziz dostum! Ben onun hakkında düşünmem bile.” (syf173)

“Dinle evlat dedim, fena halde yanılıyorsun. 1914’de biz de muhteşem bir şey yaptığımızı  düşünüyorduk. Ama alakası yoktu. Her şey kanlı bir karmaşadan ibaretti, o kadar. Yine savaş çıkarsa uzak durmaya bak. Vücudunu kurşunla niye doldurasın? Onu bir kıza sakla. Savaş deyince aklına kahramanlıklar ve şeref madalyaları geliyor ama öyle değil…” (syf169) 

Evliliğini, yaklaşan dünya savaşını, sistemi, içinde eriyip kaybolan insanları ve değişen herşeyi düşünür yolda.

“Siz de evliyseniz, “Neden böyle bir şey yaptım ki?” diye kendi kendinize sorduğunuz zamanlar olmuştur; ben de Hilda için aynı şeyi kim bilir kaç defa aklımdan geçirdim. Nitekim 15 yıl aradan sonra dönüp baktığımda yine soruyorum: “Hilda’yla neden evlendim?”  (syf 147)

“…O tipleri bilirsiniz. Fi tarihinden beri İşçi partilidirler. Davaya feda edilmiş hayatlar, iş verenlerinin kara listesinde yirmi yıl, varoşlara bir şeyler yapsınlar diye belediyenin kapısını aşındırmakla geçen bir on yıl daha. Sonra bir anda her şey değişiyor, eski işçi partisi muhabbetinin bir önemi kalmıyor. Dış politikaya kilitleniyorlar: Hitler, Stalin, bombalar, makinalı tüfekler, kauçuk coplar, Roma-Berlin mihveri, Halk cephesi, anti komünizm paktı,..” (syf163)

Aşağı Binfield’da neler oldu, orası da değişmiş miydi, eski kız arkadaşıyla karşılaştı mı, hiç tanıdık kalmış mıydı?

Kadınların zaman öldürmek için yaptıkları şu anlamsız sohbetlerden birine dalmış olarak kuğuran seslerini duyabiliyordum. ‘Evet, aynen öyle. Konu aynen bu. Onunla bizzat konuştum, dedim ki, “Ee başka ne bekliyorsun?” dedim. Sana da doğru gelmiyor, değil mi? Ama ne fayda, ha bir taşa laf anlatmaya çalışmışsın ha ona. Yazık!!’ Vesaire vesaire. Kadın neredeyse tamamen bana dönerek… İsa Mesih aşkına! Bu Elsie’ydi!” (syf223)

27/09/2018

Yelda UGAN

Reklam

Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç

img_4350

Çocuklar için hazırlanmış Nutuk kitabını almaya gittim. İş Bankası Yayınları Nişantaşı Şubesine, Rumeli caddesi üzerinde olan. Dükkandaki tek görevli genç adam bir yandan türlü çeşit çocuk kitaplarını hediye paketi yaparken bir yandan da onu bekleyen, altmışlarında hoş bir kadınla sohbet ediyordu. Kadın içerdeki tek koltukta oturuyor, paketlenen kitapların hangisinin hangi poşete konulacağını söylüyordu. Eski TRT spikerleri gibi konuşuyordu;  eğitimli bir ses, düzgün bir diksiyon, her bir kelimede abartılı bir açıklık ve netlik vardı. Ben aradığım kitabı bulduktan sonra kasaya geldim. Kadın kitap seçimimden dolayı beni kutladı, ben de seçimin ne bana ne de çocuğuma ait olmadığını açıklamak zorundaymışım gibi, aman efendim, teveccühünüz fakat güzide övgülerinize ben de çocuğum da layık değiliz manasında sekizinci sınıfa geçtiğini, kitabın bu yaz öğretmeninin verdiği okuma listesinde olduğunu, sınavda çıkacak İnkilap Tarihi soruları için filan derken, gittikçe düşen ses tonumdan ve gereksiz ayrıntılarımdan ben bile sıkıldım. Kasaya en yakın döner tezgahtan bu kitabı alıp evirip çevirmeye başladım. Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç. Kadın elimdeki kitabı görünce tekrar benimle konuşmaya başladı. Ne kadar güzel bir kitap olduğunu, içindeki dialogların benzerine hala mahallelerimizde rastlayabildiğimizi ve çocuklarımızın da okuyarak Hüseyin Rahmi’yi tanımaları gerektiğini yine tane tane anlattı. Ben de yarım yamalak değil de sanki kitabı iyi bilirmişim gibi yaptım. Konuşma boyunca kafamı sallayarak, evet, elbette, tabi ki, ya..değil mi?  lerle kadını onaylayıp iki kitapla çıktım dükkandan.

İş Bankası Yayınları, asıl metine sadık kalarak sadeleştirmiş ve  Nisan 2018’de de yayınlamış, dolayısıyla satın aldığım kitap 1. Basım. Günümüz Türkçesine de Ali Faruk Ersöz uyarlamış.

Evet, itiraf ediyorum ardında 37 roman, 7 öykü, ve bir de uzun öykü bırakan Hüseyin Rahmi hiç okumadım. Okul yıllarından kalan bir kaç bilgi kırıntısı haricinde hakkında hiç bir şey bilmiyorum. O kadar ki, “Çalıkuşu Hüseyin Rahmi’nin miydi? Yok yok! Reşat Nuri’nin!?” bile diyebilirdim.

Fantastiğin çekiciliğine kapılmış evin 13 yaşındaki sınav yolcusu kitaba burun kıvırdı, zorumla bir kaç kere denediyse de kitap elinde süründü durdu.

Halbuki Hüseyin Rahmi ülkemizin fantastik ögeleri kullanan ilk yazarlarından biriymiş, belki de ilki. “Gulyabani”‘den, “Ölüler Yaşıyor mu” ya kadar tüm kitaplarında anlatım biçimi olarak kullanmış bu türü. Yani amacına ulaşmak için bilinmeyenin gizeminden ve onun her kafada, her algıda farklı yorumlanmasından yararlanmış. Osmanlı Türk toplumundaki halkla, Meşrutiyet arkasından da Cumhuriyetle gelen modernleşmenin açık arasını kapatmak için fantastiğin kolay okunurluğundan, cazibesinden ve popülerliğinden de yararlanmış. Yani halkın bir anda aydınlanmayacağını, yüzyıllardır süren geleneklerin, alışkanlıkların öyle kolay kolay bitmeyeceğine inanmış, öngörmüş ve edebiyatı yardıma çağırmış.

“Bu kuyruklu yahut uzun saçlı dediğimiz sürtük gezegenler Güneş’ten pek fazla uzaklaşırlar. Uzaklaştıkça yol almaları yavaşlaşır, yavaşlaşır. Nihayet fezanın karanlık, donuk o sonsuz ayrılık gecesi içinde bir korku hissi ve sevgiliye hasretle sarsılarak ağır ağır geri dönerler. Geri dönüşleri sırasında yarin hasreti sanki her saniye daha da şiddetlenerek artar. Çekim büyür. Gittikçe ısısını ve ışığını artıran bir sürat, ateş saçan bir aşkla fezaları yırtarak, yakarak sevgililerinin yakınına koşarlar, koşarlar yörüngeleri üzerindeki en yakın noktaya yani Güneş’e en yakın mevkiye gelirler…” (syf 34)

Oysa benim gönlüm rahat, keyfim yerindeydi. Çünkü çocuğum fantastik kitaplar okuyor, okudukça hayal dünyası,  uçsuz bucaksız ufuklara yelken açıyordu, bilindik gerçeklerin dışında, farklı dünyalar kurabiliyor ve yaratıcı zekası aman Allah’ım dur durak bilmiyordu. Ama konu Starbucks’da bilmem hangi antin kuntin isimli buzlu kahveler içmeye, kulaklıksız tuvalete bile gitmemeye, telefonda saatlerce sky whale oynamaya gelince hiç de öyle olmuyordu, yaratıcılık, hayal gücü filan hak getireydi. Geriye bir tek türün popülerliği kaldı ve keyfim kaçtı ama yine de umudumu yitirmedim, yeter ki okusun!

Kadın düşmanı İrfan Bey, mektubu okurken o kadar yumuşadı ki iki defa, üç defa okumaya doyamadı. Kadınlara karşı o güne kadar olan şiddetli düşmanlığının onlardan layıkıyla yüz bulamadığından ileri geldiğini anladı…” (syf68)

Hüseyin Rahmi Heybeliada’da büyükannesi ile beraber yaşamış, sadece büyükanne değil bir sürü kadın varmış etrafında; dadılar, kalfalar, komşular, akrabalar. Annesi o daha küçük bir çocukken veremden ölmüş. Babası Girit’de yaşıyor, ondan ancak mektuplarla haber alabiliyormuş. Hal böyle olunca, zoraki mutsuz evliliklere, “gözü dışarda” olan kocalara, toplumsal değerlere, batıl inançlara ve dini çıkarlarına alet edenleri de esprili bir dille ve kadın gözüyle anlatmış öykülerinde.

“…Yazı kadın yazısıydı. Bunda hiç şüphesi kalmadı. İfadelerinde bir erkek kadar düzgünlük, kuvvet, şiddet, isabetli fikirler gösteren hanımlar görülmüştür. Fakat el yazısı öyle değil…El yazısında hemen daima cins-i latife (güzel cins, kadınlar) has bir zayıflık izi , aman afedersiniz bir nezaket…Ahlakça olan düzensizliklerine işaret edecek bir ufak kuralsızlık olsun görülür. (syf 69)

Yaşadığı ortamı hayal ediyorum da, çocuktu ve kadınlar küçük Hüseyin Rahmi’nin yanında teklifsiz lakırdı etmekten çekinmiyorlardı. Gerçi biraz daha büyüdüğünde büyükannesi onu kadın meclislerine almamaya başlamış. O da gizlice saklandığı yüklükten dinlemeye devam etmiş onları. Benim de hayalimdir bu; görünmez olup konuşulan her şeyi duymak ve yazmak. Aslında o kadar da  baskı ya da dayatma da görmemiş, cinsiyetçi de yaklaşılmamış ona çünkü  en büyük hobisi dantel işlemek ve yemek yapmakmış. Hatta adalı kadınlar ondan örnek almaya gelirlermiş. Reçel ve turşu yapmada da üstüne yokmuş. Şimdi bu danteller müze olan adadaki köşkünde sergileniyormuş.

“…İlk mektupta bu ne teklifsiz lakırdı? Dama çıktığına kadar yazıyordu. Aman Yarabbi ne olursa olsun bu kız bütün o serbest, şuh, şen sözleriyle İrfan’ın kadınlık namına o güne kadar tapmaya değer olmak için zihninde canlandırabildiği eşsiz bir sembol değil miydi?” (syf 69)

 

Not: Hüseyin Rahmi Gürpınar’ı didiklerken en çok Pelin Aslan ve ekşi sözlük okudum.

Yelda UGAN

21/09/2018

 

 

Yunanlı Bir Kız Aranıyor

img_2255İkimiz de sırayla kitabı orta yerinden açıp, dini bir ritüel yerine getirir gibi sarı sayfalarını içimize çekerek kokladık. Meltem Bodrum’a gelirken bir sahaftan almış kitabı, ikinci el kitap satan bir tezgahtan belki. 1982 basımı, ilk sayfası kopmuş ama düşmemiş, kapağın altında güvendeydi. Diğer sayfalar da yerli yerinde, hiç eksik yoktu. İkimiz de yazarı tanımıyorduk.

Ertesi gün sahilde kitabı elimde gören Alev “Aaaaa Dürenmatt!!” diye bir çığlık attı. ( Dügınmat gbi bir şey dedi, ben de denedim bir kaç kere ama onun gibi söyleyemedim) “Meltem’in” dedim “gidene kadar bitiririm diye aldım elinden, daha bir kaç sayfa okudum….ismi çok güzel ama değil mi?”   “Ya!..biz lisede Dürrenmatt’ın oyunlarını sahnelerdik!” diye başladı anlatmaya,

Almanya’da öğrencilerin Dürrenmatt okuması, her sene bir oyununu sahnelemeleri zorunluymuş. Alman dilinin en önemli yazarlarından biri olarak bilinirmiş çünkü. Yani müfredat gereği bir zorunlulukmuş bu ama Alev’in anlattığına bakılırsa böyle bir mecburiyet dostlar başınaymış.

Dürrenmatt, “iktidarı anlatmak için en iyi yol basit bir mahalle bekçisine bakmaktır.” demiş. Burada da aynı şeyi yapıp sıradan bir insan olan Arnolph Archilochos üzerine kurgulamış hikayesini.

Archilochos, ilkeli, prensipleri olan kırkını aşmış bir adam. Hiç evlenmemiş, hatta eline kadın eli bile değmemiş. Et yemiyor, ağzına alkollü bir şey sürmüyor, sadece süt ve soda içiyor. Sayman yardımcı yardımcısı olarak çalışıyor. Eline geçen üç kuruş parayla bir de haylaz kardeşine ve onun çocuklarına hatta kardeşinin metresine bile bakıyor. Karanlık bir tavan arasında onu uykusundan sık sık uyandıran sifon sesi içinde yaşıyor.

Archilochos’un dünyası rutubetli duvarına resimleriyle listelediği önemli insanlardan oluşuyor. Ülkenin cumhurbaşkanı, çalıştığı şirketin sahibi, eskiyenipresbiteryen kilisenin piskoposu gibi. Saflığı ve inançları sayesinde yarattığı dünyasında gerçeklerden uzak, görece mutlu bir hayat yaşıyor, Örneğin çalıştığı atom topları üreten fabrikanın patronu tapılası bir ilahtır onun gözünde. Çünkü o bir hayırseverdir.

Arnolph, ailesinin Yunanistan’dan göç ettiği ve kendisini de bir Yunan’lı kabul ettiği için sadece Yunanistan’lı bir kızla evlenmek istiyor.

“Yunanistan’ı sık sık düşündüğünü ekledi sözlerine, gene geri gelmek üzere dağılan, hafif, ak bir duman gibi yerleri yalayan sise baktı. Sonra eski, yarı yıkılmış tapınaklar, zeytinlikler arasından parlayan kızıl kayalar birer birer canlandı gözünde. Bu şehirde sık sık bir sürgün gibi duyuyordu kendini, tıpkı Babilonya’daki Yahudiler gibi, yaşamasının ancak, uzun süre önce bırakılmış o eski yurduna dönmekle anlam kazanacağını düşünüyordu.” (syf36)

Devamlı gittiği restoran sahibi Archilochos’a artık evlenmesi gerektiğini söyler ve gazeteye bir ilan verirler. Restoran sahibi kadın “dul olsun, ikinizden birinin tecrübeli olması lazım” diye tutturur. Ama Archilochos istemez. “Yunan’lı Bir Kız Aranıyor” ilanına çok geçmeden cevap gelir. Pahalı elbiseler içinde, güzel, genç bir kadın çıkar karşısına.

O gün, tanıştıkları o pazar günü Yunan’lı kadınla şehirde yürüyüşe çıkarlar. Listesindeki bütün o önemli adamlarla yolda bir bir karşılaşırlar. Ve bütün o önemli adamlar Archilochos’a şapkalarını çıkararak nazikçe selam verirler. Olacak iş değildir. Arnolph hayatının en mutlu gününü yaşar.

Ertesi gün yani o malum pazar gününün ardından sayman yardımcısı yardımcılığından müdürlüğe kadar yükselir. Ardından başına “iyi şeyler” gelmeye devam eder. Arnolph’un kafasındakilere göre anladığı dünya, inançları ve doğruları olmayacak şeylerin başına gelmesiyle onu  doğrularken sonra birden bire Antik Yunan tapınakları gibi yıkılır.

Okurken şişman ve gözlüklü karakterlerin başına gelen alışılmış muamelelere canım sıkıldı. Restorandan her içeri girişinde, sobanın yanında ısınacak bir yer aranırken gözlüklerinin buğulanmasına içim acıdı, kardeşinin ondan sürekli para koparmaya çalışması, yeğenlerinin saygısızlığı ve Arnolph’un tükenmez sabrına duyduğum kızgınlık. Neyse sonra her şey değişti, daha sonra bir daha değişti. Eğlenceli ve samimi bir hikayeye dönüştü.

Eleştirmenler bir de “grotesk” demişler kitap için. Yani, bir araya gelmeyecek durumları şaşırtıcı bir biçimde birleştirdiği, temelde ciddi ama görünüşte gülünç ve abartılı bir güldürü olduğu için böyle söylemişler.

14.09.2018

UGAN Yelda

 

Leonardo’nu Yahuda’sı

img_3807

Bugüne kadar Leonardo da Vinci’nin başyapıtı “Son Akşam Yemeği” hakkında biraz bir şeyler biliyordum. Ama Yahuda hakkında birden fazla hikaye duymuştum. Bu da duyduklarımın sonuncusu. Karakterlerin tamamı yani İsa ve 12 havarisi resimde gerçek kişiler model alınarak resmedilmiş. İş Yahuda’yı bulmaya gelince, epey zaman almış. Böylece resim ancak üç yılda tamamlanabilmiş. Bu kitap da Bohemyalı tüccar Joachim Behaim’in nasıl Leonardo’nun Yahuda’sına dönüştüğünün hikayesi.

Resim aslından çok şey kaybetse de günümüze Kadar gelmiş. Milano’da Santa Maria Delle Grazie Manastırının yemek salonunun duvarında, Yani o bir tablo değil duvar resmi. Salon dar olduğu için her seferinde ancak 25 kişi içeri girebiliyormuş. O yüzden de ha deyince gidip görülemiyor, 2.5 ay öncesinden rezervasyon yaptırmak gerekiyormuş.

“Mesele şu İsa ve havarileri,” dedi eliyle hava yelpazeliyerek, ” yani eğer ortada bir İsa varsa, çünkü hangi havariye ait olduğunu bilmediğim birkaç bacak ve kol dışında bir şey yok henüz. Bıktım artık. Bu adam haddini aştı. Aylarca uğramıyor, nihayet lütfedip gelince de fırçayı eline bile almadan yarım gün boyunca resmin önünde dikiliyor. İnanın bana sırf beni sinirden öldürmek için başladı bu resme.” (syf4)

Son Akşam Yemeği’nin konusu, İsa Mesih’in Romalı askerlerce yakalanmasından önce 12 Havarisi ile yediği son akşam yemeği. 

İsa’nın, “Hakikatte size derim ki sizden biri beni ele verecektir.” demesinin ardından söylediklerinin havariler üzerindeki etkisi resmedilmiş. 12 havari, 12 ayrı karakter, 12 ayrı tepki. Beden dilleriyle anlatılan şaşırma, hayret, korku, endişe..

“İsa’ya onu sevdiğini anladığı için ihanet etti,” diye cevap verdi delikanlı. “Onu çok fazla sevmek zorunda kalacağını anladı ve kibri buna izin vermedi.”

“Evet. Yahuda’nın günahı kendi sevgisine ihanet edecek kadar kibirli olmasıydı,” dedi üstat Leonardo. (syf15)

Yazar Viyana’lı Perutz Nazilerin Avusturya’ya girmesinin ardından1938’de Filistin’e göç etmiş. Ancak 1948 yılında İsrail Devletinin kuruluşu ve ardından izlenen milliyetçi politikalardan duyduğu büyük rahatsızlık yüzünden, 1952’de yeniden Avusturya’ya dönmüş. Fakat Almanya’da yasaklanan romanları 1945 yılında, eserlerini çok beğenen Jorge Louis Borges’in girişimiyle ve El tizón de la Virgen adıyla Arjantin’de yayımlanmış.

“Dağların ötesinden mi geliyorsunuz?” diye sordu ve Almanya arkada bir yerlerdeymiş gibi başparmağıyla omuzundan geriye işaret etti.” (syf40)

Yahuda’nın Almanya’dan gelmesi de Leo Perutz için manidar bir kurgu olmuş.

12.09.2018

Yelda UGAN

Gevişgetirenler Zamanı

img_2085Brezilya’lı yazar jose J. Veiga, Gevişgetirenler zamanı bizde Delidolu yayınları tarafından ilk kez Nisan 2018 de basılmış. Çevirisini de Canberk Koçak yapmış. Zaten yazarın da Türkçe’ye çevirilen ilk kitabıymış.

Kitap Manarairema adlı bir kasabada geçiyor. Burası dağların arasında, dışarıyla ilişkisi sınırlı, modern hayattan çok uzak, geleneksel üretim araçlarının kullanıldığı yoksul bir kasabadır. Bir gün kasaba dışında terk edilmiş bir çiftliğe birileri gelir yerleşir. Sanki kasaba ile bu çiftlik arasında koca bir yarık vardır ve orası artık kasabanın öteki tarafıdır. Bir televizyon ekranı gibi her iki taraf da birbirini uzaktan merakla izler. Ama yabancılarınki merakdan daha fazlasıdır. İstediklerini alacaklardır.

Yük arabasıyla geçimini sağlayan Geminiano

Bakkal Amancio Mendes

Marangoz Manuel Florencio

Demirci Apolinerio

Gelen yabancılarla ilişki kurma konusunda kasabalılar fikir ayrılıklarına düşerler. Yukarda isimleri olan tüm karakterler sırayla önce direnir sonra bu tuhaf yabancılarla iletişime geçerler. Zamanla dirençleri kırılır, saf değiştirip onlardan yana olurlar. Başka şansları da yoktu aslında, seçenekleri de. Ödün verdikçe kapana kısılırlar.

“Akşam üzeri güneşi meydandaki gölgeleri uzatmaktayken, araba köşeyi dönüp dar sokağa girdi. Üstü iki direk üzerine gerili bir ipe asılmış derme çatma bir tente ile örtülmüştü. Araba dükkanın kapısının önünde durdu; içinden cep kapakları düğmeli, kemerli ceketler giymiş üç adam indi. Sanki birazdan fotoğraf çektireceklermiş gibi kıyafetlerini düzeltip kapıyı çaldılar.” (syf 52)

“…Adamlar sessizce içeri girdi. Amancio kapıyı kapadı. Bu ziyaretler o kadar çok tekrarlanmaya başlamıştı ki rutine dönüşen bu durumu ahali de kabullenmişti. Müşteriler adamlar gelir gelmez, Amancio’nun kovmasını beklemeden dükkanı anında terk ediyorlardı. Hiç kimse ayak diremiyor, kalmak için inat etmiyordu. Daha da garibi, kapalı kapılar ardında ve muz demetleri ile ipe dizilmiş soğanlar arasında gerçekleşen bu toplantılarda ne konuşulduğunu hiç kimse merak etmiyordu. Muhtemelen halk, o adamlardan da anlamını kimsenin bilmediği ve bu saatten sonra bilmek de istemediği şu sonu gelmez inşaatlarından da bıkmıştı; ve onlardan ne kadar az bahsedilirse kafalarını gündelik hayatın gereklerine yorabilecekleri zaman da o kadar artacaktı.” (syf53)

Veiga kitabı 1966 da yazmış,1964-1985 Brezilya’da askeri yönetimin hüküm sürdüğü yıllarda  yani darbenin ikinci yılında ama darbe sonrası tüm aşamaları da tek tek önden görmüş  Kitapta “Köpekler zamanı” ve “Sığırlar Zamanı” bölümlerinde, olağanüstünün sıradanlaşmasıyla başlayan değişimi, diğer tarafta, yani gerçek hayatta  partilerin, muhalefetlerin ve çıkar gruplarının birbiri arasındaki ilişkiyiyle yorumsuz örtüşmesi etkileyiciydi. Önce ordunun yerini koruma ve gücünü arttırma ardından sermayenin korunması, ekonomi politikaları vs.

“…Şu işe bak ya! Hangi çağda yaşıyoruz? Nerede benim haklarım? Borcu olmayanın korkusu da olmaz.”

“İşte hatalı olduğun kısım burası,” dedi Amancio, “Hiç bir şey olmamış gibi konuşuyorsun. Haklarmış! Ne hakları? Borcu olmayanın korkusu da olmazmış! O günler geride kaldı. Artık korkmak için borçlu olmak gerekmiyor…” (syf85)

11 Eylül 2018

Ugan Yelda

On Küçük Zenci

img_1400

Arjantin’li yönetmen Damion Szifron’un 2014’de çektiği “Asabiyim Ben filminin” ilk kısa hikayesi, 2016’da Coen kardeşlerin çektiği fenomen dizi “Fargo” ve sene 1939 “And Then There Were None” İngiltere’deyiz. 10 yabancı, ev sahipleri bay ve bayan U. N. Owen tarafından İndian Adası’ndaki evlerine davet edilirler. Fakat Owen’lar evde yoktur.

Agatha Christie

And then there were none (Ten Little Niggers)

Çeviri Semih Yazıcıoğlu

Altın Kitaplar Yayınevi

“…Bana sorarsan bu kadın deli. Nice kart kızların, akıllarını kaçırdıkları görülmüştür. Cinayet işleyecek kadar çıldırdıklarını iddia edemem, ama hemen hepsi bir tür sinir hastalığına tutulurlar. Bizimki de aklını dinle bozmuş. Kendini suçluları cezalandırma üzere Tanrı’nın dünyaya uzattığı el gibi bir şey sanıyor. Bütün gün odasında oturup İncil okuduğunu biliyorsun, değil mi??”

Hızlıca okunan, iyi bir tatil kitabı. Katili de merak etmedim. nasıl olsa kitabın sonunda öğrenecektim.

Ama Zeynep kitabı elinde günlerce süründürdü. Zeze mi? Evin ortasına 13 yıl önce bomba gibi düşen kız!. Katil o muydu şu muydu derken kıvrandı durdu.

Ağzımı çok sıkı tuttum, ser verip sır vermedim. Çıldırttım onu, derdim de “iki sayfa fazla okusun” hepsi bu..Hayır, ilk tahmininde katili bildiği için kıskanmadım. Dedim ya, okusun, bu sene sınava girecek. Yorum sorusu çokmuş diye.

 

on küçük zenci yemeğe gitti, birinin lokması boğazına tıkandı. kaldı dokuz.

dokuz küçük zenci geç yattı,sabah biri uyanamadı. kaldı sekiz.

sekiz küçük zenci Devonu gezdi,biri geri dönmedi kaldı yedi.

yedi küçük zenci odun yardı, biri baltayı kendine vurdu. kaldı altı.

altı küçük zenci bal aradı birini arı soktu. kaldı beş.

beş küçük zenci mahkemeye gitti, biri idama mahkum oldu. kaldı dört.

dört küçük zenci yüzmeye gitti, birini balık yuttu. kaldı üç.

üç küçük zenci ormana gitti birini ayı kaptı. kaldı iki.

iki küçük zenci güneşte oturdu birini güneş çarptı. kaldı bir

bir küçük zenci yapayalnız kaldı.

gidip kendini astı. kimse kalmadı.

Ugan Yelda

06/09/2018