Ben de bu arada epey salkım yutmuştum, talkını verirken ellere.
İki gündür buradayım ama haftalar geçmiş gibi hissettiren bu duyguyu seviyorum. Yani sıradan hayatımdan her çıktığımda günlerin uzamasını. İstanbul’daki son gece de dün gece gibi uykusuz geçti ama iyiyim. Kısa, sadece bir an kadar süren panik atak benzeri bir şey yaşıyorum bazen. Seneler önce buraya ilk geldiğim gün de aynı şey olmuştu. Daha şiddetli ve uzun sürmüştü o zaman.Denizde yüzerek açılmışım da kıyıya varamayacakmışım gibi bir korkuydu. Geniş uzun caddelerde yürürken öyle aylak aylak, yetişeceğim bir yer yokken, birden varmam gereken yer her neresiyse öyle bir yer olmadığını bilmek; zamansız, bağlantısız bir uzakta olmak. Ne fena bir şeydi! Ama dedim ya bu sefer çok kısa sürdü. Duygusu kaldı sadece, üstünden yıllar geçmiş bir ayrılık acısının tuhaf tadı gibi.
Nerdeyse “bir haftada yetiştirmem mümkün değil, hayır yapamam” diyecektim ki röportajı Paris’te yapacağımı söylediler…dergiye bütün kızgınlığım geçti. Aklımda kalan tek şey burayı, tıpkı bir zamanlar İstanbul’un beni büyülediği gibi büyüleyen bu şehri bir daha görecek olmamdı. Ön hazırlık yapmamı istemediler, o anlatacak ben yazacaktım. Yorum yok, olduğu gibi. Yeni yöntem bu, konuşmasına yön veren sadece kendisi olacaktı. Ben sadece kayıt altına alacak, derleyip düzenleyecektim. Takip eden günlerde de belki bir kez daha buluşacaktık. Plan böyleydi.
O gün Sein nehri boyunca uzun uzun yürüdüm. Louvre’ye kadar, ordan da Opera Garnier’de kısa bir mola verdim. Görüşmeyi yapacağım yere Republic yönüne dönmüştüm ki, yeri göğü inleten bir kadın sesi duydum. Ses sanki gökyüzünden geliyordu. Tanrı bir kadın olmalıydı. Sabrı taşmış ve çok kızmış bir kadın! Ama adını öfkeyle bağırdığı adam burada oturmuyordu. Kilometrelerce uzakta, Güneyde bir ülkeyi yönetiyordu. Ses Fransızca’dan sonra benim kendi ana dilimde, ardından da doğduğu topraklarda yasak bir dilde öfkeyle devam etti.
“Şimdi o yıllara dönsem…” derken yüzü gölgelendi. Hüzün hiç yakışmıyordu ona, o koca ağzıyla gülsündü hep.“En başa kayıt günü karşılaştığımız yere; masumiyet filan değil de…” deyince dayanamayıp, araya girdim, eskisi gibi istekle dinlesin istedim. Beni dinlemesini severdim. Sabırsız, abartılı bazen de kızgın yargılarım kocaman yeşil gözlerini daha da büyütür ama sesini çıkarmazdı sonunda da bildiğini okurdu. Çok sonraları, dudak büken, gözlerini devirip bıyık altından gülen, çocuksu coşkumu, konuşmaktan duyduğum şehveti boğazıma tıkayan bakışlarla ben de sözüm ona terbiye olmuştum. Hoş benim yargılarım daha çok genel kabul görmüş kalıplara karşıydı ama yine de zamanla öğrenmiş ya da öğretilmiş bir terbiyeyle daha sakin veriyordum tepkilerimi. Ben de bu arada epey salkım yutmuştum, talkını verirken ellere. “O yıllara dönerek neyi değiştirebiliriz bir bakalım ama! Ben artık o kadar romantik bakamıyorum geçmişe” dedim. “gençlik senle olduğu sürece, rahat vermeyecek, aklın bir karış havada, o da aşkta meşkte olacak.” Nihayet kıkırdadık. Kendimize gülmeyi severdik. Yüzünden gölgeler çekildi, gözlerinde güneş açtı.
Kadının arkasından gelen uzun kortej Porte Saint Martin sokağından ana caddeye Grands Boulevards’a doğru Republic yönünde dönerken aralarından geçtim. “kolay gelsin” dedim geçerken. Karşılaştığım yüzlerle selamlaştım. Heyecanlandım. Eskiden benim geldiğim ülkede de insanlar yürür, sokaklar meydanlara çıkardı. Ya da ben böyle hatırlamak istiyordum. Kortejin başında, ekipmanları taşıyan küçük bir kamyonetin arkasında yürüyen kadını gördüm. Sarışın, yapılı bir kadındı.Dimdik yürüyor, kararlı tutumundan hiç taviz vermeden elindeki hopörlere konuşuyordu. Konuştukça sert yüz hatları daha çok geriliyordu.
İki sevgili arasında kalan boşlukta görebilirdim onu daha çok. Birinden ayrıldığı, diğerinin daha başlamadığı günlerde, ya da en çok o zaman onunla olmayı severdim. Çünkü zaman ancak, ufuksuz bir deniz gibi bizim olur, bugün ve yarınla sınırlanmazdı. Sinemaya filan giderdik, güzel havalarda -ki oralarda parlak kış güneşi her daim ısıtırdı bizi, cömert yüzünü eksik etmezdi üstümüzden- Okuldan yurda kadar yürürdük bazen doyamazdık konuşmalara. Bir de çok gülerdik…ota boka, her şeye gülerdik, otobüste karşılaştığımız güne giden teyzeler ters ters bakarlardı bize “bunları da aileleri okusun diye gönderiyor buralara…” diye cık cıklarlardı. Annemiz gelirdi aklımıza, onun yerine de utanırdık ama yine gülerdik sonra. Bazen kendimizi tutamaz bir kaç durak önce inerdik otobüsten. Veli nimetleri olduğumuz Sun sineması sokağı esnafıyla selamlaşırdık yolda…öğrenci kebapçısı Otlangaç -gerçi o vejeteryandı geldiğinde ama, sonra buranın kebabına dayanamadı- Sokağın başındaki Bali parfümeri daha büyük bir şubesini bir de sokağın sonuna açmıştı, içinde hamam tasından, cımbıza kadar her şey vardı bu yarı tuhafiyeci parfümeride. Hatta gelinlikçi Faize Sevim, yurtta kalan kızları bu gelinlikçiye girip çıkarken hele de yanlarında anne ve namzet kayınvalide ile görünce yabancılaşırdık onlara, yani erken gelirdi bize Faize ve Sevim teyzelerle bu kadar ciddi konulara girmek. Çünkü dünya bizi bekliyordu ve sıra bizdeydi, bu sefer olacaktı! “Yok öyle değil” diye kimse bize parmak sallamamıştı henüz ya da biz onlara da gülmüştük…henüz acı diye bildiğimiz tek şey aşk’dı.
Her şey kesintisiz, düzenli bir hareket halindeyken kortejin caddeye dönmesiyle beraber ocağın üstünde haşlanan patatesler gibi şehir de fokurdamaya başladı. Neredeyse iş çıkışı saatiydi. Korna sesleri, şaşkın yüzler, sık sık arkasına bakarak yürüyen yayalar ocağın altını kapatmışsın gibi duruldu sonra. Kortej yolun sağ tarafına geçti ve savaş karşıtı sloganlar atarak, şehrin ritmini bozmadan, onunla uyum içinde meydana doğru yürümeye başladı.
Meydandaki kafeye, Fluctuat Nec Mergitur’a yetişmek için ben de hızlandım. Bataclan saldırısından sonra açıldı burası, Latince’de sallanır ama batmaz!” anlamına geliyormuş adı. Kortej arkamdan geliyor, kadının davudi sesi artık daha az duyuluyordu.
İçindeki sıkıntının kökü ordaymış ve onu kurutursa mavi sakala verdiği sözü tutacak ve her şey yoluna girecekmiş gibi yine bir umut, büyünün bozulduğu yere geldik. En azından daha seçici davranacağını söyleyerek “saçlarının bittiği yerdeki ebedi kızlık zarı” nı bozan adama verdi veriştirdi. “Şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler diyorsun ha!” Dedim. “ Yok o kadar da ağlak bir istek değil benimkisi” dedi ve fincanları, su bardaklarını tepsiye doldurup mutfağa gitti. Elinde iki büyük poşetle tekrar geldi. “ ben de mutfağı temizliyorsun sandım.” Dedim gülerek. Onda alışık olmadığım, ya da eğreti duruşundan alışamadığım bu ev kadını hallerine takılmayı severdim. “ yok canım ne temizliği…giymediğim, giyecek yerimin kalmadığı, giyemediğim, herneyse, elbiseleri topladım dün. Bak bakalım, işine yarayan varsa al. Kalanını da Emine’ye veririm, iki yetişkin kızı var onun. En aşifte olanları sen al, Emine giydirmez kızlara onları. Yarın temizlik var, götürsün kadıncağız.” Ağzım kulaklarımda “bayılırım” dedim “çok eğlenceli hem yakında bir kuzen düğünü var belki ona da bir şeyler buluruz ha!” dedim sonra. Ard arda susmadan şakıyordum, aslında elbise filan bahaneydi onunla tekrar bulmuştuk ya birbirimizi, sevincim ondandı.
Bundan altı ay önce, Beşiktaş iskelesinde kardeşiyle karşılaşmıştım. Ayak üstü biraz sohbet etmiştik, ikimizin de acelesi vardı. O vapurda inmiş ben de yetişmeye çalışıyordum. “O da burda” dedi ”İstanbul’da”, sonra telefon numaralarımızı verdik birbirimize. Az sonra anlatacağım nedenden dolayı onunla ancak aylar sonra görüşebildik.
O güzelim iş kıyafetleri, gece elbiseleri çıktıkça torbalardan, serildikçe koltukların üstüne daldı gitti. Gözleri bulutlandı sanki. Benim de keyfim kaçtı. “Hadi bir kahve daha içelim” dedim. Pudra rengi elbiseyi elimi yakmış gibi kalktığım koltuğa fırlatıp yanına gittim. Elini boşver anlamında arkaya doğru savurdu “tamam” dedi, “dışarda, balkonda içelim kahveleri”
Kızılımsı bir akşam ışığı meydanı doldurdu. Göz alabildiğine uzanan geniş cadde meydandaki heykelin ardından dört kola ayrılıyor, daha bu caddenin heybetine duyduğum şaşkınlığım geçmeden ufukta diğerleri de görünüyordu. Sonra sağda ve solda birer tane daha, metrelerce uzunluğunda yedi kollu devasa bir şamdan gibi. Burayı her gördüğümde sanki ayaklarım yerden kesilir, uçmadan uçar, yükselir heykeli yapılmış kadına göz kırpar, ağzımı açmadan en yüksek sesimle kahkaha atar, elimi kolumu oynatmadan dans ederim. Sonra benden kalan, benden artan ne varsa çağırır tek kişilik bir törenle “hacı” olurum.
Tam da okuduğumuz bölümün bize vaat ettiği gibi havalı bir işde çalışırdı. Çok uluslu, çok katlı, kapısında da havalı bir ismi olan kocaman bir odası vardı. Malum bu kadar çok şeye çok da çalışmak gerekiyordu, hakkını vermek! Yurt dışına gidilen iş gezileri, gece yarısına kadar süren toplantılar, derken bu ağır iş temposuna kocası dayanamayıp söylenmeye başlayınca çok sürmedi, ayrıldılar. Ayrılık sürecini omuzunda ağlayarak geçirdiği iş arkadaşı ona evlenme teklif ettiğinde iş işten geçmişti. Tüm hikayesini anlattığı son eş böylece onun bilmem kaçıncı mavi sakalı oldu. Evlendiler ve büyü bozuldu. Önce, türlü çeşit bahanelerle çalışmasına engel oldu. Çocuk dedi, çoluk dedi, dinlen biraz filan derken o da işi bıraktı. Sonra da eskilerden kadın arkadaşları dahil hiç biri ile görüşmesini istemedi. Bu kara listede ben de vardım ama çok zor olsa da kocasının iş seyahatlerini filan kollar yine görmeye çalışırdım onu. Ta ki kocası işi abartıp önce daha büyük bir ev olsun bahanesiyle şehir merkezinden uzak, etrafı kocaman duvarlarla örülü, güvenlikli sitelerden birine taşıdı evlerini sonra da telefonuna el koyuncaya kadar götürdü işi.
Karşıdan karşıya geçerken gördüm onu, evet oydu! “Biliyordum” dedim, hem de yüksek sesle. Bildiğimden değildi aslında, duygum o kadar yükseldi ki, zaman eridi, tıpkı bir lav gibi geçmişe doğru aktı. Meydana bakan bir masada dışarda oturuyordu. Yüzlerce kristalin yan yana geldiği dev bir üzüm salkımını andıran avizeler yüksek tavanlı kafenin içini sarı bir ışıkla dolduruyor, garsonların dışarıya servis yapmak için her giriş çıkışlarında o güzel yüzünü aydınlatıyordu. Yan masada yaşlı bir kadın oturuyordu tek başına, üstünde eprimiş, mor renkte kaşe bir manto, başında da kocaman, bombesinin etrafı tüllü bir şapka vardı, sandalyesine asılı büyük turuncu bir çantadan sigarasını çıkardı, mavi damarlı parmakları büyük taşlı yüzüklerle doluydu. Garson bir kadeh beyaz şarap koydu masasına, boş kadehi alıp, tepeleme yeşil zeytinle dolu küçük bir de tabak.
“N’aptın sen” dedim boynuna sarılırken, saçları yüzümü yaladı. Tekrar tekrar sarıldık, “yüz yıl geçti sanki üstünden” dedi. Sessiz kahkahalar atıyor, ne yapacağımızı bilmeden gülüyor gülüyorduk. Ağladığımızın farkında bile değildik. İkimiz de sandalyelerimizin ucuna acemice iliştik. Sonra avuçlarını açtı aceleyle, acelesi heyecanından geliyordu. Gösterecekti bir an önce. “işte burada” dedi. “Bütün mavi sakalları kapattığım odanın anahtarı!” “Şimdi buradayım!!”
Yine ince bir yağmur başladı, hava ılık, ne bir gök gürültüsü ne de rüzgar var, sadece yağmur, sıra bende der gibi yağıyor, bütün maharetini döküyordu. Kafenin içinden bir müzik sesi geliyor, Leonard Kohen waiting for the miracle!Diyordu.
Kahveler geldi dedim, yüzüme kocaman bir gülümseme takıp. O gün o balkonda onu son kez görmüştüm.
Not1: “Saçlarının bittiği yerdeki ebedi kızlık işareti” Ataol Behramoğlu’nun bir şiirden alıntı.
Not2: Mavi Sakal, Kurtlarla Koşan Kadınlar kitabından, yazar Clarissa P. Estes
Mitra
14/07/19, Adana, İstanbul, Paris