Fahrenheit 451

 

img_2127

“Bu bir uyarı kitabıdır. Sahip olduğumuz şeylerin değerli olduğunu ve değer verdiğimiz şeylerin bazen kıymetini bilmediğimizi hatırlatır…..bu kitap bir şeyleri umursamakla ilgilidir. Kitaplara yazılmış bir aşk mektubudur.” Neil Gaiman

Yazan, Ray Bradbury

İthaki Yayınları

Çeviren, Dost Körpe

“Sonunda kafamda bir ışık yandı ve itfaiye teşkilatını aradım. ‘Beni itfaiye şefine bağlayın,’ dedim. Buranın, Los Angeles’ın itfaiye şefine ulaştım ve, ‘kitap kağıdı kaç derecede tutuşup yanar ?’ diye sordum. ‘Bir saniye, hemen geliyorum,’ dedi. Geldi ve, ‘451 Fahrenheit,’ dedi.”

2. Dünya Savaşı’nın sonu, Birleşik Devletler’deki siyasi hayatın çok zor geçtiği bir dönem, siyasetçilerin önüne kattığı ne varsa, egzotik ya da komşu ülkeler, insanlar, kadınlar, çocuklar, siyahlar, ötekiler…sindirmeye ve korkutmaya çalıştığı 1950’lerin başı. Ray Brudbery böyle bir ortamda ve Amerika’nın dünya üzerine kurduğu ekonomik ve siyasi hegomanyanın  farkındaydı. Dünyadaki herhangi bir insan grubuna ait olmadan tamamen içsel mantığına ve öfkesine sadık kalarak yazmak istemişti.

Sonra Clarisse McClellan konuştu:

“Bir soru sorabilir miyim? Ne kadar zamandır itfaiyecilik yapıyorsun?”

“Yirmi yaşımdan beri….on yıldır.”

“Yaktığın kitapları okuduğun oluyor mu?”

Montag güldü. “Bu kanuna aykırı!” (sayfa27)

Şiddete karşı duyarsız, tüketen, televizyon seyreden bir toplum. Kitap okumak ve bulundurmak suç ve itfaiyecilerin görevi yangın çıkarmak.

Beatty (itfaiye şefi) kartlarını usulca düzenledi. “Devleti ve bizi kandırabileceğini sanan herkes delidir.” (sayfa54)

Herkes birbirine benzemeli, her insan diğer herkesin sureti olmalı, sinmelerine yol açacak, kendilerini kıyaslayacakları dağları olmamalı ki mutlu olsunlar. Yandaki evde bulunan bir kitap, dolu bir tabancadır. Görür ve duyarsın hatta hatırlar ve sorarsın; felsefe veya sosyoloji okumak kaygan zeminli şeyler, sonunda melankolik olursun, için kararır boğulursun…aman ha!

Aslında mutlu olman ya da olmaman umurumda değil, eylemde bulunma hakkını kullanma yeter. Bir gün o küçük mucizenin başında durup, nihayet ona dokunmak için eğileceksin, o gün hiç gelmesin diye yakıyoruz kitapları.

Bu bir distopya, ellilerin soğuk savaş döneminde dikte edilen sistemi “yok canım” diyecek kadar uç bir örnekle eleştiren, “ya olursa” diye korkutan, sonunun hayırlı görülmediği bir dünya. Bradbury yarattığı bu dünyada en sevdiği şeyin “kitapların” olmadığı bir hayatı imgeleyerek hem kendini hem de bizi dehşete düşürmüş.

Başta Neil Gaiman’ın sunuş yazısından alıntıladığım gibi, Ray Bradbury de kitabın sonlarında uyarmış bizi “Ama çok eskiden, kitaplar elimizin altındayken bile onlardan aldığımız şeyleri kullanmadık”  (sayfa191)

Yazıya noktayı koymuştum ama teknolojinin akıl almaz büyümesi, satın aldığımız bir akıllı telefonun yeni versiyonlarıyla daha o gün eskimesi, artık kullanılmayan, geleceği tehlikede olan yüzlerce meslek, kitapların yakılması ve televizyon arasındaki bağ, internet vs. hakkında bir kaç şey daha söylenmeli diye düşündüm.

Fahrenheit 451’i okuduğum günlerde William Zinsser’in “İyi Yazmak Üzerine” adlı kitabında rastladım: Altmışların ortalarında Amerikalı gazeteci Michael J. Arlen tarafından “Living-Room War” adlı köşe yasısının konusu medyanın gücü üzerinden tam da “algı yaratmak, “algıyla oynamak” ve en güçlü iletişim aracı televizyonla kurulan tek taraflı ilişki olmuş. Wietnam’a sık sık televizyonun savaşı adı verilmiş. Bunun sebebi Wietnam savaşının insanlara baskın bir şekilde televizyon tarafından iletilmiş ilk savaş olmasıymış. Arlen makalesinde “Görünen o ki, insanlar Wietnam’a koridorda eğilmiş, gözünü anahtar deliğine dayamış ve kilitli bir odada iki yetişkinin tartıştığını izleyen bir çocuk gibi bakıyorlar.” diyor. Televizyon anahtar deliğini genişletip bize sadece “elbise ucunu” değil kopmuş kafa ve yanan çocuğu gösterseydi insanlar savaş karşıtı tutumu daha önce almazlar mıydı? diye de son derece iyi niyetli bir varsayımla bitirmiş yazısını.

Hiç de savaş karşıtı tutum almış gibi bir halimiz olmadığını gören Harold Bloom 451 Fahrenheit’in yayınlanmasından yaklaşık yetmiş yıl sonra dayanamamış ve yeni baskılar için bir “son söz” yazmış, bir kez daha uyarmış bizi.

Yelda UGAN

28/03/19, Gayrettepe

 

 

 

 

 

Reklam

Hep Sonradan

img_1805

“Ne sen bulutsun ne de ben yağmur

Ne sen mağrur ne de ben mağrur

Hüzünlü bir akşam susmuşuz, durgunuz, hepsi bu”

 

Salih korsakov hastası, unutuyor, yirmi yıldır görmediği çocuklarına anlatmak istediği çok şey var ama toparlayamıyor, geçmiş karanlık bir kuyu gibi bazen. Salih’in çocukluk arkadaşı Ahmet Kaya yetişiyor imdadına, şarkılara tutunuyorlar beraber.

Kardeş Türküler söyledi, hatırladık. Salih anlattı, öğrendik. Çocuklar tutunamadı, tüylerimiz diken diken oldu, izin verdik kendimize ama söz dinletemedik, iki perdelikmiş hepsi, iki kadeh rakı,

“Herkesin bir Ahmet Kaya’sı var” seninki hangisi?

Bana mı öyle geldi yoksa, dekor oyuncuların hayatları gibi sürekli bir düşme hissi mi verdi?

Kağıtlar, hafızaya güvenmeyen, savrulan kağıtlar, onlara alınan notlar,

dengbejlerin mirası dilden dile anlatılsın, çocuklar dinlesin, üzerimizdeki ölü toprak havalansın, ki hatırlayalım, unutmayalım…sonra çocuklar anlatsın ve “bu acılar boşuna çekilmemiş olsun.” Bırakalım Sarkazyanlar’ın sandığı yerine ulaşsın..

img_1803

1980 askeri darbesinde çocuksanız ve babanız aranıyorsa, eve gelmesi bile tehlikeliyse ne kadar düzgün bir hayatınız olmuş olabilir. Kızgın ve küskün, hasret çocuklar, yabancılıkları acemi, kibirleri güvensiz çocuklar,

sürgünde, tecrit altında, mülteci hayatlar, hikayeler,

 

Oyun Uniq İstanbul’da sahneleniyor.

Yönetmen Metin Göksel,

Süpervizör, Onur Ünlü

Oyuncular, Cüneyt Yalaz, Elit Andaç Çam, Ahmet Melih Yılmaz, Saim Güveloğlu, Feryal Soysal ve Banu Açıkdeniz

Yazanlar, Funda Alp, Didem Kaplan, Cüneyt Yalaz

Ahmet Kaya şarkılarını uyarlayan ve söyleyen, Kardeş Türküler,

 

Mitra,

19/03/2019

Beşiktaş

 

 

 

Adanmışlık

 

img_1732
“Bu hayatta taşı düşmüş yıldızlar gbi dolanıyoruz.” Patti Smith

 

Patti Smith

Adanmışlık ( Devotion)

Domingo Yayınları

Çeviren, Seda Ersavcı

 

“Gelgelelim artlarında başka bir şeyin daha demlendiğini hissediyorum. Zihinsel bir hattı takip ediyor ve içinde gölet ile küçük ahşap bir ev olan bir köknar ormanına varıyorum. Bu, işte o başka şeyin başlangıcıydı ama o zaman bunu bilmiyordum.” (sayfa6)

Ben de orta parmağımı on beş kere dilimle ıslattıktan, her çevirdiğim sayfada unutmanın korkusuyla verdiğim molalardan sonra, o küçük ahşap evin penceresinden köknar ormanına bakarken soğuk yalnızlığın, Simon Weil’e benzettiğim kızın (çünkü o böyle istedi) göle tutkusunun şahidi olacağımı bilmiyordum.

Patti Smith, Fransız yayıncısının kitap temalı etkinliklerine katılmak üzere New York’dan Paris’e geliyor. O bilmiyor ama Cafe de Flore’da baget yiyor kahve içiyoruz beraber. Saint-Germain-des-Pres’deki Piccaso’nun Apollinaire büstü olan küçük parka giriyor, yirmili yaşlarında kız kardeşiyle oturduğu banka oturuyor, ayaklarının altındaki belli belirsiz bir yaprak hışırtısı gibi ben de sessizce yanına oturuyorum. Benim de onun için hazırlandığımı, arzusuna cüret etmediğimi fısıldıyorum kulağına. Tek arzum görmek, imgelemenin içini, ışıyan içini görmek diyorum. “söz mü?” diyor, “söz!! Kelimelerle dolacak boşluğun peşini bırakmayacağım” diyorum.

Gaston- Gallimard sokağına 5 numaraya gidiyoruz. 1929 senesinden bu yana ayınevinin bulunduğu yere, kapıyı hafif aralık bırakıp geçmeme izin veriyor. Simon Weil’in ölümünden sonra Camus’un editörlüğünde yayınlana kitap sergisinin önünden ayrılırken göz ucuyla bana bakıyor, parmağı bir pikap iğnesi misalı boş havada duruyor, mermer basamaklardan iniyor, şeytanın verdiği görünmezlik tozunu yutan Margarita gibi arkasından yürüyorum, mavi bir salona giriyoruz. Astarsız siyah paltosunun eteğindeki gri beyaz bir lekeye takılıyor gözüm, minik bir kuş tüyü. Eğilip alıyorum, incitmeden cebime koyuyorum.

Dışarda yağmur yağıyor, İstanbul’da yağmurun altında yürüdüğümden daha çok Paris’te yürüdüğümü düşünüyorum. “Paris’te yağmur” diyorum, gerisini getiremiyor ona bırakıyorum. “Yağmur, sessiz, sürekli bir yağmur” zihnindeki deftere not düşüyor. Evet, evet diyorum, tam da böyle demek istemiştim, yağmur Paris’te sessiz ve sürekli yağar sanki yüzlerce çocuk balerin fuayeden sahneye yürüyormuş gibi davetkar.

Piccaso’nun Guernica tablosunu yaptığı Grands Agustins Sokağı 7 numara. “bu tabloyu İspanya’da yapmamış mıydı yahu?”   diye aklımdan geçiriyorum ve hemen düşüncemi savuşturuyorum.

Güney Fransa’ya giden bir trendeyiz. Paris’ten ayrıldığımıza üzülüyorum, ne güzel sokak sokak geziyorduk. Fakat bir süre sonra trenin büyük pencerelerinden akıp giden kır manzarası beni avutuyor. Restoranın olduğu vagona geçiyoruz, kırmızı, tütün rengi karışımı masa örtülerinin üstünde porselen fincanlarla kadın ve erkek yolcular sabah kahvelerini içiyorlar. Kadınlar gösterişli şapkaları, kabarık volanlı etekleriyle çok rahatsız oturuyorlar, dirseklerine kadar uzanan dantel eldivenli elleriyle, serçe parmakları havada.  Ne zaman bir kitap kahramanının peşine takılıp trene binsem bu manzara geçer aklımdan. Kitap ister 19 ister 21. yy da yazılmış olsun.

Onlar Paul Valery’yi bulmak için mezarlığa doğru giderken, Paris’te yaptığım tek mezar ziyareti düşüyor zihnime. Aradığım kişiyi bulamayınca, herhangi bir mezarın önünde durmuştum, onun için kendi dinimde ama kendi dilimde olmayan bir dua okumak istiyordum, neden o mezarı seçmiştim? Bilmiyorum, çok güzel bir kadın fotoğrafı, taze çiçekler, Fransız grisi bir mezar taşı ve tarih…o gün kadının ölüm yıldönümüydü.

Çağırdığı geliyor ve mezarlıktan kitabın adıyla dönüyoruz. Adanmışlık..

Sete’teki sessiz parkta yazmaya başladığı öyküye trende Paris’e giderken devam ediyor. Onu seyrediyorum, çizgili bir deftere yazıyor, bazen daha iyisini bulduğu için kelimelerin üstünü karalıyor, “kullanmıyorsan onlar benim olabilir mi?” Diyorum.

“Söz dinlemez bir sıpayı evcilleştiriyormuşcasına, bin bir mücadeleye girerek yazmalıyız. Yazmalıyız ama biteviye bir çabayla ve bir miktar fedakarlıkla yazmalıyız: Geleceğe yön vermek, çocukluğa geri dönmek ve heyecan verici bir okur kitlesi için imgelemin deliliklerini ve korkularını dizginleyebilmek maksadıyla yazmalıyız.” (sayfa101)

Kitaptaki her kelime, her imgeleme, her isim  gibi fotoğraflar da sanki bir kolleksiyonun paha biçilmez parçalarıymışcasına inançla ve aidiyetin mutlak bir güveniyle duruyor, anavatandan gelen lavantalar gibi yakışıyorlar oraya.

Teşekkürler Patti Smith, bilge ve güzel kadın…Çoluk Çocuk için, M Treni için, Hayalperestler için de teşekkürler. Ve  içten tarzın için, yanında yürümeme izin verdiğin için, hayal ettiğim için.

Mitra

14/03/2019

İstanbul

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Jane Austen’in Kayıp Anıları

 

img_1249

8 Mart 2019, Dünya Emekçi Kadınlar Günü Kutlu Olsun!!

 

“Bırakın başka kalemler suç ve ızdırap duygusu üzerine yazsın. Ben böyle can sıkıcı konulardan en kısa sürede kaçarım.” Jane Austen 1775-1817

Jane Austen’in Kayıp Anıları’nı yazan Syrie James başarılı bir senaryo yazarı. Bu kitap onun ilk romanı ve Library Journal tarafından verilen ilk roman ödülünün 2008 yılı sahibi. Kitap bizde 2012 yılında Everest Yayınları tarafından basıldı. Çeviri Figen Bingül

James, yazarın İngilteresi yani yaşamı boyunca bulunduğu yerlerin küçük bir haritasıyla başlamış kitaba ve sonra Jane Austen’in kapsamlı bir aile ağacını eklemiş. Böylece içerdeki senaryoya bizi hazırlamış. Görsel bir sanat olan sinema tecrübesini konuşturarak sinematografik bir sunumla görüntü yönetmenliği de yaparak imgelememizi kolaylaştırmış.

İkinci sürpriz Oxford Üniversitesi Jane Austen Edebiyat Vakfı Başkanı Dr. Mary I. Jesse’in  yazdığı önsöz!

“Dünyaya altı tane çok sevilen roman veren Jane Austen, kendi beyanıyla, mektup yazmaya bağımlıydı; bu mektuplarının çoğu korunmuştur ve yazarın aklı, karakteri ve özel hayatı hakkında değerli içgörüler sağlar. Biyografi yazarları yazarın bir anı defteri ya da günlük tutup tutmadığını sık sık merak etseler de, böyle bir belgeye dair bir işaret hiç bulunmamıştı. Ta ki şimdiye kadar…” 

Austen’in ölümünden nerdeyse iki yüzyıl sonra, bir tavan arasında tamamen şans eseri ona ait bir sandık bulunmuş…bir denizcinin Napolyon savaşları sırasında alet edevatını koymak için kullanabileceği türden bir sandıkmış bu. Jane Austen’in her ikisi de Kraliyet Donanması’nda olan erkek kardeşlerine ait olabilirmiş. İçindekiler onun tarafından 18. yy sonu 19. yy başında yazılmış mektuplar, günlükler gibi belgelenmiş şahsi eserlermiş. Bir de yakut bir yüzük çıkmış sandıktan.

19. yy İngilteresindeki sosyal yaşantının ve kültürün günümüzde hala ilgiyle okunabiliyor olması onun gözlem gücüne, tarzına, mizah duygusuna ve  dili kullanmasındaki kıvraklığına bağlı…. hiç evlenmemişti, kadınların kitap yazmalarının hoş karşılanmadığı yıllardı. Bütün bunları nasıl başardığına hayret ediyorum, çalışabileceği ayrı bir odası bile yoktu, ortak kullanılan, günlük hayatın göz önünde olduğu bir oturma odasında yazıyordu.  Rivayete göre bu odanın kapısı gıcırdar ama Jane Austen kapının tamir edilmesini istemezmiş, neyle meşgul olduğunu hizmetçiler anlamasın diye kapı uyarırmış onu.

Kitaplarında iki erkeği aralarında konuşturmaz; sosyal mevzular, ikili ilişkiler ve evlilik koşulları üzerine yazardı. Toplumsal olaylar ev içine sızmaz, kadınlar sadece bir kaç on yıl önce olmuş ve dünyanın eksenini değiştirmiş olan Fransız Devriminden filan söz etmezdi. İşte! Sandıktan çıkanlar bize bundan daha fazlasını fısıldıyor…Jane Austen’ın büyük aşkını, Elizabeth, Mr Darcy ve onun Pemberley konutu, yani Gurur ve Önyargı’nın nasıl doğduğunu, mürekkep lekeli elleri, babasının ölümünden sonra uzun bir süre kendine ait  bir evinin olmaması, yayınevleri tarafından gelen redler, medeni hukuk bilgisi, gittiği tiyatrolar, dans geceleri….Kayıp Anılar’da, hakkında öğrendiğim her şey; onu da  ünlü karakterlerinden biriymiş gibi hissettirdi bana.

Bir kadının babaya, kocaya ya da erkek kardeşe bağımlı yaşamı, mirastan mahrum edilmesi, evlenmeden toplumda yer edinememesi, sadece dadılık ve hizmetçilik yapabilmesi, romanlarındaki tüm kadınların kollektif kaderleri, aynı zamanda onun da. Jane Austen o dönemin koşullarına rağmen kadın erkek eşit (siz) liği üzerine çok kafa yormuş ve “değiştirilemez” gerçeğini kabul etmek yerine her şeye rağmen yazmış.

“Keşke kendi paramı kazanmamın bir yolu olsaydı. Ne haksızlık. Erkekler bir meslek seçebiliyor ve çok çalışıp refah ve saygı kazanabiliyor, bizse tamamen muhtaç; evde oturmaya zorlanıyoruz. Bu çok onur kırıcı.”

“Dünyanın düzeni bu, Jane. Kabul edip yaşamak en iyisi; çünkü değiştirmek için hiç bir şey yapılamaz. “Annem tuvalet masasının üzerindeki aynada bakışlarımı yakaladı. “Tabi işler bizim için değişik olabilir, eğer…”

“Eğer ne?” dedim sessizce, söylemek üzere olduğu şeyi çok iyi bilerek.

“Sen ya da Cassandra evlenseniz.” (sayfa24)

Cassandra Jane Austen’in kız kardeşi, sırdaşı ve en iyi arkadaşı, babalarının ölümünden sonra annesi ve Cassandra ile beraber yaşamışlar, kısa ayrılıklarında sürekli mektuplaşmışlar. Jane Austen’in isteği üzerine Cassandra ondan gelen mektupları yakmış ama Cassandra’dan gelenler sandıkta bozulmadan duruyormuş.

O aynı zamanda yeğenlerine, dostlarına hikayeler anlatır, güçlü mizah yeteneğiyle güldürür, eğlendirirmiş onları. Onlar da ilham vermişler; Jane Austen’in İkna‘sında Louisa Musgrove, Mansfiel Park‘ında Fanny Price, Mrs Noris, Gurur ve Önyargı‘sında Bayan Bennet olmuşlar.

“…Yani görüyorsunuz, ben mülkte zengin olsam da siz ailede zenginsiniz ve bu yüzden bana kıyasla çok daha varlıklı ve önemlisiniz.”

“Güldüm. “Eğer varlık sizin ilkenize göre değerlendirilseydi, bay Ashford, İngiltere’nin bütün sınıf sistemi çökerdi.” (sayfa37)

“İnsan neden yazmalı?” sorusunun bir cevabı da kitabın sonundaki büyük sürpriz, teşekkürler Syrie James ya da “Another Lady”.

Not: Kitaplarına ismini yazmayan, onları münzevi kalmayı tercih ederek (belki de zorunluluktan) “A Lady” olarak yayımlatan Jane Austen’ın Sandition kitabı yarım kaldı.1817 yılında ölümünün ardından bir başka kadın yazar, kitabı tamamladı ve ona ithafen, “Another Lady” olarak yayımladı.

Yelda UGAN

08/03/2019

Beşiktaş