Berlin’den döndüğü günün akşamıydı, İhsan almıştı onu havaalanından, halası televizyonun karşısında uyuya kalmış, parmaklarının ucuna basarak çıkmıştı evden. Babası artık adından bile emin değildi. Tenekecilere gittiler, onların masalarına gelip de kırmızı gül uzatan olmayınca, İhsan çağırmıştı kızı “gel hele” demişti.

Lacivert kanvas pantolonun üzerine beyaz keten bir gömlek giydi. Ne resmi ne de samimi görünmek istiyordu. Ne çok özenmiş ne de önemsememiş olmak istemedi. Gömleğinin kollarını bileğinden ikiye katlarken aynadaki yansımasına baktı. Seyrelmiş saçlarına kır düşmüş, yanakları sarkmıştı. Gömleğinin ucunu havaya kaldıran göbeğini içine çekti, aynadaki aksine gülümsedi.
“Uzakta, belli belirsiz görünen kavisli tepelere kadar,” derdi halası, “güneşin doğduğu ufka kadar uzanan.” Sonra döner, arkasında bulanık bir turuncu gölge bırakan gün batımını gösterir, sen oraya gidecek, okuyacak, büyük adam olacaksın.” Dimdik duran bu yaşlı ve sıkıştırılmış pamuk balyaları kadar heybetli kadının bacaklarına sarılır, gitme fikrinden ölesiye korkardı. Halası ve babasıyla yaşadığı evin ardına, pamuk tarlalarının başladığı beyaz denizin kıyısına kıl çadırlar kurulurken neşesi yerine gelir, yaz sonuna kadar kalırdı. İhsan’ın babasına, “burada kalın” demişti halası, arka taraftaki kireç boyalı müştemilatı göstermiş, annesi ve kız kardeşleri büyük evin mutfağına, baba-oğul çiftliğin her işine koşmuşlardı.
Pırasaya su yerine bir şişe soda koydu. Altını kapattı ve biraz zeytinyağı gezdirdi. “Bundan sonra sağlıklı besleneceksin” diyecekti, tabağına bakıp yüzünü buruşturan İhsan’a. Bir kase yoğurt ve limon dilimleriyle salona geçti. Elleri ceplerinde, hazırladığı masaya son bir kez baktı, her şey hazırdı, mumları yakmak için çakmak bile iki kollu şamdanın yanındaydı. Saatine baktı, bir daha baktı. Nerdeyse gelir, eli kulağında. Mutfağa gitti, fırını kapattı. Halası, “kokusundan anlarsınız” derdi kızlara, “sakın kapağı açmayın, buharıyla demlensin.” Kızlar mutfak ülkesinden hayatlarında yalnızca bir kere, gelin oldukları gece çıkarlardı. Ertesi gün kadın olarak döner, halanın taktığı bir çift burmayı şıkırdatarak pirinç ayıklamaya kaldıkları yerden devam ederlerdi. Pamuk tarladan kalkar kalkmaz avluda düğün dernek kurulur, kazan kazan yemek pişerdi. İhsan kalın boynunu zorla kapattığı beyaz gömleğini bağrına kadar açmış, kravatını cebine koymuş davulun etrafında ağıt yakar gibi dönmüştü o gece.
Ayakları dışa doğru kavisli dolaptan kendinden desenli beyaz bir masa örtüsü çıkardı, iki de peçete. Çömeldiği yerden kalkarken zorlandı, cam bölmeden iki kristal kadeh alırken belini tuttu. “Bu büfe benim olabilir mi?” diye sorduğunda halası ona endişeyle bakmış, “haydi sen dışarı çık oyna, bisiklete bin,” demişti. Otomobil, uçak hatta tren almayı bile vaat etmişti. Zira büfe kız işiydi ve evlenirken böyle şeyleri kız tarafı düşünürdü. Kadın o günden sonra işaret parmağını kardeşine doğrultmuş, onu sallayarak, güya fısıltıyla; “oğlanı tarlaya götür, traktörlerin nasıl çalıştığını filan göster, sapan versinler eline, ağaçlara tırmansın, ata binsin,” demişti. “Hep o kitapların yüzünden” diyerek babasına günlerce söylenmişti.
Klasikleri bitirdiğinde daha on dördüne bile basmamıştı. Bir şey anlamadım demişti yıllar sonra, ay ışığını seyrettikleri tarlanın sınırında, Akdeniz’in kıyısındaymış gibi oturmuş ağustos böceklerini dinlerken, “duygusu kaldı,” demişti, “ağzımda bıraktıkları tadı.” Burnunu saçlarının bittiği yere dayadığında tüyleri diken diken olmuş, avucunda ufaladığı toprağı havaya üflemişti. Teni çınar ağacı gibi kokuyordu, tüylü yapraklarını iki tırnağının arasında ezmiş kadar keskin bir kokusu vardı İhsan’ın.
Arnavut ciğerini de büfeden çıkardığı, kenarı sarı yaldızlı porselen kayık tabağa boşalttı tencereden. “Buralar akşamları kılık değiştirir, ara sokaklardan çalgıcılar çengiye başlarken mangallarda kömürler kora döner, ciğerler şişe dizilir, gecenin içinden insanlar akın akın büyülenmiş gibi kokuya gelir her gece” diye sırtına vurduğunda, İhsan, on yedi yaşındaydı. Ara sıra halası onu ticareti öğrensin diye şehre giderken yanına katar, “aman ha göz kulak ol, emanet çocuk” derdi. Eli elinde, onun uzun bacaklarıyla kat ettiği yolu koşar adım kapatmaya çalışırdı. Tenekeye vuran çekiçlerin, ağızlarında çivilerle birbirleriyle bağırarak konuşan bu kasketli, kara şalvarlı adamların akşam olup da nasıl yok olduklarını hayret eder, babasının ona uyumadan önce okuduğu masalları hatırlardı. “Büyüdüğünde seninle de geliriz,” dedi İhsan. “Akşam bu sokağa boydan boya masalar kurulur, altın dişli, ince bıyıklı güneş kavruğu adamlar darbukalara vurur, kemanlar çalar, zurnalarla çatlak seslerini akord ederler. Efkarlı şarkılarla göğüsleri yumuşayanlar ağlaşırken, Çingene kızları kırmızı gülleriyle masa masa dolaşırlar. Daha bir lokma çocukken öğrendikleri o alttan bakışlarıyla, “Allah sevdiğine bağışlasın,” derler, edalı, işveli.”
Berlin’den döndüğü günün akşamıydı, İhsan almıştı onu havaalanından, halası televizyonun karşısında uyuya kalmış, parmaklarının ucuna basarak çıkmıştı evden. Babası artık adından bile emin değildi. Tenekecilere gittiler, onların masalarına gelip de kırmızı gül uzatan olmayınca, İhsan çağırmıştı kızı “gel hele” demişti. “Bugün yaban ellerden gelen ağır misafirimiz var, ne kadar gülün varsa bırak onları buraya.” Başını kaldırıp gözlerine bakamamıştı. Bir kahkaha kopardı. Masaya vurduğu kadehi bir dikişte içti. Esmer gür bıyıklarının kapattığı dudakları aralandı. Bembeyaz dişleri, rakılı ıslak dili göründü. Başka bir aleme davet gibi parlayan kara gözlerini kapatan ince kıvırcık saçları terden alnına yapışmıştı. “Hadi bir şiir oku!” demişti İhsan ona “madem öyle, bizimkilerden olsun ama Alman filan olmasın ha!”
“Öpüşün öpüşüme karışsaydı, yüzün yüzüme
Gecen gündüzüme karışsaydı, hüznün kederime
Baharlar açardı kalbimde, yazlar ve kışlar bir de
Tenin tenime karışsaydı, cennet ve cehennemden kime ne*”
İhsan elinin tersiyle gözünü sildi, biberin acısına, ocak başından gelen dumana, havanın nemine, uzakların ne kadar uzak olduğuna söylendi durdu.
Telefonun sesiyle irkildi, bir dakikadan daha az sürdü konuşması, anlıyorum der gibi başını salladı, belli belirsiz bir şeyler mırıldandı. Farkında olmadan, sarı yaldızlı boş servis tabağına bıraktığı telefonun karşısına geçti. Tabağına biraz salata koydu, zeytinli, dere otlu bir dilim ekmek aldı sepetten, iki mumu da yaktı, kadehleri yakut rengi şarapla doldurdu, bir yudum aldı, arkasından bir yudum daha, gözyaşlarına daha fazla direnemedi.
On sekiz yaşına basmadan okumaya diye çıkmıştı evden. Metal klipsleri üzerinden deri kemer tokalarını tutturduğu koca bavulunu İhsan elinden kaptığı gibi otomobile yerleştirdi. Ön kapıyı sonuna kadar açtı ve hanım ağası iri bedenini yerleştirinceye kadar bekledi. Arka kapıya davranmasıyla beraber babası elini kaldırdı, “ne münasebet İhsan,” dedi. Babasıyla yan yana oturdular. İhsan dikiz aynasını ortaladı. Gözleriyle döneceğini, ona yeni bir dilde şiirler okuyacağını, yine okaliptüs ağaçlarına sırtlarını verip sıcak öğleden sonraları boyunca yol hikayeleri anlatacağına söz verdi.
“Bana şiir oku dediğinde alıp gitmeliydim seni*”
Gerisini hatırlayamadı…
Yelda Ugan S.
29/07/21, Bitez
*Refik Durbaş’ın şiirlerinden alıntı