“Her şeyden biraz kalır,
Kavanozda biraz kahve.
Kutuda biraz ekmek.
İnsanda biraz acı.”
Turgut Uyar,

Fırat Nehri üzerine yapılan Birecik Barajı ile birlikte Halfeti’nin üç mahallesi sular altında kaldı.
Şambayat üzerinden ilerliyoruz. Besni Araban arası otoyala çıktığımızda bir ara arkamı döndüm, hala dağ üstünde dağ gibi duran Nemrut’un sivri tepesi görünüyordu. Adıyaman’dan sonra taş işçiliği bitti. Antep’e yaklaştıkça toprak Ayasofya kızılına döndü, kireç badanalı camiler dışında köy evleri biriketten yapılmış sıvasız ve yüzleri olmayan evlerdi.

Halfeti, Urfa’nın en Batı, Antep’in en Doğu ucunda, Urfa’nın ilçesi olarak kayıtlara geçmiş ama Halfeti’nin Romalılardan kalma Rum Kale’si, aslında Nizip’te, yani Antep il sınırları içinde. Terkedilmiş evler, yarı beline kadar sular altında kalmış minareler, merdivenler. Eski halini bilmiyorum, sular altında kalan, kurtarılamayan mahallelerle birlikte gömülen neler var kim bilir. Fırat’ın sularının ulaşamadığı tepelerde otlar sararmış, aralarında otlardan daha açık renkte, güneşin sararttığı Ermeni ustaların yaptığı taş evler. Onları, Urfa’nın taşını görünce beklemediğim bir anda tanıdık birini görmüş kadar sevindim. Fırat turkuaza yakın bir renk almış, cam yeşili gibi. Bu ismi şimdi uydurdum. Hani arkeoloji müzelerinde rastladığımız cam kalıntıların, boy boy şişelerin, sürahilerin yani camın ham halinin rengi gibi, zeytinyağı özellikle şarap konur bu şişelere, sürahilere, misal Bodrum kalesindeki müzede bolca vardır bu cam eşyalardan.

Teknenin motorundan gelen sesle birbirimizi duymuyoruz artık, sustuk. Neyin üstünden geçtiğimizi bilmeden sadece etrafı seyrediyoruz. Belki binlerce yıl öncesinden kalan bir şehir olsaydı burası, daha düne kadar insanların yaşadığı, yemek yediği, bahçesinde düğününü yaptığı, gölgesinde oturduğu ağaçlar, evler, bayramlarda ziyaret edilen mezarlar olmasaydı, bu kadar hüzünlü olmazdı. Baktığımız, gördüğümüz, dokunduğumuz her şeyden zevk alır buraya geldiğimiz için kendimizle gurur duyardık. Yine duyuyoruz ama gördüğümüz güzelliğin karşısında mest oldukça biraz da utanıyoruz. Acısı çok taze de ondan galiba. Ama asıl beni utandıran restoranların, küçük gezi teknelerinin yanaştığı limanların ve bir kaç küçük pansiyonun bulunduğu yerin tepesinden şehre Yıldız Savaşlarının Darth Vader’ı gibi bakan beş yıldızlı çirkin otel oldu.

Fırat’la gelen bereketin, geçitlerin ve havanın, fıstığın, zeytinin ve kara gülün cazibesine Asurlular, Romalılar, Sasaniler, Araplar, Emeviler, Abbasiler 11. yy’da da Selçuklular kapılmış ve şehir elden ele geçmiş. Aziz Nerses Kilisesi, Barşavma Manastırı, su sarnıçları, kuyular, bugün bazıları cafe olan mağaralar ve Fırat’ın içinde kalan sırlar kalmış onlardan. Hatta derler ki Hz. İsa’nın havarilerinden Johannes (Yuhanna) İncilin müsveddelerini burada, Rum Kale‘de yazdı. Acaba yasaklanan ve bu nedenle de gizlenen Thomas İncili miydi yazdığı?! İznik Konsili M.S 325’de toplandığına göre öyle olabilir. Yoksa kendi adıyla anılan Yuhanna İncili mi? Konsilde çok değişik İncil metinleri arasından dört tanesi seçilmiş ve bunların arasında Thomas İncil’i yok.
Havari Yuhanna taş bir masanın üstünde çalışmış olmalı, ya da taş duvara oyulmuş bir nişin önünde. Odası zeminden iki kat aşağıda, Kalenin mahzeninde, çok az kişinin bildiği gizli bir yerde miydi acaba? Mum ışığında yazıyor, her dolunayda bitirdiği nüshayı almaya gelen, yüzünü kaba, kırçıllı bir kumaştan yapılmış pelerininin kara kapüşonu altında saklayan gizemli adam kimdi ya da kadın?
Bu kadar kısıtlı Teoloji bilgimle haddim değil bunları yazmak ama düşünmeden edemedim.

G. Antep,
Garson çocukların bahşişleri paylaştığı saatte ancak oturabildik masaya, neyseki yemek vardı ve bizi kapıdan çevirmediler. Hızlı bir müze ziyaretinden sonra Antep’in çarşısında uzun bir süre Metanet Lokantası’nı aradık, beyran çorbası içecektik. Bugüne kadar adını dahi duymadığım bir yemekti ama değdi doğrusu. Öyle diğer Antep yemekleri gibi komplike bir tarifi de yok. Bütün sarımsakla kısık ateşte saatlerce kaynatılmış kuzu etinden yapılıyor, et piştikten sonra biraz pirinç eklenip tekrar 10-15 dakika daha kaynatılıp yanında acı biberle servis yapılıyor. Dolmalık biber gibi yeşil, hafif tombul ve küçük, dalından yeni koparılmış gibi tazecik. Beyranın üstüne de bol kırmızı pul biber. Tabağın dibini sıyırırken ağzımdan ateşler çıkıyordu artık ama Adıyaman yazımda da söylemiştim, gezi boyunca Güney Doğu Anadolu yemekleri beni hiç rahatsız etmedi. Belki de üstüne Zekeriya Usta‘da katmer yediğim içindir.

Zeugma Mozaik Müzesi,
“Bir nehrin karşı kıyılarında yer alan ikiz kentler” Zeugma antik Yunan’da bu anlama geliyormuş. Müzeye girer girmez gözlerim Saba Melikesi Belkıs’ın Çingene Kızı’nı aradı, üst kattaymış. Louvre Müzesi için Mona Lisa neyse Zeugma Mozaik Müzesi için de Çingene Kızı o anlama geliyor. Görmeden gitmek olmaz. İkisi de ikamet ettikleri müzelerinde diğer eserlerden farklı bir yöntemle korunuyorlar. Mona Lisa özel bir malzemeyle yapılmış cam bir çerçevenin içinde, Çingene Kızı da karanlık bir istiridyenin içindeki inci gibi kendi ışığından başka hiç bir şey olmayan simsiyah bir odada ve yalnız. Bir ortak noktaları daha var ki o da bakışları. Her ikisi de Helenistik dönem resim sanatında “üç çeyrek bakış” olarak ifade edilen teknikle yapılmış.
“Dayım Büyük İskender yapamadıysa ben hiç yapamam!! O halde, başarmam için Tanrı olmalıyım” diyen (ya da bunun gibi bir şey) Komagene kralı Antiochus’la Nemrut dağından sonra Zeugma Mozaik Müzesi’nde tekrar karşılaştık. Zeugma şehrini Romalılar Komagene ülkesinin stratejik konumundan yararlanmak karşılığında Antiochus’un idaresine vermiş, devletler arası bir anlaşma yapmışlar da diyebiliriz. Kral da Fırat’ın kıyısındaki bu zengin şehrin ticaretten kazandığı geliriyle Nemrut dağındaki heykelleri yaptırmış. O yüzdendir ki G.Antep’in Belkıs mahallesindeki Zeugma şehrinde bulunan arkeolojik eserlerin kültürü Pers ve Yunan‘a dayanır. Ya da iki kültürün karışımı yeni bir sentez de denilebilir. Tarz, renkler belki mozaik yapımında kullanılan tesseraların boyutları farklı olabilir ama konular diğer mozaiklerde gördüklerimize benzer ya da hemen hemen aynı olan mitolojik hikayeler.
Zeugma’nın M.Ö. 253’de Sasani Kralı Şapur‘un yağmalamasından geriye kalan mozaikler ise, Poseidon Villasındaki Akhilleus, Pasiphae ve Daidalos, Perseus ve Andremoda, Venüs’ün Doğuşu, Eros ve Psykhe, Mevsimler ve Europe’nin Kaçırılışı ve elbette G.Antep’in simgesi haline gelen Çingene Kızı.
13 Ekim pazar sabahı Diyarbakır’dan başlayan yolculuğum 17 Ekim akşamı G.Antep Havaalanında sona erdi. Beş günlük gezim bugün onuncusunu yayınladığım Halfeti yazısıyla son buluyor. Yazdım, çünkü hemen bitmesin istedim, tadı biraz daha kalsın damağımda, kokusu burnumda.
Çoğu bulunduğu şehrin adını taşısa da havaalanları oraya ait değildir, otobüs terminalleri de öyle, arafta kalan bir yer gibi. Sanki ölümden sonra toplanılan ara istasyon. Tren garları öyle değildir ama; romantiktir, estetiktir, hele o duvar saatleri! Ne bilim bir yere gitmesem de yolcu karşılamasam da orda yürümek, trenlerin sesini duymak, geleni gideni seyretmek büyüler beni. Havaalanından ya da otogardan İçeri girdiğin an hiç biryerdesindir. Bir an önce çıkmak istersin ordan, mümkün olduğu kadar çabuk terketmek.
Ama dolunay bunun farkında değildi. Çünkü o, kadim zamanlarda, Mezopotamya’nın Sin Tanrısıydı ve Tanrılar Araf nedir, arafta kalmak nedir bilmezler, onu bilmek biz ölümlülerin kaderi. “Var mı bir diyeceğin?” diye sordu gecenin güneşi “Orda, sokaklarda yürürken, Gümrük Han’da kahve içerken, iki küçük deri ayakkabının siyahını ararken niye konuşmadın benimle?” diye sorusuna soruyla cevap verdim. Uçağın merdivenlerinden çıkarken arkamda kaldı, bir an, kısacık bir an dayanamayıp dönüp baktım, bir, iki basamak sonra omuzumun üstünden el salladım. “selam söyle” dedim, “sitemim sana değil!!”
28/11/2019, Geos Tur
Yelda UGAN