Halfeti

 

“Her şeyden biraz kalır,

Kavanozda biraz kahve.

Kutuda biraz ekmek.

İnsanda biraz acı.”

Turgut Uyar,

 

img_0953
Cam yeşili Fırat

Fırat Nehri üzerine yapılan Birecik Barajı ile birlikte Halfeti’nin üç mahallesi sular altında kaldı.

Şambayat üzerinden ilerliyoruz. Besni Araban arası otoyala çıktığımızda bir ara arkamı döndüm, hala dağ üstünde dağ gibi duran Nemrut’un sivri tepesi görünüyordu. Adıyaman’dan sonra taş işçiliği bitti. Antep’e yaklaştıkça toprak Ayasofya kızılına döndü, kireç badanalı camiler dışında köy evleri biriketten yapılmış sıvasız ve yüzleri olmayan evlerdi.

07dc9c6f-1b09-4771-b92b-b08f2df2b730
Fırat’ın Ekim rengi

Halfeti, Urfa’nın en Batı, Antep’in en Doğu ucunda, Urfa’nın ilçesi olarak kayıtlara geçmiş ama Halfeti’nin Romalılardan kalma Rum Kale’si, aslında Nizip’te, yani Antep il sınırları içinde. Terkedilmiş evler, yarı beline kadar sular altında kalmış minareler, merdivenler. Eski halini bilmiyorum, sular altında kalan, kurtarılamayan mahallelerle birlikte gömülen neler var kim bilir. Fırat’ın sularının ulaşamadığı tepelerde otlar sararmış, aralarında otlardan daha açık renkte, güneşin sararttığı Ermeni ustaların yaptığı taş evler. Onları, Urfa’nın taşını görünce beklemediğim bir anda tanıdık birini görmüş kadar sevindim. Fırat turkuaza yakın bir renk almış, cam yeşili gibi. Bu ismi şimdi uydurdum. Hani arkeoloji müzelerinde rastladığımız cam kalıntıların, boy boy şişelerin, sürahilerin yani camın ham halinin rengi gibi, zeytinyağı özellikle şarap konur bu şişelere, sürahilere, misal Bodrum kalesindeki müzede bolca vardır bu cam eşyalardan.

img_0965
Su seviyesi bu kadarmış, iyi haber mi?! Bir de minareye sormak lazım..

Teknenin motorundan gelen sesle birbirimizi duymuyoruz artık, sustuk. Neyin üstünden geçtiğimizi bilmeden sadece etrafı seyrediyoruz. Belki binlerce yıl öncesinden kalan bir şehir olsaydı burası, daha düne kadar insanların yaşadığı, yemek yediği, bahçesinde düğününü yaptığı, gölgesinde oturduğu ağaçlar, evler, bayramlarda ziyaret edilen mezarlar olmasaydı, bu kadar hüzünlü olmazdı. Baktığımız, gördüğümüz, dokunduğumuz her şeyden zevk alır buraya geldiğimiz için kendimizle gurur duyardık. Yine duyuyoruz ama gördüğümüz güzelliğin karşısında mest oldukça biraz da utanıyoruz. Acısı çok taze de ondan galiba. Ama asıl beni utandıran restoranların, küçük gezi teknelerinin yanaştığı limanların ve bir kaç küçük pansiyonun bulunduğu yerin tepesinden şehre Yıldız Savaşlarının Darth Vader’ı  gibi bakan beş yıldızlı çirkin otel oldu.

img_1010
Minare gizlemeye çalışmış ama yetmemiş, incecik bedeni kapatamamış çirkin şeyi!?

Fırat’la gelen bereketin, geçitlerin ve havanın, fıstığın, zeytinin ve kara gülün cazibesine Asurlular, Romalılar, Sasaniler, Araplar, Emeviler, Abbasiler 11. yy’da da Selçuklular kapılmış ve şehir elden ele geçmiş. Aziz Nerses Kilisesi, Barşavma Manastırı, su sarnıçları, kuyular, bugün bazıları cafe olan mağaralar ve Fırat’ın içinde kalan sırlar kalmış onlardan. Hatta derler ki Hz. İsa’nın havarilerinden Johannes  (Yuhanna) İncilin müsveddelerini burada, Rum Kale‘de yazdı. Acaba yasaklanan ve bu nedenle de gizlenen Thomas İncili miydi yazdığı?! İznik Konsili M.S 325’de toplandığına göre öyle olabilir. Yoksa kendi adıyla anılan Yuhanna İncili mi? Konsilde çok değişik İncil metinleri arasından dört tanesi seçilmiş ve bunların arasında Thomas İncil’i yok.

Havari Yuhanna taş bir masanın üstünde çalışmış olmalı, ya da taş duvara oyulmuş bir nişin önünde. Odası zeminden iki kat aşağıda, Kalenin mahzeninde, çok az kişinin bildiği gizli bir yerde miydi acaba? Mum ışığında yazıyor, her dolunayda bitirdiği nüshayı almaya gelen, yüzünü kaba, kırçıllı bir kumaştan yapılmış pelerininin kara kapüşonu altında saklayan gizemli adam kimdi ya da kadın?

Bu kadar kısıtlı Teoloji bilgimle haddim değil bunları yazmak ama düşünmeden edemedim.

img_1103
“Allah’ım esnafımızı alırken satanı gözeten, satarken alanı gözeten, eksik ölçüp yanlış tartmayan, doğru ve güvenilir kimselerden eyle!..” Tahmis Kahvesine giderken Ahi Evran heykelinin altındaki esnaf duasından.

G. Antep,

Garson çocukların bahşişleri paylaştığı saatte ancak oturabildik masaya, neyseki yemek vardı ve bizi kapıdan çevirmediler. Hızlı bir müze ziyaretinden sonra Antep’in çarşısında uzun bir süre Metanet Lokantası’nı aradık, beyran çorbası içecektik. Bugüne kadar adını dahi duymadığım bir yemekti ama değdi doğrusu. Öyle diğer Antep yemekleri gibi komplike bir tarifi de yok. Bütün sarımsakla kısık ateşte saatlerce kaynatılmış kuzu etinden yapılıyor, et piştikten sonra biraz pirinç eklenip tekrar 10-15 dakika daha kaynatılıp yanında acı biberle servis yapılıyor. Dolmalık biber gibi yeşil, hafif tombul ve küçük, dalından yeni koparılmış gibi tazecik. Beyranın üstüne de bol kırmızı pul biber. Tabağın dibini sıyırırken ağzımdan ateşler çıkıyordu artık ama Adıyaman yazımda da söylemiştim, gezi boyunca Güney Doğu Anadolu yemekleri beni hiç rahatsız etmedi. Belki de üstüne Zekeriya Usta‘da katmer yediğim içindir.

 

img_1093
Sağına doğru bakan kadının kabarık saçları alnının üzerinde ortadan ikiye ayrılmış ve arkadan bir eşarpla bağlanmış. Dar alınlı, elmacık kemikleri hafifçe belirgin ve dolgun yüzlü. İri gözlerinde mahzun ve anlamlı bir ifade var. Kulaklarında iç içe geçmiş iri halka küpelerden dolayı ilk bulunduğunda “Çingene Kızı” adını almış

Zeugma Mozaik Müzesi,

“Bir nehrin karşı kıyılarında yer alan ikiz kentler” Zeugma antik Yunan’da bu anlama geliyormuş. Müzeye girer girmez gözlerim Saba Melikesi Belkıs’ın Çingene Kızı’nı aradı, üst kattaymış. Louvre Müzesi için Mona Lisa neyse Zeugma Mozaik Müzesi için de Çingene Kızı o anlama geliyor. Görmeden gitmek olmaz. İkisi de ikamet ettikleri müzelerinde diğer eserlerden farklı bir yöntemle korunuyorlar. Mona Lisa özel bir malzemeyle yapılmış cam bir çerçevenin içinde, Çingene Kızı da karanlık bir istiridyenin içindeki inci gibi kendi ışığından başka hiç bir şey olmayan simsiyah bir odada ve yalnız.  Bir ortak noktaları daha var ki o da bakışları. Her ikisi de Helenistik dönem resim sanatında “üç çeyrek bakış” olarak ifade edilen teknikle yapılmış.

“Dayım Büyük İskender yapamadıysa ben hiç yapamam!! O halde, başarmam için Tanrı olmalıyım” diyen  (ya da bunun gibi bir şey) Komagene kralı Antiochus’la Nemrut dağından sonra Zeugma Mozaik Müzesi’nde tekrar karşılaştık. Zeugma şehrini Romalılar Komagene ülkesinin stratejik konumundan yararlanmak karşılığında Antiochus’un idaresine vermiş, devletler arası bir anlaşma yapmışlar da diyebiliriz. Kral da Fırat’ın kıyısındaki bu zengin şehrin ticaretten kazandığı geliriyle Nemrut dağındaki heykelleri yaptırmış. O yüzdendir ki G.Antep’in Belkıs mahallesindeki Zeugma şehrinde bulunan arkeolojik eserlerin kültürü Pers ve Yunan‘a dayanır. Ya da iki kültürün karışımı yeni bir sentez de denilebilir. Tarz, renkler belki mozaik yapımında kullanılan tesseraların  boyutları farklı olabilir ama konular diğer mozaiklerde gördüklerimize benzer ya da hemen hemen aynı olan mitolojik hikayeler.

Zeugma’nın M.Ö. 253’de Sasani Kralı Şapur‘un yağmalamasından geriye kalan mozaikler ise, Poseidon Villasındaki Akhilleus, Pasiphae ve Daidalos, Perseus ve Andremoda, Venüs’ün Doğuşu, Eros ve Psykhe, Mevsimler ve Europe’nin Kaçırılışı ve elbette G.Antep’in simgesi haline gelen Çingene Kızı.

13 Ekim pazar sabahı Diyarbakır’dan başlayan yolculuğum 17 Ekim akşamı G.Antep Havaalanında sona erdi. Beş günlük gezim bugün onuncusunu yayınladığım Halfeti yazısıyla son buluyor. Yazdım, çünkü hemen bitmesin istedim, tadı biraz daha kalsın damağımda, kokusu burnumda.

Çoğu bulunduğu şehrin adını taşısa da havaalanları oraya ait değildir, otobüs terminalleri de öyle, arafta kalan bir yer gibi. Sanki ölümden sonra toplanılan ara istasyon. Tren garları öyle değildir ama; romantiktir, estetiktir, hele o duvar saatleri! Ne bilim bir yere gitmesem de yolcu karşılamasam da orda yürümek, trenlerin sesini duymak, geleni gideni seyretmek büyüler beni. Havaalanından ya da otogardan İçeri girdiğin an hiç biryerdesindir. Bir an önce çıkmak istersin ordan, mümkün olduğu kadar çabuk terketmek.

Ama dolunay bunun farkında değildi. Çünkü o, kadim zamanlarda, Mezopotamya’nın Sin Tanrısıydı ve Tanrılar Araf nedir, arafta kalmak nedir bilmezler, onu bilmek biz ölümlülerin kaderi. “Var mı bir diyeceğin?” diye sordu gecenin güneşi “Orda, sokaklarda yürürken, Gümrük Han’da kahve içerken, iki küçük deri ayakkabının siyahını ararken niye konuşmadın benimle?” diye sorusuna soruyla cevap verdim. Uçağın merdivenlerinden çıkarken arkamda kaldı, bir an, kısacık bir an dayanamayıp dönüp baktım, bir, iki basamak sonra omuzumun üstünden el salladım. “selam söyle” dedim, “sitemim sana değil!!”

 

28/11/2019, Geos Tur

Yelda UGAN

 

 

 

 

 

 

 

 

Reklam

Adıyaman

“İşte gördüğün gibi Tanrılara gerçekten layık olan bu heykelleri ben diktirdim. Aynı taştan yapılmış, aynı tahtlar üzerinde oturarak duaları işiten tanrıların yanına kendi heykelimi de koydurdum.

Zamanın tahribine dirençli bu tapınak mezarın temellerini göksel tahtların en yakınında atarak buranın ileri ulaşmış talihli bedenim için sonsuz bir istirahat yeri olsun istedim.

Muzaffer büyük kral Antiochus adil ve göze görünür tanrı, kendi lütufkarlığından kaynaklanan işleri sonsuzluğa aktarabilmek için kutsanmış taht kaidelerine dokunulmaz harflerle yazdırdı.

Ata hükümdarlığını devraldığım zaman dindarlığım nedeniyle tahtıma bağlı krallığı tüm tanrıların ortak yurdu yaptım. Onları kendi soyumun talihli köklerinin geldiği Pers ve Helenlerin eski usullerine göre çeşitli biçimlerde tasvir ettim.

Zamanın akışı içinde her kim, bu ister bir kral, ister bir hükümdar olsun tanrılara saygısızlık edip bu anıta zarar vermeye kalkarsa her türlü felaket başına gelsin.”

                                                                                             Komagene Kralı Antiochus

7f294987-1907-49d5-a743-122c3540da4c
Fotoğraf sevgili rehberimiz İrfan Tanrıverdi’nin

Urfa’nın Kuzeyine, ya da azıcık Kuzey Batısına doğru sabah erkenden yola çıktık, güneşli güzel bir gün. Yol üstündeki köylerin etrafı bakımlı fıstık ağaçlarıyla çevrili. Urfalılar kızmıyor mu acaba Antep fıstığı denmesine? Gerçi çiğköfte kimin kavgası buraların tarihi kadar eskidir. Şıllık tatlısına Mardin de bizim der, Urfa da. Kebap konusuna hiç girmeyelim, Adana mı, Urfa mı, Antep mi, ya baklava? Onlar tartışa dursunlar ben Diyarbakır’dan başlayan yolculuğumda önüme konan her şeyi afiyetle yedim. Onca yorgunluğa ve uykusuzluğa rağmen yediğim hiç bir şeyden ya da içtiğim rahatsız olmadım. Havasından mı suyundan mı bilmiyorum ama bu yemekleri her gün üst üste İstanbul’da yeseydim mide fesatından üç gün kıvranırdım. Pişirenin de, yetiştirenin de, yufkayı açanın, fıstığı toplayanın da ellerine sağlık.

Bir saat geçti geçmedi uyandım, manzarayı kaçırmak istemiyordum ama içim geçmiş. On dakika sonra Bozova’daki terasta toplandık. Sevgili rehberimiz İlhan Atatürk barajını anlatıyordu,

img_0767-1
Erzincan dağlarından gelen Fırat Basra Körfezi’ne gidiyor.

8 türübün

Debisi saniyede en yüksek 5 bin, en düşük 250 metre küp

2 milyon delgi,

200 bin ton çimento,

Baraj 83’te yapılmaya başladı, 90’da gövde bitti,

32 milyar dolarlık GAP projesi kendini amorte etti…

Rakamlar, rakamlar… oysa ben Asur kralı Nemrut’dan beri Harran’a kavuşsun istenen Fırat’ı büyülenmiş gibi seyre daldım. Onu anlatmak için sıfata ihtiyacı olmayan kelimeler aradım ama bulamadım. Bulutların arasından sızan gün ışığı kah Fırat’ın yatağına, kah etrafındaki dağlara gölgeler düşürüyor, onun ilgisini çekmeye çalışıyor ama efsane Fırat pek oralı olmuyor. Batıyla doğu arasındaki doğal sınır Fırat, antik adıyla Euphrotes sadece onunla oyunlar oynamak isteyen güneşin çocuklarına değil, geçit törenini hayranlıkla izleyen etrafında kim varsa hepsine kayıtsız akıp gidiyordu.

Adıyaman’a yaklaştıkça bulutlar saf tuttu, iyice yanaştılar birbirlerine. Rüzgarsız havada ince bir yağmur başladı. On dakika geçti geçmedi, yağmur durdu, bulutlar bırakacakları yağmurun burası olmadığına karar verdiler, toplanıp kuzeye, Fırat’ın geldiği yöne doğru gittiler.

Adıyaman için Güneydoğu’nun çıkmaz sokağı derler. Kendi kazanında kaynamış, içerde diğer kültürlerden fazla etkilenmemiş. Belki de Komagene’nin  1800 yıldır sır olarak kalması da bu yüzdendir.

img_0800
Karakuş Tümülüsü adını Güney sütunundaki bu kartal heykelinden almış.

Karakıuş Tümülüsü,

Nemrut Dağı’nın tam karşısındayız. Karakuş Tümülüsünde. Kartallar Antiochus’a çoktan haber uçurmuştur geleceğimizi. Birazdan o sivri dağın tepesinden bu tarafa baktığımda tümülüs bir çakıl taşı kadar bile görünmeyecek. Komagene krallığının eski Kahta yolu üzerinde, dağlık bölgenin bittiği yerdeki aile mezarlığı burası. Kahta ırmağının geniş vadisinden Krallığa ait tüm toprakların muhteşem manzarasına hakim bir yer.

Çakıl ve kum kaplı koni şeklinde bir tümülüs. Belki de tümülüs böyle tanımlanan bir şey. Defineciler burayı da rahat bırakmamış Doğudaki sütunun üstündeki aslan heykelinin başını aşağı indirmişler ama götürememişler. Diğer iki sütunda kartal ve boğa heykelleri oturtulmuş. Doğudaki sütun üzerindeki yazıtlara göre bu anıt mezar Komagene kralı Mithridates’in (Nemrut dağındaki anıtın sahibi Kommagene Kralı Antiochus’un oğlu) annesi İsias, kızkardeşi Antiochis ve yeğeni Aka’ya aitmiş.

1d9ebfc7-a1a0-4164-ad12-87a98b62a618
Cendere, dünyanın halen kullanılmakta olan en eski köprüsü. Fotoğraf Ayfer Kuralay

Cendere Köprüsü,

Nemrut’dan önceki son durak; 3200 yaşındaki Cendere Köprüsü. Kahta ve Sincik’i birbirlerine bağlayan köprü Cendere çayının üzerine kurulmuş ve yapılırken çimento kullanılmamış. Kanyondan çıkan dere cılız bir çay akıntısı gibi aslında, iyi güzel de, yani ne gerek vardı bu kadarına Septimus Severus diyeceği geliyor insanın. Gerçi bu fedakar ve ince düşünceli Roma İmparatorunu sevdim aslında ben, köprünün üstündeki sütunların her biri  eşi ve iki oğlu olmak üzere dört kişilik ailesinin isimlerini taşıyormuş.

Ben daha onları sayamadan, öğrendim ki sütunlar bugün üç tane kalmış…keşke doğal afet filan olsa!! Büyük oğlan baba ölünce tehdit olarak gördüğü küçük oğlanı ortadan kaldırmış, hem de onu hatırlatan ne varsa her şeyi. Hiç yaşamamış gibi. Maalesef çok tanıdık, bildik bir hikaye. Korku!! Neyse, kanyondan gelen sular da pek cılız akıyor ne gerek vardı bu kadarına filan diyordum ya! Kazın ayağı öyle değilmiş meğer. Yakınlarda yeni bir köprü yapılmış eskisinin karşısına, maksat Cendere trafiğe kapansın ve artık korunsun diye fakat bizim bu yeni köprüyü ilk yağmurlarla başlayan seller alıp götürmüş. Kısa bir süre sonra yeni bir köprü daha yapmışlar, bu seferki daha sağlammış…Pardon Septimus!!

 

img_0835
Antiochus’un küçük muhafızı

Nemrut Dağı,

Giderek hiçliğin merkezine doğru yükseliyorum. Ufukta bulutlarla aynı renk buz mavisi Fırat ve Nemrut’un etek uçlarına kadar uzanan tütün rengi ovalar. Gökyüzünde dünyanın en şanslı iki kartalı durgun havada asılı kalmış gibi süzülüyorlar, neredeyse göz göze geleceğiz onlarla. Akıllı rehberimizin yaptığı planlama sayesinde biz yukarı çıkan tek grubuz. Kısa bir süre sonra onlar da arkamda kalınca astronotu yani beni uzay gemisine bağlayan hortum da koptu. Panik atak, baş dönmesi, tansiyon, nefes darlığı ne gelirse kabülümdü ama hiç biri gelmedi ve ben Hermes’den ödünç aldığım kanatlı sandaletlerle uçmaya devam ettim. Yedi benekli uğur böceği şahidim olsun ki Antiochus’la yaptığımız anlaşmaya sadık kaldım ve ona ait tek bir çakıl taşı dahi almadım yanıma.

Dağ üzerine oturtulmuş bir dağ gibi,

Kireç taşından yapılmış bir tümülüs,

UNESCO Dünya miras listesinde,

Deniz seviyesinden 2150m yüksekte,

Ölümsüzlüğü ve tanrılaşmayı dilemiş bir kral,

Asurlulardan kaldığı sanılmış önce,

Kral Antiochus ve beş tanrı heykeli, Tanrılar arasında en yüksek makamda olan Zeus, Zeus’un oğlu Apollon, Tanrı Zeus ve ölümlü Alkmene’nin oğlu Herakles ve bereketi simgeleyen Kommagene Tanrıçası ve koruyucu hayvan heykelleri; kartal ve aslan,

Heykellerin arkasında eski Grekçe harflerle yazılmış, Okuyana doğrudan seslenen 232 satırlık edebi kitabe.

Makedonya’ya bakan Batı terasındaki heykellerle  Pers ülkesine bakan Doğu terasındakiler birbirinin aynı.

img_0839
Antiochus baba tarafından İran (Pers) anne tarafından Yunan (Helen) Makedonya’dan Mısır’a kadar ilerleyen Büyük İskender’in yeğeni

Gölgesine sığınılacak tek bir ağaç yok.

En yakın su kaynağı üç saat uzaklıkta

Heykeller doğal yollarla yıkılmış.

Heykellerin tarzı Helenistik, Pers ve Hitit, bunlara ek olarak Komagene kültürü

Helenistik dönemin en önemli keşiflerinden biri,

Fırata egemen olmak Pers ülkesine, Hindistan’a ve Mezopotamya’ya çıkan yolları kontrol etmek demekti. Ona egemen olan ülkenin iyi bir gelir elde etmesini sağlıyordu. Sınırdı ve iletişim yoluydu.

Komagene de muhteşem Fıratın kıyısına kurulan krallıklardan biriydi.

 

img_0824
Yerdeki başlar ve başsız gövdeler

M.Ö 3. yy da Komagene Kralı Antiochus’un dayısı Büyük İskender Doğu Batı sentezine dayalı bir imparatorluk hayal etmişti ama ömrü yetmedi.

İskender’in ardından generalleri bölgede küçük krallıklar kurdular.

Yani ortalık iyice karıştı ve Romalılar doğuya geçmek için Komagene’yi istiyordu.

Derler ki, Antiochus Romanın güvenini kazandı ve Fıratın kıyısındaki ticari açıdan çok zengin bir şehir olan Zeugma şehriyle ödüllendirildi ve oradan kazandığı paralarla bu anıtları yaptırdı.

Kral Antiochus’un mezarı bulunamadığı için taşlar hala gizemini koruyor. Muhtemel ki tapınak tamamlanamadı ve Kral da onları dünya gözüyle göremedi ama Nemrut dağını görmeye dünyanın dört bir yanından akın akın insanlar geldi, merak ettiler, ilgilendiler, kimisi daha dönüş yolunda kralın adını unuttu, kimisi hatırlıyordu, Komagene miydi neydi? Kimisi aylarca kamp kurdu buralara, eski Grekçe’yi kendi diline çevirdi, kralın mezarını aradı, Antiochus söyledi o yazdı. Kimisinin içinde kaldı, hava bulutluydu ve gün batımını izleyemedi, doğuşuna yetişemedi.

Ya Hititler? Onlara ne oldu!?

Kahta,

img_0867
Malatya Pötürge ve Adıyaman arasında kalan Karadut Köyü

Terasın metal koruluklarına yaslandım, Kem Boğazı Torosların uzantısı Ankar Dağlarının önünden aramızda daracık bir nehir yatağı gibi uzanıyordu. Kervanlar geçermiş eskiden burdan, İpek Yolu üzeriymiş. Manzarayı görür görmez Midyat’dan aldığım Süryani şarabı geldi aklıma, tam zamanıydı. Alelacele gerisin geri koştum. Oda kapısının arkasında dilsiz bir uşak gibi hiç kapris yapmadan beni bekleyen bavulum istediğim şeyi hemen verdi bana. Yan yana iki tane U şeklindeki taş binaların arasında tribişon sormak için mutfağı ararken kadınlar soğanın çiğden koyulmasında hem fikirlerdi ama huzurevi konusunda ikiye ayrıldılar. Mutfaktan bir kadeh şarapla terasa döndüğümde yüzlerini buruşturan tatsız konu kapanmış dillerinden hiç düşmeyen en güzel bölüme geçmişlerdi; torunlar.

Akşam üstü Nemrut’un hemen altındaki Euphrat oteldeyiz, heykellerle aramızda sadece dokuz kilometre var. Burda biraz sallıyor olabilirim, sanki aslında dağdan indikten sonraki mesafe 9 km. Kahta’ya bağlı Karadut Köyündeyiz. Gün batımını terastan izlerken Abuzer bey geldi yanımıza dedesinden kalma geniş avlulu bir evleri varmış burda, sonradan otele çevirmişler, daha otel filan yokken, sadece derme çatma, eski bir köy evi varmış avlunun ortasında. Çinli’ler Nemrut’a çıkmadan önce bu avluda çadır kurarlarmış o zaman. Abuzer beyin ninesinin, evde hazırladığı yufka ekmek, peynir, bahçeden topladığı domates ve salatalıklarla kahvaltı yaparlarmış. Otel fikri de böylece kaçınılmaz olarak devamında gelmiş. İyi ki de gelmiş, akşam akasya, ceviz ve meşe ağaçlarıyla çevrili bostanlardan toplanmış patlıcan güveci ve meyhane pilavından sonra tekrar terasa çıktık. Hava serinlemişti, üzerimize bir şeyler aldık, otelin tüm ışıklarını kapattılar ay yıldızlarla kaplı gökyüzüne dağların ardından ağır bir misafir gibi yavaş yavaş salına salına geldi, baş köşeye geçti. Defalarca kayan yıldızlardan hiç birini göremedim, dileğimi hazırladım, gözümü dört açtım, görenlerin çığlığından hemen sonra o tarafa baktım ama olmadı.

Yarın Ver elini Rum Kale, Zeugma, Halfeti..

Yelda UGAN

24/11/2019, Geos Tur

 

 

 

Urfa

Söylenceye göre, Asur kralı Nemrut putperestliğe savaş açan ve gönlünü kızı Zeliha’ya kaptıran İbrahimin yakılmasını emretti. Toplanan odunlar günümüzde Halilürahman Gölü’nün bulunduğu yere yığıldı. Zeliha gece gündüz babasına yakardı ama onun yüreğini yumuşatamadı. Hazırlıklar tamamlandı ve İbrahim ateşe atıldı. Odun yığınının üzerine düşer düşmez ateşin yerinde bir göl belirdi. Sonra yanı başında bir göl daha oluştu. Ateşe atılan odunlar ise balığa dönüştü. Göle Halilürahman adı verildi. Zeliha’nın göz yaşlarından oluşan göl Zeliha’nın gözü anlamına gelen Ayn-ı Zeliha diye anıldı. Kutsal olduklarına inanılan balıklara ise yüzyıllardır kimse karışmadı.

Suyu Arayan Toprak, Harran ve Fırat’ın Bin yıllık Dramı, Mehmet Faraç

 

 

img_0696
“Öküzlerin boynuzları üzerinde duran dünya” konseptli yemek takımı ve en nadide parçası, çorba kasesi..Urfa Arkeoloji müzesi

Balıklı Göl’den bir kaç kişi otele taksiyle döndü. Hava kararmak üzereydi ama biz yine de sevgili Ayfer Kuralay‘ın peşinden otele kadar yürümeye karar verdik. Akşam ezanı okunuyordu, kebapçılar ve ciğerciler hareketlenirken “bugünlük bu kadar” diyen esnaf dükkanlarını tek tek kapatmaya başladı.

Rastgele bir sokağa girdik, eski Urfa sokaklarından birine, evlerin dışarıya bakan pencereleri yok denecek kadar az, varsa da ikinci katlarda. Yüksek duvarlar arasındaki dar sokakları hareketlendiren tek şey birbirinden farklı renklerle süslü kapalı kapılar. Bazen bir kaç çocuk sesi, bazen hızlı adımlarla evine giden uzun boylu, esmer, kasketli bir erkeğin düzenli ayak sesleri, sokak lambaları yanar yanmaz önünde fotoğraf çektirmeye hazırlandığımız bir kapı açıldı. Tesettürlü genç bir kadın sokakta oynayan çocuklarına seslendi, babaları gelmiş, yemek yiyeceklerdi. Açık kapıdan içeri baktığımızı görünce gülümsedi, çocuklarını çağırır gibi bize de seslendi, hem eliyle hem diliyle. Rahatsız etmeyelim filan dedik önce, halbuki içimiz gidiyor içeri girmek için, duvarların arkasını merak ediyoruz. Kadın avlu kapısını kapatır kapatmaz baş örtüsünü ve pardrüsösünü iki pencere arasına gerili ipe astı. Avlu taş zeminli, ortasında bir dut ağacı, erkekmiş ağaç, öyle dediler. Meyve vermezmiş, gölgelikmiş sadece. Avluya bakan odalar taş zeminden daha yüksekte. Mine bizi annesiyle ve dut ağacının yanında bizi ayakta karşılayan kocasıyla tanıştırdı, Mine’nin annesi kalkamadığı için af diledi bizden, avlunun bir köşesine çömelmiş lahmacun içi hazırlıyordu. Loş ışıkta gözlerinin içi gülen kadın hepimizi tek tek başıyla selamladı. Mine’nin sarı kafalı küçük oğlu babası onunla ilgilenmeyince avluya açılan odalardan birine girdi. Odanın tek ampüllük sarı ışığı yanınca kireç badanalı duvardaki girintilerle düzenlenmiş geniş yüklük ilişti gözüme, kaneviçeler, sırıklı kadife yorganlar, iki kişilik uzun yastıklar, danteller, parlak satenden rengarenk yastık başları. Oğlan elinde tuttuğu ince bir dosyayla çıktı odadan, benim seyirlik de bitti, oda tekrar karardı.

Mine belediyede çalışıyormuş ama kadrolu değilmiş, en büyük hayaliymiş kadrolu olmak, kuşlar gibi şakıyor anlatırken, sosyal hizmetler bölümündeymiş, sanki iş görüşmesindeymiş ve bizi ikna etmeye çalışıyormuş gibi elinden neler geldiğini sıraladı, hatta bize, bizim gibi Urfa’yı gezmeye gelenlere belediye adına rehberlik bile yaparmış.

Kocası oğlanın ödev dosyasına şöyle bir bakıp onu başından savuşturdu ve tek basamakla çıktığı mutfağa girdi. Mine babasını anlatırken hepimize birer bardak su ikram etti. Burda, bu avluda eskiden 14 tane çocuk yaşarmış, artık sadece annesi ve iki erkek kardeşi kalmış. Mineler de şehir dışındaki yeni yapılan modern bir apartman dairesine taşınmışlar. Sekiz tane üvey kardeşini doğuran kadın yani annesinin kuması babasının maaşıyla kaçınca ev de Mine’nin annesine kalmış.

Kimsenin ilgisine mahzar olamayan oğlan avlunun köşesindeki bir merdivenle kuyuya iner gibi aşağı iner inmez tavukların gıdaklama seslerini, kanat çırpmalarını duyduk ama kimse oralı olmadı. Akşam yemeğine kalalım diye ısrar ettiler, fırın çarşıdaymış çarşı da buraya çok yakınmış, lahmacunlar nerdeyse hazırmış.

Tanıtacağım cümle aleme / Her şeyi görmüş / Tüm dünyayı tanımış / Her şeyin sırrına ermiş olanı / Ve her yerde / Gizli kalmış her şeyi keşfedeni! / Bilgelerin bilgesini, / Her şeyi bir bakışta kavrayanı: / Seyreyledi karanlıkları o / Açıkladı tüm gizleri / hatta öğretti bize / Tufan’dan önce olup biteni! / Dönünce çıktığı uzun yolculuktan / Bitkin, fakat yatışmış olarak / Kazıdı bir mezar taşının üstüne / Başından geçen her şeyi!  

                                                              Gılgamış Destanı’nın ilk satırları

Urfa’nın Arkeoloji ve Halepli Bahçe mozaik müzelerindeki yoğun programdan sonra Mine’lerin evi iyi geldi bize, dinlendik biraz. Müzeler için ayrı bir gün olmalı, o gün sadece müze gezilmeli, iki saatte bir kahve molası, notlar filan sonra tekrar.

34 bin metrekarelik alanıyla burası Türkiye’nin en büyük müzesi. Bilmiyordum, gerçekten buraya gelinceye kadar bilmiyordum, hem çok şaşırdım hem de çok sevindim. Her şey Bereketli Hilal‘de Paleolotik dönemle başlıyor, yani M.Ö. 18 binler. Ve kronolojik bir sırayla İslami döneme kadar geliyor. Müzeyi bitirdiğinizde ki ben bitiremedim 4.5 km yürümüş oluyorsunuz. 60’lı yıllarda başlamış kazılar, 69’da da ilk müze kurulmuş. İronik bir nedeni olsa da orasını fazla kurcalamadan burada küçücük bir not düşmek istiyorum, esrelerin çoğu baraj (dan) kurtarma kazılarında çıkarılmış.

img_0679
Kireçtaşından yapılmış bu adamın ağzı yok, o ağızmış gibi duran karaltı ise burnunun gölgesi, nedenini bilmiyorum belki sakladığı bir sırrı vardır!?

Sonra Neolitik döneme, yani avcı-toplayıcı’lıktan yerleşik hayata geçiş denemelerinin yapıldığı dönem başlıyor. Bu dönemin karşılayıcısı 9 bin 500 yaşındaki dilsiz Urfa Adamı 180cm boyunda, dünyanın gerçek boyutta yontulmuş ilk insan heykeli.

Hafif bir rampayla ilerliyorum, Göbekli Tepe D tapınağının bire bir kopya edilmiş imitasyonunun önündeyim. İşte bundan sonrasını hatırlamıyorum, ömrümde gördüğüm en güzel totemleri seyre daldım. Turna, tilki, bilge yılan, yaban domuzu, kartal ve insan motifli koruyan ve yol gösteren totemler. Eve gidince ben de bir totem yapsam, kumaşlar, kitaplar, fotoğraflar filan kullansam mesela.

Yazı icat edilmiş, dünyanın en eski destanının (Gılgamış) önünde transa geçmiştim ki telefonum çaldı, araba bal kabağına dönüşmüştü, acilen gelmeliydim. Ekip mozaik müzesine geçmişti bile. Telaşla çıkışı aradım, bu rampaların bir de inişi olmalıydı ama yoktu işte, hastanelerdekine benzer büyük bir kapının boydan boya uzanan silindir, metal kolunu ittirince kapı açıldı, hızla merdivenlerden aşağı inmeye başladım. Üç kat sonra burdan çıkışı bulacağıma dair umudum kalmadı, ayak sesimden başka bir şey duyulmayan merdivenler gittikçe kararmaya başladı, sensor çalışmıyordu ve sanırım depoya iniyordum. Gerisin geri yukarı çıktım. Tekrar aynı kapı ve asansörler karşımdaydı. Müzenin daha yarısı bitmeden ne yazık ki çıkmak zorunda kaldım.

img_0731
Mitolojide savaş Tanrısı Ares ile Harmonia’nın (Aphrodite) kızları, evliliğin kölelik olduğuna inanan Amazon kadınlar.

Koşarak diğer müzeye gittim. Nefes nefese girdim içeri. Neyse daha müzenin hikayesine yeni başlamışlardı.

Mozaik müzesinin bulunduğu yere bir park yapılacakmış ve alt yapı kazı çalışmaları başlamış, yıl 2006. Bir de ne görsünler her taraf silme mozaik. Hemen uzmanlar çağırılmış ve derhal kurtarılmasına karar vermişler. Müze de buraya, mozaiklerin bulunduğu yere kurulmuş.  Anladığım kadarıyla burası Roma döneminden kalma bir saray, Edessa sarayı, mozaikler de sarayın dekoru. Her bir odanın, ya da salonun, sofanın her neyse tabanı farklı bir hikayesi olan bir konuyla resmedilerek döşenmiş. Misal, gözü pek Akhilleus’un (Aşil) bebekliğinden Homer’in Troya’sına  savaşa gidinceye kadarki hikayesi, Amazonların savaş motifleri, onların kurucu ve koruyucu tanrıçaları Kticic, Orphesus mozaiği, Zebra götüren zenci (bunu bir yerden hatırlıyorum ama çıkaramadım) ve daha bir çok mitolojik hikaye.

Her ne kadar rakamlarla detaya inmek istemesem de şöyle bir teknik bilgi daha var. Tesseralar yani mozaikleri oluşturan her bir taş dünyada görülen mozaikler arasında en küçük olanlardanmış ve Fırat nehrinin orijinal taşlarıymış. Doğal olarak küçüldükçe de verilen emekle beraber değeri de artıyor. Ne sabır ama. Aklıma bir şey takıldı, acaba bu taşlar dizildikten sonra mı boyanıyor?!! Bana öyle bakma sevgili totemcim, haklısın, tersi delilik olur!

img_0687
Sevgili totem,

İşte böyle Urfa’cım!! Çok hızlı oldu ama yine de güzel oldu. Bize artık müsade, yarın sabah erkenden Güney Doğu’nun çıkmaz sokağı Adıyaman’a gidiyoruz.

Günlerdir hava ilk defa bulutlu, uzaktan Fırat’ın kokusu geliyor, kulağımda Urfa’nın güzel türküleri, etrafımda fıstık ağaçları..

Urfa’lı sevmiş doğrudur güzelim, senin de gönlün var, al yanaklı yar, sen oralı yaralıyam, gün be gün sararıyam, el çekin benden kurudum inceden, sen de sevmiştin sakladın benden, yare yaralıdır yüreğim, al gülümü tak göksüne, koy yüreğinin üstüne, can versin gül tenine, köz var sinemde, sır var sözümde, sözümün sırrı yarin isminde..

Ağzına sağlık Kazancı Bedih

Yelda Ugan,

15/11/2019, Geos Tur

 

 

 

 

Göbekli Tepe

“Annem Göbekli Tepe’nin etrafında yerleşim yeri olmadığını, sadece ibadet için buraya gelindiğini söylemişti. Henüz köy yaşamı bile yokken avcı-toplayıcı insanlar, çok uzaklardan buraya ölülerini gömmeye geliyorlardı. Bu, çok geniş bir alanda ortak bir inancın olduğunu gösteriyor…”

Her şeyden önce inanç vardı. Yonca Eldener Göbekli Tepe Muhafızı kitabından,

img_0665
Göbeklitepe M.Ö 10.000

Urfa’ya doğru ilerliyoruz, Hasankeyf’den Mardin’e kadar olan Yukarı Mezopotamya arkamızda kaldı. Önümüz Urfa’ya kadar Aşağı Mezopotamya. Kızıltepe’den geçiyoruz, solumuzda Suriye, şimdilik sınıra paralel seyrediyoruz.

Fırat’ın suyunu Atatürk barajından Mardin’e kadar taşıyan kanalın üstünden, pamuk balyalarıyla dolu römorklarla beraber geçtik. Yağmurlar başlamadan pamuğun tarladan kalkması lazım.

İstanbul’a kadar uzanan ve Urfa’dan geçen otoyolun üstüne Örencik köyüne giden bir köprü yapılmış, böylece Göbekli Tepe’ye hem daha hızlı hem de daha konforlu bir yolculukla gelmek kolaylaşmış. Tem otoyolundan çıkar çıkmaz nohut ekili tarlalar ve kırmızı biber bostanlarıyla karşılaştık. Siyah kırçıllı kilimden yapma çadırların etrafında çoluk çocuk oyun oynuyor, büyükler de yeni mahsulu nazlıyor, ne isterse yapıyorlar. Dedemin kütüphanesinde, sarı sayfalarını kokladığım bir kitap vardı, Paprika, ismi buydu. Erich Von Stroheim’ın siyah ciltli ince bir kitabı. Aynen böyle bir çadırda, kırmızı biberlerin arasında doğan Çingene kızına, Paprika adını verdiler. Esas kız Çingene olur da, öyküye kızıl eşarplı, halka küpeli, huysuz falcı kadınlar, onların kehanetlerini gerçekleştirecek rütbeli askerler, prensler hatta krallar misafir olmaz mı? Elbette öyle bir hikayeydi.

Örencik köyü yakınlarındayız. Doğu’da Karacadağ ve Kuzey’de Toros Dağları‘nın eteklerinde, bozkırın ortasında. Batıda Urfa ve Fırat, güneyde ise Suriye sınırına kadar Harran Ovası. Uçsuz bucaksız bir coğrafyaya tepeden bakıyoruz.

img_0641
Göbekli Tepe’de bozkır fıstık ve badem ağaçlarının arkasından Harran Ovası’na Suriye’ye kadar uzanır.

12 bin yıl önce insanlar bu tepeyi sadece manzarası için seçmiş olamazlar. Her yerde bulunmayan ve oldukça sert olan kireçtaşları ve taş ocakları da kararlarını etkilemiş olmalı.

Minibüslerle yukarı, kazı alanının çelik bir çadırla örtülü olduğu tepeye vardık. Çok heyecanlıyım, rehber çoktan anlatmaya başladı bile ama ben ağırdan alıyorum bu sefer, ne defterimi çıkardım çantamdan ne de kalemimi aldım elime. Yerden aldığım taşı avucumun içinde tutuyorum. Gördüğüm her şeye ürkütmek istemediğim bir serçeye usulca yaklaşır gibi azar azar bakıyorum. Çocukluğumdan kalma bir alışkanlıkla sevincimi orda burda göstermiyor tasarruflu kullanıyorum. Avucumdaki taş beni küçük bir müze dükkanına doğru çekiştiriyor. Zira müze dükkanlarından alışveriş yapmaya bayılırım. Zamanım çok az, ekip dışarda sıraya girmiş bizi aşağı indirecek minibüsü bekliyor. Yaka kartından ismini okuduğum Apdullah, “Dikilitaşların minyatürlerini biz yapıyoruz abla” dedi ve gülümsemesi bütün yüzüne yayıldı. Cam rafta duran, üzerinde tilki kabartmalı T şeklindeki taşı elime aldım, başıyla işaret ederek “taşlar da burdan, yani aynısı gibi” elimdekiyle beraber, turna kabartmalı olanı da aldım. Eve gerçek bir Göbeklitepe taşı götürüyordum, avucumdakini de çantama attım. “Ne zamandır burda çalışıyorsun?” diye sordum Abdullah’a. Gözlerinde neşeli şimşekler çaktı ve içinde daha fazla tutamadığı hikayesi ağzında bekliyor, çıkmak için sabırsızlanıyordu, hevesle anlattı.

Meğer buralar onlarınmış. 86 yılında dedesi çift sürerken bir heykel bulmuş. Yaşlı adamın, “ben okuyacağım,” diye tutturan Abdullah’ın annesini, Doğu semalarının lal gibi kırmızıya çaldığı bir sabah büyükşehire götürmesinden bir kaç gün sonraymış. Adamcağız sabah akşam yaban ellere bıraktığı kızını düşünüyor, dalıp gidiyormuş sık sık. Güneş alçalıp da Harran Ovasına kadar uzanan ekinleri kehribar sarısına boyarken bir taşın üstünde oturup biraz dinlenmiş. Ertesi gün heykeli kaptığı gibi müzeye götürmüş, fakat müze müdürü Abdullah’ın dedesinin getirdiği heykeli beğenmemiş, “çobanlar yapmıştır, çöpe atın!” diye heykele burun kıvıracak olmuş ama onu da becerememiş. Zira o sırada müdürün canı burnundaymış. Kravatını gevşeterek, valilikten gelen evraklara gömülmüş tekrar. Yeni bir emre göre vali, müzede ne var ne yoksa her şeyin envanterinin çıkarılmasını, listelerin derhal tarafına iletilmesini istiyormuş. Sonuncu evrak da AET diye yeni bir bakanlıktan geliyormuş. Bu da neyin nesiymiş şimdi.

Rivayete göre müzenin çöpünde heykeli o sırada Nevala Çori‘de kazı alanında çalışan rahmetli Claude Smith bulmuş ve sonrası hepimizin malumu.

Hakkında sonradan duyduğum onca şeyi bilmezden evvel de, buraya gelmeyi neden bu kadar çok istiyordum. Göbekli Tepe neden beni bu kadar çok ilgilendiriyor? Oval bir yuvarlağın içinde, T şeklindeki 12 dikili taş ve üzerlerindeki kabartmalar bana ne söyleyecek? Ya da ne duymayı bekliyorum?

img_0656
Göbeklitepeliler 12 bin yıl önce İnstagrama burdan girmişler?!!

Psikiyatrist bir arkadaşım söylemişti; imgesel düzlemdeki rüyalarımızı söze dökmekte zorlanırmışız. Ancak öykü olursa ona hükmedebilir, anlamlı bir sıraya koyabilirmişiz. Turnalar, yaban domuzları, yılanlar, tilkiler ve boğalar, sizi dinliyorum.

Buraya gelmeden önce, Kültür Bilincini Geliştirme Vakfı’nda bir seminere katılmıştım. Prf. Kürşat Demirci‘nin seminerine. Ona göre, ben de herkes gibi süreci hazırlayan tarihsel izi süremediğim için bana her şey olağan üstü bir sihir gibi gelmiş. Aslında iyi haber şu ki, hala da biraz öyleymiş. Çünkü, Göbeklitepe’nin keşfi Arkeoloji tarihini değiştirmiş, dolayısıyla da hikayeyi.

Sayın Demirci’nin seminerinden anladığım kadarıyla, Göbeklitepe, Neolotik dönem demek. Aslında bütün dünya tarihinde önemli bir süreç ama elbette Anadolu, Mezopotamya ve Akdeniz coğrafyası için çok daha önemli. Biraz daha ileri gidersem, gizemi çözüldüğünde Rosetta Taşı gibi bir şey olacak diyebilirim. Göbekli Tepe’nin çıktığı kronolojik zaman dilimi Neolotik döneme denk düşüyor. Neolotik dönemin en klasik özelliği de yerleşik hayata geçme tecrübesi. Bu dönemin hemen öncesi Paleolitik dönem, Yani M.Ö 50 binlerden yaklaşık M.Ö 10 bininci yıllara kadar insanların göçebe yaşadıkları çok uzun bir zaman dilimi. Neolotik dönemle beraber yavaş yavaş hayvanlar ve bitkiler evcilleştirilir, kap, kacak yapımı başlar ve bu çanak çömlek sayesinde insanlar biriktirmeyi öğrenir. Her kap, her çömlek, malzemenin ertesi güne saklanması anlamına gelir ki bu da, yarın da buralardayız demektir.

İşte klasik kurama göre insanların inançla yakın temasları, ritüeller, adaklar, kutlamalar v.s. yerleşik hayata geçmeleriyle başlamış. En azından şimdilik, insanlığın ilk inşa ettiği tapınak olan Göbekli Tepe’ye göre T biçimli taşların, tilkilerin ve turnaların bize anlatacağı çok şey var daha.

img_0668
6.6 milyon Euro’ya mal olan çelik çatı

Örgütlenme, kollektif çalışma, birlikte bir şey üretme de sonradan edinilmiştir ve yerleşik hayatla başlar.” diyen kuram da çürümüş oldu böylece, Göbekli Tepe bunu da değiştirdi. İnsanlar kendi aralarında olağan üstü bir iş bölümü gerçekleştirmişlerdi ki, ağırlığı 30 ila 50 ton arasında değişen sütunlar burada inşa edebilsinler.

Burası bir tapınaksa ve civar halkları tarafından ortaklaşa kullanmak üzere beraber yapıldıysa  tapınağın İki fonksiyonu olmalı. Biri Ekinoks kutlamaları, diğeri atalar kültü (ölmüş olan atalarla irtibat halinde olmak isteği) denilen bir inanç sistemi.

O zamanlar, insanlar herseyi mitolojik bir dille açıklar, dünya, güneş nedir bilmezlerdi. Güneşi, Ayı yukarı çıkaran ya da aşağı indiren neydi?! Belki de ilahi atlar, Pegasuslar onları gündüz alıyor, gece yerine koyuyordu.

İnsanlar tabiatın canlanmasını, ölümünü ve ortadan kalkışını, kışı, yazı ve baharı, yani mevsimsel dönüşümlere de anlam verememişler. Bunu yapan bir şey olmalı, baharı getiren, kışı götüren bir takım anlaşılmayan güçler. Bunun için de kahramanlar yaratmış, efsaneler uydurmuşlar. Misal eski Grek kültüründe Demeter ile kızı Persephone‘nin yer altı Tanrısı Hades’le olan hikayesi ya da Mezopotamya kültüründe Dumuzi ile İnannna‘nın hikayeleri gibi.

Kışın uyuyan her şey uyansın, yeniden bahar gelsin, kozmos devam etsin diye kutlamalar (ekinoks) yapılırmış eskiden. Bugün hala çeşitli coğrafyalarda farklı ritüellerle yapılan ama aynı anlama gelen kutlamalar. Hasat kaldırıldıktan sonra Ekim festivalleri, Cadılar bayramı, ölüler günü, yeni yıl kutlamaları, nevrozla baharı karşılamak gibi. Böylece insanoğlu korktuğu ne varsa onunla iyi geçinmeye, anlaşmaya sadık kalarak Kozmosun içinde yeniden var olmaya çalışmışlar.

Bizi şimdilik sorularımızla baş başa bırakan Göbekli Tepe bugünlerde, arkeologların, dinler tarihini merak edenlerin, geleneksel ya da modern spiritüalistlerin, hatta kişisel gelişim uzmanlarının bile kendi sorularına cevap aradıkları gizemli bir yer.

Tek bir halk olmadıkları tahmin edilen Göbekli Tepe’liler kim?

Tapınağın üstünü neden kapattılar?

İnsan boyutundaki dünyanın en eski heykeli “Urfa Adamı’nı Göbekli Tepe’liler mi yaptı?

Yeni Göbekli Tepeler’lerle beraber hangi sırlar gün yüzüne çıkacak?

Urfa’nın arkeoloji ve mozaik müzeleri bu sorulara yenilerini mi ekleyecek, yoksa ucundan kıyısından göz mü kırpacak?

Bakalım;

Yelda Ugan S.

10/11/2019, Geos

Not: Apdullah’ın dedesinin heykeli bulduğu, müze müdürünün de “çobanlar yapmıştır.” diyerek çöpe yollaması dışında hikaye ile anlattığım her şey kurgudur.

Mardin

Gökyüzüne kapı komşusu olan bir şehirde gördüğünüz rüyalar tılsımını bir ömre yayar. Mardin gibi kendi içine kapalı şehirlerde duvarlar gece konuşur. Gölgesinde hikâyeler barındıran evlerin, geceleri el ayak çekildikten sonra kendi kendine konuşan hikâyeleri vardır. Kulak kabartmayı öğrendiğinizde şehir size sırlarını açar.

Murathan Mungan, Harita Metod Defteri

5c1554ab-f799-4c21-84b9-88f427711b06
Gündüzü seyranlık, gecesi gerdanlık Mardin

Öğle sıcağının altında güneşlenen alıç, meşe makisi ve fıstık ağaçlarının içinden Mardin’e girdik. Önce şehrin girişindeki parke taşlı yolda, yokuş başında profilden gördük onu, adı dört bin yıldır değişmemiş olan kadim Mardin’i. Devasa bir organizma gibi ağır, yaşlı ve canlı.

Öğle yemeği için Cercis Murat Konağındayız, 1. caddedeki tüm yapılar gibi burası da güneşin altında sararmış Mardin taşından yapılma, sonradan restore edilerek restorana çevrilmiş bir konak. Kesme işinden sakız gibi beyaz patiska perdeler, bakırdan yapılmış, kapağını bile kaldırmakta zorlandığım büyük pilav tencereleri, duvarlarda asılı işlemeli aynalar, bakır helkelerin içine yerleştirilmiş lambalar, nişlere sıralanmış menekşelerle ince bir zevkle döşenmiş. Tertemiz, masalar pırıl pırıl, kumaş peçeteler kar gibi, kalaylanmış bakır sürahilerin içinde gül suyu ve mesafeli bir samimiyetle ortalıkta dört dönen garsonlar.

img_0592
Cercis Murat Konağı

Ahşap merdivenlerden ikinci kata çıktık, öğle saatini epey geçtiği için bizden başka kimse yoktu, önceden hazırlanmış on kişilik masamızın önünde beyaz eldivenli garsonlar tarafından karşılandık, sanki her şey sadece bize özel ve sadece bizim içindi. Sofadaki, katlanır camlara yakındı masamız, manzaramız Mardin Ova’sı fakat Suriye tarafından, Güneyden’den gelen parlaklık gözümü alıyor o tarafa bakamıyordum. Yemek gelinceye kadar etrafı gezmek için oturduğum sandalyeden kalktım. Fonda Şam Konservatuarında hazırlanan albümden buğulu sesiyle bir kadın Süryanice şarkılar söylüyordu.

“Bu toprak insanlık tarihinin en barışçıl çağlarına hakim olan Ana Tanrıçaların diyarıdır. Mezopotamya’da bahar kadının doğurganlığıyla gelir, bitkiler kadının bilgisiyle şifa dağıtır, buğday kadının becerisiyle ekmeğe dönüşür. Ana Tanrıçalar yaratıcılığı, bereketi, doğumu, gelişme döngüsünü temsil eder. Onlar bir coğrafyanın kaderinin yalnız erkek eliyle yazılamayacağını gösterecek kadar savaşçıdır…BİZ CESARETİMİZİ KADINLARDAN ALDIK”

Kadınların mutfakta, bahçede, tarlada, eğitim aldıkları atölyelerin olduğu fotoğraflarla doluydu duvarlar hemen yanlarında da yukardaki yazı asılıydı. Burası geleneksel yemeklerin turistlere abartılı bir sunumla ikram edildiği herhangi bir restoran değilmiş meğer. Mezopotamyalı kadınları, nahrinleri evden çıkaran, onları iş hayatına, üretime dahil eden, ayrıca Suriye’li mülteci komşu kadınlarına da iş imkanı sağlayan bir projenin devamıymış. Projenin mimarı da yukardaki yazının altında adı olan Ebru Baybara Demir.

Soğanlı yoğurt çorbası, yaprak sarması, kuru patlıcan ve soğan dolması, içli köfte, kaburga dolması, sumak şerbeti, irmik tatlısı ve Süryani şarabı. Elinize sağlık hanımlar, her şey çok güzeldi.

img_0625
Bir sokaktan diğerine geçit veren Abbaralar

Kah dik ve yüksek taş merdivenlerlerden çıkarak kah abbaraların arasından geçerek Mardin’in dar sokaklarında akşama kadar yürüdük. Nasıl olsa bir kaç mihenk taşıyla otele kolaylıkla dönebilirdim. Gruptan ayrıldım, banka lazım bana, tütün lazım. Bankanın köşesinden Cumhuriyet çarşısına paralel bir alt sokaktan yürüdüm biraz. Kendi boylarındaki bir üzüm küfesinin önünde nöbet tutan iki kadın konuşmadan elleriyle karşılarındaki ayyakabıcıyı gösterdiler, daracık, hafif karanlık bir dükkan, naylon çocuk ayakkabıları var raflarda, tütüncü burasıymış. Köyünden getirmiş, yeni mahsul, eğer içerken boğazını yakmıyorsa iyi tütünmüş.

Şehrin kendisi gibi adı “Kadim” olan bir başka konakta, otelimizdeyiz artık ama otele dönerken hiç bir mihenk taşı çalışmadı ve bilmediğim bir şehirde başıma gelen en güzel şeylerden bir oldu….kayboldum. Adres sormadan oteli bulacaktım ama olmadı, Cumhuriyet caddesini dört döndükten sonra beşincide sordum artık.

img_0600
Çöp kamyonları dar sokaklara sığmamış iş Kadifeye düşmüş!!

Terastan Mezopotamya’ya nazır akşam üstü kızıllığında Mardin’lilerin denizimiz dediği ovanın manzarası Ekim renginde. Hava biraz daha kararınca ışıklar tek tük yanmaya başladı. O zaman Suriye’yi, Nusaybin’i ve Kızıltepe’yi daha iyi seçer olduk. Yorgunluk kahvesi ve boğazımı yakmayan Mardin tütünüyle (ne yazık ki tütünün geldiği köyün adını unuttum) burda olduğum için bütün dinlerde Tanrı’ya şükrettim.

Mor Behram ve kızkardeşi Saro adına 569 yılında Süryaniler tarafından yapılmış Kırklar Kilisesi, Kuyumculara gelmeden, baharatçılardan hemen sonraki Ulu camii, Mardin Kalesinin önünde simetrik mimarisinin “ne ekersen onu biçersin” anlamına gelen Zinciriye medresesi, nereye çıkacağını bilmediğim daracık sokaklarda elinde tepsiyle karşıma çıkan bir Mardin’linin mırra ikramı, aslında “şeytanın gözü” demek olan nazar boncukları, annemin incili bileziği, bademli pilav, kapalı lahmacun sembusek. Çok kimlikli, çok sesli, çok renkli Mardin, herkesin ve hiçkimsenin olan ne varsa doyamadığım topraklar.

img_0610
Bir mihrap camiden mi çıkıyor, kiliseden mi anlamıyorsunuz Mardin’de

Sabah daha saat 08:00 bile olmadan hazırlandık, Urfa’ya doğru yola çıkıyoruz. Hava şimdiden sıcak, akşamdan hazırladığım hırkayı, çorabı ve şalımı sırt çantama geri tıktım. Bir şey unutmuş olabilir miyim diye odaya tekrar çıktım ve etrafı son kez şöyle bir kolaçan ettim. Merakımı yenemeyip odanın sokağa bakan beyaz tül perdesini araladım. Bütün gece karşı evin merdiven başında oturan kadın yoktu, gitmiş, yerine kendi silüetinde sofaya uzana taş bir korkuluk bırakmıştı.

Yelda UGAN

06/11/2019, Geos

 

 

 

Deyrulzafaran Manastırı

Eşin benzerin yoktur, yüce tanrı, tek tanrı!
Yapayalnızken yarattın dünyayı bildiğin gibi,
Hiç kimsede bulunmayan ulu kudretinle.
İnsanlar, büyük küçük bütün yaratıklar,
Ayaküstünde yürüyenlerle uçusanlar,
Suriye, Nübye, Habeşistan, Mısır senin eserin
Herkese kendi yerini, kendi nasibini verdin,
Herkese rızkını ve ömrünü sağladın.
Dilleri ayrı, kişilikleri ayrı,
Kendi özellikleri var her ülkenin, her ulusun,
Yeryüzü, senin aklının yarattıklarıyla dolu.

Güneş Tanrı’nın övgüsü adlı Mısır şiirinden

 

img_0575

Daha uzaktan, öğlen güneşinin altında yanakları Mardin kızılına çalmış tevazu içinde parlıyordu. Harç yok, kireç yok, kum yok. Taşlar sanki ayrılmayacaklarına yemin etmiş gibi birbirlerine sıkıca yaslanmışlar. Nakışlar orijinal, 5. yy’dan kalma, kapılar ceviz ağacından, onların üstünde de ne bir çivi ne de tutkal var.

Üç katlı manastırın dar bir geçitten indiğimiz zemin katı, gördüğüm ilk güneş tapınağı, doğu yönündeki yarım daire biçimindeki pencere muhtemelen günün ilk ışıklarının huzmeler halinde toplandığı yer. Ve yine muhtemelen tapınağın bir çeşit kıblesi, mihrabı ya da secdesi.

Karanlığı ilk aydınlatacak olan güneşin doğudan yavaş yavaş kızıl renklerle doğması, güneşin kutsal sayılması için yeterli bir sebep olmuş. Tıpkı karanlıkta bizi aydınlatan ay gibi, yolumuzu gösteren yıldızlar gibi ya da kuraklıktan ölmek üzereyken çakan şimşeklerle beraber gelen yağmur gibi. Bizi koruyan, korkutan, besleyen, barınmamızı sağlayan ne varsa kutsalımız saymışız, yeter ki kızmasınlar diye onlara yani Tanrılara adaklar adamış, kurbanlar kesmiş, dualar etmişiz.

İşte o dönemde, M.Ö kaçıncı yüzyılda bilinmiyor ama burası Güneş tapınağı olarak yapılmış ve M.S 5.yy’da da Manastır olarak inşa edilmiş.

Manastır ismini etrafında yetişen safran bitkisinden almış. Dayrulzafaran, Safran Manastırı.  Taş korkuluklarla el ele birinci kata çıktık,  geniş bir iç avluda biraz dinlendik önce, malum yine sıramızı beklememiz gerekiyor. Rehber haber verecek. Burası beklemek için ya da küçük bir mola vermek için çok uygun, etrafı güllerle çevrili, 8-10 masadan oluşan, masaların üstü tenteli bir bahçe…Allah’ım nerden geldiğini anlamıyorum, havada nasıl güzel bir koku var! Çiçek kokusu gibi değil, tütsü de değil, biraz lohusa çayı kaynara benziyor ama onun gibi baygın da değil. İstemeye istemeye genç, güzel bir garson kızın önüme bıraktığı koyu, biraz da iyi demlenmemiş olacağı için bulanık görünen çaydan bir yudum aldım, zira karnım çok aç, güneş çok kızgın ve manastıra giden gül, defne, zeytin ve nar ağaçlarıyla çevrili yol dik bir yokuşta. Evet!! Koku çaydan geliyormuş, tarçın, karanfil, safran ve siyah çay karışımı. Giderken kızları güneşin altında bekletmek pahasına kasada kuyruğa girip yarım kilo aldım çaydan, evde minik minik demliyorum, çünkü çok keskin, sanırım siyah çay da Mardin’in ünlü kaçak çayından.

img_0577
Tıp merkezi olarak kullanılan bölümdeki yılan kabartması

 

Rehberin arkasından manastıra girdik, kemerli sütunlara kırlangıçlar yuva yapmış, kuş olsam ben de evimi Mardin ovasına karşı burada yapardım. Manastırda dört bölüm var, ayinlerin yapıldığı, ahşap sıralara oturarak rehberi dinlediğimiz salon, İngiliz Kraliçesinin hediye ettiği 376 yıllık matbaa ve dönemin makam arabası tahtırevanın sergilendiği Meryem Ana Kilisesi, tıp merkezi olarak kullanıldığı rivayet edilen ve yılan kabartmalı figürleriyele loş salon ve nihayet aşağıda güneş tapınağı.

Günün kalanı Mardin’in..

 

Yelda UGAN

03/11/2019 Geos Tur