Söylenceye göre, Asur kralı Nemrut putperestliğe savaş açan ve gönlünü kızı Zeliha’ya kaptıran İbrahimin yakılmasını emretti. Toplanan odunlar günümüzde Halilürahman Gölü’nün bulunduğu yere yığıldı. Zeliha gece gündüz babasına yakardı ama onun yüreğini yumuşatamadı. Hazırlıklar tamamlandı ve İbrahim ateşe atıldı. Odun yığınının üzerine düşer düşmez ateşin yerinde bir göl belirdi. Sonra yanı başında bir göl daha oluştu. Ateşe atılan odunlar ise balığa dönüştü. Göle Halilürahman adı verildi. Zeliha’nın göz yaşlarından oluşan göl Zeliha’nın gözü anlamına gelen Ayn-ı Zeliha diye anıldı. Kutsal olduklarına inanılan balıklara ise yüzyıllardır kimse karışmadı.
Suyu Arayan Toprak, Harran ve Fırat’ın Bin yıllık Dramı, Mehmet Faraç

Balıklı Göl’den bir kaç kişi otele taksiyle döndü. Hava kararmak üzereydi ama biz yine de sevgili Ayfer Kuralay‘ın peşinden otele kadar yürümeye karar verdik. Akşam ezanı okunuyordu, kebapçılar ve ciğerciler hareketlenirken “bugünlük bu kadar” diyen esnaf dükkanlarını tek tek kapatmaya başladı.
Rastgele bir sokağa girdik, eski Urfa sokaklarından birine, evlerin dışarıya bakan pencereleri yok denecek kadar az, varsa da ikinci katlarda. Yüksek duvarlar arasındaki dar sokakları hareketlendiren tek şey birbirinden farklı renklerle süslü kapalı kapılar. Bazen bir kaç çocuk sesi, bazen hızlı adımlarla evine giden uzun boylu, esmer, kasketli bir erkeğin düzenli ayak sesleri, sokak lambaları yanar yanmaz önünde fotoğraf çektirmeye hazırlandığımız bir kapı açıldı. Tesettürlü genç bir kadın sokakta oynayan çocuklarına seslendi, babaları gelmiş, yemek yiyeceklerdi. Açık kapıdan içeri baktığımızı görünce gülümsedi, çocuklarını çağırır gibi bize de seslendi, hem eliyle hem diliyle. Rahatsız etmeyelim filan dedik önce, halbuki içimiz gidiyor içeri girmek için, duvarların arkasını merak ediyoruz. Kadın avlu kapısını kapatır kapatmaz baş örtüsünü ve pardrüsösünü iki pencere arasına gerili ipe astı. Avlu taş zeminli, ortasında bir dut ağacı, erkekmiş ağaç, öyle dediler. Meyve vermezmiş, gölgelikmiş sadece. Avluya bakan odalar taş zeminden daha yüksekte. Mine bizi annesiyle ve dut ağacının yanında bizi ayakta karşılayan kocasıyla tanıştırdı, Mine’nin annesi kalkamadığı için af diledi bizden, avlunun bir köşesine çömelmiş lahmacun içi hazırlıyordu. Loş ışıkta gözlerinin içi gülen kadın hepimizi tek tek başıyla selamladı. Mine’nin sarı kafalı küçük oğlu babası onunla ilgilenmeyince avluya açılan odalardan birine girdi. Odanın tek ampüllük sarı ışığı yanınca kireç badanalı duvardaki girintilerle düzenlenmiş geniş yüklük ilişti gözüme, kaneviçeler, sırıklı kadife yorganlar, iki kişilik uzun yastıklar, danteller, parlak satenden rengarenk yastık başları. Oğlan elinde tuttuğu ince bir dosyayla çıktı odadan, benim seyirlik de bitti, oda tekrar karardı.
Mine belediyede çalışıyormuş ama kadrolu değilmiş, en büyük hayaliymiş kadrolu olmak, kuşlar gibi şakıyor anlatırken, sosyal hizmetler bölümündeymiş, sanki iş görüşmesindeymiş ve bizi ikna etmeye çalışıyormuş gibi elinden neler geldiğini sıraladı, hatta bize, bizim gibi Urfa’yı gezmeye gelenlere belediye adına rehberlik bile yaparmış.
Kocası oğlanın ödev dosyasına şöyle bir bakıp onu başından savuşturdu ve tek basamakla çıktığı mutfağa girdi. Mine babasını anlatırken hepimize birer bardak su ikram etti. Burda, bu avluda eskiden 14 tane çocuk yaşarmış, artık sadece annesi ve iki erkek kardeşi kalmış. Mineler de şehir dışındaki yeni yapılan modern bir apartman dairesine taşınmışlar. Sekiz tane üvey kardeşini doğuran kadın yani annesinin kuması babasının maaşıyla kaçınca ev de Mine’nin annesine kalmış.
Kimsenin ilgisine mahzar olamayan oğlan avlunun köşesindeki bir merdivenle kuyuya iner gibi aşağı iner inmez tavukların gıdaklama seslerini, kanat çırpmalarını duyduk ama kimse oralı olmadı. Akşam yemeğine kalalım diye ısrar ettiler, fırın çarşıdaymış çarşı da buraya çok yakınmış, lahmacunlar nerdeyse hazırmış.
Tanıtacağım cümle aleme / Her şeyi görmüş / Tüm dünyayı tanımış / Her şeyin sırrına ermiş olanı / Ve her yerde / Gizli kalmış her şeyi keşfedeni! / Bilgelerin bilgesini, / Her şeyi bir bakışta kavrayanı: / Seyreyledi karanlıkları o / Açıkladı tüm gizleri / hatta öğretti bize / Tufan’dan önce olup biteni! / Dönünce çıktığı uzun yolculuktan / Bitkin, fakat yatışmış olarak / Kazıdı bir mezar taşının üstüne / Başından geçen her şeyi!
Gılgamış Destanı’nın ilk satırları
Urfa’nın Arkeoloji ve Halepli Bahçe mozaik müzelerindeki yoğun programdan sonra Mine’lerin evi iyi geldi bize, dinlendik biraz. Müzeler için ayrı bir gün olmalı, o gün sadece müze gezilmeli, iki saatte bir kahve molası, notlar filan sonra tekrar.
34 bin metrekarelik alanıyla burası Türkiye’nin en büyük müzesi. Bilmiyordum, gerçekten buraya gelinceye kadar bilmiyordum, hem çok şaşırdım hem de çok sevindim. Her şey Bereketli Hilal‘de Paleolotik dönemle başlıyor, yani M.Ö. 18 binler. Ve kronolojik bir sırayla İslami döneme kadar geliyor. Müzeyi bitirdiğinizde ki ben bitiremedim 4.5 km yürümüş oluyorsunuz. 60’lı yıllarda başlamış kazılar, 69’da da ilk müze kurulmuş. İronik bir nedeni olsa da orasını fazla kurcalamadan burada küçücük bir not düşmek istiyorum, esrelerin çoğu baraj (dan) kurtarma kazılarında çıkarılmış.

Sonra Neolitik döneme, yani avcı-toplayıcı’lıktan yerleşik hayata geçiş denemelerinin yapıldığı dönem başlıyor. Bu dönemin karşılayıcısı 9 bin 500 yaşındaki dilsiz Urfa Adamı 180cm boyunda, dünyanın gerçek boyutta yontulmuş ilk insan heykeli.
Hafif bir rampayla ilerliyorum, Göbekli Tepe D tapınağının bire bir kopya edilmiş imitasyonunun önündeyim. İşte bundan sonrasını hatırlamıyorum, ömrümde gördüğüm en güzel totemleri seyre daldım. Turna, tilki, bilge yılan, yaban domuzu, kartal ve insan motifli koruyan ve yol gösteren totemler. Eve gidince ben de bir totem yapsam, kumaşlar, kitaplar, fotoğraflar filan kullansam mesela.
Yazı icat edilmiş, dünyanın en eski destanının (Gılgamış) önünde transa geçmiştim ki telefonum çaldı, araba bal kabağına dönüşmüştü, acilen gelmeliydim. Ekip mozaik müzesine geçmişti bile. Telaşla çıkışı aradım, bu rampaların bir de inişi olmalıydı ama yoktu işte, hastanelerdekine benzer büyük bir kapının boydan boya uzanan silindir, metal kolunu ittirince kapı açıldı, hızla merdivenlerden aşağı inmeye başladım. Üç kat sonra burdan çıkışı bulacağıma dair umudum kalmadı, ayak sesimden başka bir şey duyulmayan merdivenler gittikçe kararmaya başladı, sensor çalışmıyordu ve sanırım depoya iniyordum. Gerisin geri yukarı çıktım. Tekrar aynı kapı ve asansörler karşımdaydı. Müzenin daha yarısı bitmeden ne yazık ki çıkmak zorunda kaldım.

Koşarak diğer müzeye gittim. Nefes nefese girdim içeri. Neyse daha müzenin hikayesine yeni başlamışlardı.
Mozaik müzesinin bulunduğu yere bir park yapılacakmış ve alt yapı kazı çalışmaları başlamış, yıl 2006. Bir de ne görsünler her taraf silme mozaik. Hemen uzmanlar çağırılmış ve derhal kurtarılmasına karar vermişler. Müze de buraya, mozaiklerin bulunduğu yere kurulmuş. Anladığım kadarıyla burası Roma döneminden kalma bir saray, Edessa sarayı, mozaikler de sarayın dekoru. Her bir odanın, ya da salonun, sofanın her neyse tabanı farklı bir hikayesi olan bir konuyla resmedilerek döşenmiş. Misal, gözü pek Akhilleus’un (Aşil) bebekliğinden Homer’in Troya’sına savaşa gidinceye kadarki hikayesi, Amazonların savaş motifleri, onların kurucu ve koruyucu tanrıçaları Kticic, Orphesus mozaiği, Zebra götüren zenci (bunu bir yerden hatırlıyorum ama çıkaramadım) ve daha bir çok mitolojik hikaye.
Her ne kadar rakamlarla detaya inmek istemesem de şöyle bir teknik bilgi daha var. Tesseralar yani mozaikleri oluşturan her bir taş dünyada görülen mozaikler arasında en küçük olanlardanmış ve Fırat nehrinin orijinal taşlarıymış. Doğal olarak küçüldükçe de verilen emekle beraber değeri de artıyor. Ne sabır ama. Aklıma bir şey takıldı, acaba bu taşlar dizildikten sonra mı boyanıyor?!! Bana öyle bakma sevgili totemcim, haklısın, tersi delilik olur!

İşte böyle Urfa’cım!! Çok hızlı oldu ama yine de güzel oldu. Bize artık müsade, yarın sabah erkenden Güney Doğu’nun çıkmaz sokağı Adıyaman’a gidiyoruz.
Günlerdir hava ilk defa bulutlu, uzaktan Fırat’ın kokusu geliyor, kulağımda Urfa’nın güzel türküleri, etrafımda fıstık ağaçları..
Urfa’lı sevmiş doğrudur güzelim, senin de gönlün var, al yanaklı yar, sen oralı yaralıyam, gün be gün sararıyam, el çekin benden kurudum inceden, sen de sevmiştin sakladın benden, yare yaralıdır yüreğim, al gülümü tak göksüne, koy yüreğinin üstüne, can versin gül tenine, köz var sinemde, sır var sözümde, sözümün sırrı yarin isminde..
Ağzına sağlık Kazancı Bedih
Yelda Ugan,
15/11/2019, Geos Tur