Ne var ki yazmak, kişinin başkalarının onu görme biçimini boş vermesidir; kendisini her türden yargı, poz verme ve konumlandırma kaygısından kurtarmasıdır. Yazmak bir şeyin erişilebilir olmasını, ortaya çıkmasını sağlamaktır.
Karl Ove Knausgaard
Bitez
Yıllardır onun ağzından duymak istediği şey buydu, nihayet itiraf etmişti ama durup dururken öyle beklenmedik bir anda oldu ki, şaşırdı; tadını çıkaramadı, neredeyse “estağfurullah!” diyecekti…İlk cümleyi arıyorum, kalemi kaldırmadan haldır haldır yazıyorum, koşar gibi. Kendisinden sonra gelenlerin kaderi ona bağlı olan şu malum cümleyi. Bu bir yöntem, metot ya da ısınma egzersizi…Yaratıcı yazma atölyelerinde herkes yazabilir motivasyonunun hemen arkasından gelir ve “bakınız yazabiliyorsunuz,” der hocalar. “Herkes yazabilir!”
Söyleyemediklerimi yazmak; istediğim buydu, kendimi kaybetmek ve aradan çekilmek. Kalemime ve onun istenç dışı oyunlarına bile isteye teslim olmak. Cesaretimden, daha doğrusu cahil cesaretimden dolayı kutluyorum kendimi. İçim dışıma çıkacakmış, ters yüz olacakmışım umurumda değil. Çünkü bunun farkında bile değilim. Terapistler de yapıyormuş, “Yazın!” diyorlarmış danışanlarına, yazanlar dökülüyor, onlar da topluyorlarmış. “Büyülü gerçeklik” bu olsa gerek; yazının ta kendisi.
Dün kuzenimden bir mektup aldım, o da söylüyor aynı şeyi. “Koşarak yazmalısın,” diyor “sonra ayıklarsın içinden, karakterlerini seçer, hikayeni yaratırsın. Yeter ki, aradığını bulabileceğin bir rehberin, yol haritan olsun, oraya buraya imleç bırak mesela, güvenme hafızana, renkli kalemle işaretle.”
Kuzen haklı. “Bir buçuk ay dene, ne kaybedersin? Ama disiplinli ama her gün iki saat ama aynı yerde aynı saatte” demiş, sıkı sıkı da tembihlemiş. “Bileğin kırılır, elin açılır, yazı kasın gelişir böylece. Ya rutinim şaşarsa? Dediğini duyar gibiyim. Olsun! Sen beşersem o da şaşar, yılmak yok!”
Karl Ove Knausgaard‘ın İstemsiz adlı bir kitabını okuyorum. Neden yazdığını anlatıyor. Allah’ım uğruna okuduğum bu kaçıncı kitap? her birinde verilecek olan “o” büyük sırrı sabırsızlıkla bekliyorum, bekliyorum…ha geldi, ha gelecek. Bir şey geldiği yok! O sırada evin fertlerinden çocuk olanı, anneee!! diye bağırıyor, bulaşık makinası deterjan kapağına hamle yapıyor, telefon çalıyor, çalmasa da bana öyle geliyor? Ses halüsinasyonları duyuyorum, endişem kabuslarımda gördüğüm ellerim kadar büyüyor. Bazen tüm düşüncelerim kuşkuyla doluyor. Geriye sarıyorum, bir daha bir daha okuyorum. Bu okumaların, tekrarların birinde nihayet bir şeye rastlıyorum, aradığım şey bu olabilir mi acaba? Satırların altını çiziyorum, söz veriyorum kendime, dönecek ve onun gibi yazmayı deneyeceğim. Devam ediyorum kazmaya, hazine daha derinlerde olmalı. Sebat etmeliyim.
Tıkanmanın nedeni yazarın kendine ördüğü duvarlarmış, eee ne var bunda, hiç de sır gibi gelmiyor kulağa. Ordan kuzene geliyorum tekrar, benim akıllı, çok akıllı kuzenime, annesi gibi, annesi de anneme “radyo,” derdi mektuplarında, “toz alırken, mercimek seçerken, yaprak sararken mesela, poacaların üstüne çörek otu serperken, çorbayı karıştırırken, yama yaparken içten dışa, sökük dikerken radyon her daim açık olsun. Çiçekleri sularken onlara radyodan duyduğun hikayeleri anlat. Sabah uyanır uyanmaz aç, aç ki, o fırsat düşkünü laf anlamayan, söz dinlemeyen meşum sesler sussun. Sarsak adımlarla istemeye istemeye gitmelerine hiç aldırış etme, bırak çıksınlar, ait oldukları yere, geçmişe dönsünler.”
Hemen itiraz ederdim, yok canım! Güldürme beni, ben açık fikirli, cesur bir kadınım, yazarken de öyle olmama ne engel olabilir ki? Bak yazıyorum, yazabiliyorum. Kurgu? Evet zorlanıyorum, fakat bu hep böyle devam etmez, açılırım biliyorum, az kaldı, dilimin ucunda, çağırsam gelecekler, çağırmıyorum. Neden mi? Doğru zamanı bekliyorum da ondan. “Hiç gelmeyecek mi?” “Yo hayır, niye öyle dedin ki? Bak şuraya yazıyorum işte! Gelecek!” Yaz ki gelsin, baktı sen yazıyorsun, o usul usul yaklaşır, omuzlarının üstünden yazdıklarını okuyacak kadar yaklaşır hem de. Hoop! Eğilir, işaret parmağını belli belirsiz uzatır ve der ki, “yağmur zaten dışarda yağar!” “telefon acı acı filan çalmaz sadece çalar.” Sen şaşırmaz kulak verirsin, uyarsın tavsiyelerine. Sonra bir sandalye çeker, yanına oturur. Bir de bakmışsın der top olmuş, kedi gibi kıvrılmış kucağında. Tanrının eli olur, seninle senin yerine yazar, sen ne kadar orada olursan o da sana o kadar sokulur. Başında beklenen çaydanlık misali sakın belli etme beklediğini kaynamaz. Geldiğinde de öyle yaygara koparma, uyku kadar incedir o, ürkütürsün!
Bu sınır mevzu var ya, hani kendi etrafımıza çevirdiğimiz, kendimizi hapsettiğimiz, alıkoyduğumuz yer. Yüksek duvarlarla örülü, tutunacak bir delik bile olmadığı. Çıkıntı? Hak getire! Labirente bile razıyım, o da yok! Hani bir şans vermeye kalksam diyorum…Ben vermemişim de sen kendin bulmuşsun gibi. İşte tam burada, kuzen ve Knausgaard el ele vermişler diyorlar ki, bir merdiven bul, olmadı bir bıçak, ip ne bulursan artık, hiç mi yok, olmuyor mu? İğne de mi yok? Tırnaklarınla kaz. Kaz ki çıksın, baş versin sıkıştığı yerden. Vakit çoktan geldi, yapabilirsin, haydi! Ellerini siper edecek yüzüne, ışıktan gözleri kamaşacak. Vücudu eğri büğrü, yanakları buruşmuş, kurumuş, rengi atmış dudaklarını yalayıp ısıracak, utanacak, yine saklanmak isteyecek ve sonra yine, sen onu ürkütmeden, korkutmadan o incecik, çelimsiz parmaklarından nazikçe tutup bir daha bir daha deneyeceksin. Güneş onu ısıttıkça kemikleri güçlenecek, kırlarda koşup oynayacak, bacakları açılıp esneyecek, başını gökyüzüne kaldıracak ve maviyi, bugüne kadar hiç bilmediği bir maviyi hayranlıkla övecek. Kan yürüyecek dudaklarına.
Beğenilme kaygısı, kaçırma korkusu…geçmişe, geleceğe, hatta gözümüzün önünden geçip gidenlere bile. İçim biliyor fırını erken açıp kekin kabarmasına engel olduğumu, içim biliyor mayalanmamış ekmeğin, demlenmemiş çayın mide bulandırıcı tadını. Biliyor da öbürü sıkıştırıyor, hayallere, gündüz düşlerine dalsın istiyor beriki, dalsın da, Kibritçi Kız gibi kalsın ortada, donsun, kanı vücudundan çekilsin, mora çalsın kılcal damarları. Clarissa Pinkola Estes, masamın üstünde, gözümün önündeyken bile özlüyorum…Büyüyünce ben de kurtlarla Koşan bir kadın olabilecek miyim senin gibi?
Öyle büyük yeminler etmeye, gidilebilecek en uçlara gitmeye gerek yok. Usul usul, yavaş yavaş, senin kendi hızında, belki belli sürelerde bir tık arttırarak. Hani geçen sene yapmıştın. Yapmıştın da ne iyi gelmişti. Elena Ferrante’nin son kitabı Yetişkinlerin Yalan Hayatı (Halam hakkında her şey yazacaktım neredeyse) Yayınlarız demişlerdi de yayınlamamışlardı kitap incelemeni. Yani öyle, bazen bir tık arttırarak, koş da demiyorum, korkma diyorum, yürü! Bak yumurta kafalı sığırcıklar geldi, sesleri nasıl da yumuşamış, sanki bütün yağmuru onlar toplamış, yorgun düşmüşler de neşeyle ocak üstündeki bir çaydanlık misali mırıldanıyorlar.
Kahvem buz gibi olmuş.
Güneyde, koyun açıklarında sağanaklar çıktı, rüzgar kuzeyden esiyor, bulutlar inceldi, aralarında masmavi derin bir delik açıldı, güneş sızar birazdan oradan, dağların çıplak tepelerini görüyorum penceremden. Hava soğuk ama yürürsem ısınırım. Astarsız paltomu giydim, koca cepli olanı. Metafor toplamaya gidiyorum, yağmurdan sonra kıyıya vuran “sanki” leri “gibi” leri, teşbihleri toplamaya.
Mor çiçekli biberiyeler mis gibi kokuyor, “bir tutam at!” dedi komşum, “mantarlı tavuk yahnisine çok yakışır.” Tel örgülere kadar yürüdüm, umudum dönüşteydi ama yüzleri koya dönük bankların ikisi de hala dolu. Kos adasına bakıyorlar. Memleketten daha yakın başka bir ülkeye. Birinde çocuk kitap okuyor, yaşlı kadın çantasına davranınca diğerinden kalkacak sandım. Kalkmadı, yüzünü güneşe döndü, bir sigara yaktı. Nasıl güzel, nasıl zerafetle kırışmış, buğday rengi teni yazdan kalmış da doymamış. Kim doyar ki kış güneşine, insanın ruhunu ısıtan parlak sarı ışığına? Kah binlerce ağzıyla denizi öpüyor, gümüşi menevişler saçıyor yanaklarına. Kah bulutlara vermiş bir tutam ışıltı, pembeye çalmış onları. Siz hiç pembe bulut gördünüz mü ya da fosforlu beyaz? Çıplak ayaklarımın altına kadifeden yosunlar topladım. Sabaha kadar sanki milyon tane örümcek dokumuş gibi hafif, yine uyku kadar ince.
Benim çocukluğum, renkli kapağından çok, içi siyah beyaz fotoğraf sanatının beni büyülediği, hamur kağıdının iç gıcıklayıcı inceliğiyle Hayat Mecmualarından içeri daldığım, beni de dünyayı da hafiflettiğini sandığım yetmişli yıllara denk geldi. En uzun on yıl, sonraki on yılların etkisi azalan oranda azalarak çok çabuk geçti. Pantolonları prova ederken toplu iğneler bacaklarıma batar, paçaları yeterince bol, yeterince İspanyol olmamış diye anneme surat asardım. Oysa paçalar, rüzgarda birbirlerine karışan çamaşırlar gibi sarmaş dolaş olmalı, yürürken tok, ritmik bir ses çıkarmalıydı. Her gün evimizin önünden geçen o genç kızın pantolonu gibi. Kıyafetlerimizi annem dikerdi. Eski giysileri ki bu giysiler, annemin ya da babamın kız kardeşlerine ait olurlar, annemin ehil ellerinde sökülür, daraltılır, gizli yamalarla yep yeni olurdu.
Not: Mandolinimin yeşil beyaz pötikare kılıfını da annem dikmişti.
Tepemizden korkunç bir gürültüyle Ankara’dan kalkan savaş uçakları geçer, Ayşe hiç bilmediğimiz Güney’e tatile giderken biz çocuklar sokaklarda,“Çatla patla Makaryos Kıbrıs bizim olacak” diye bağırırdık. Bu tekerlemenin bir parçası olmak bugün bana ne yaratıcılığı ne de savunma biçimi açısından güzel bir anı gibi gelmese de, belki sokaklarda peşime taktığım bir grup çocukla, onlara kardeşlerim de dahil slogan attığım, korkusuzca fikrimi söylediğim siyaseten tek özgür dönemimdi. Tabi ki, bir üst caddeye çıkmamak şartıyla, orda işler bizim için olduğu kadar kolay değildi. Onlar hem bağırıyor hem de taşlı sopalı bir kavganın içinde insanlıklarından çıkıyorlardı. Tam olarak ne istiyorlardı, öfkeleri kimeydi, bilmiyordum. Uzak akraba, belki akraba bile olmayan tanıdık birilerinin düğününe gitmiştik. O zaman bütün düğünlere gidilirdi, soğuk bir kış günüydü, düğün salonu kalabalık, favorili erkekler, apartman topuklu kadınlar pistte “mavi boncuk kimdeyse benimgönlüm ondadır” diyor, aksak bir ritimle dans ediyorlardı. Bir süre sonra müzik durdu, daha önce duymadığım yavaş bir parça çalmaya başladı. O bildiğimiz, en azından bu gece evlenen o iki kişi arasındaki aşktan bahsetmeyen bir şarkı, “Dışarda deli dalgalar gelir duvarları yalar…” Pist ikiye yarıldı, kadınlar kenara çekildi, erkekler ellerine geçen ilk tahta sandalyeyi birbirlerinin kafalarına indirmeye başladılar. Bir ara gözüm yakasında gelin çiçeğinden küçük bir buket taşıyan damada takıldı, ters dönmüş iki sandalyeye kollarını dayamış oturduğu beton zeminde ağlıyordu. Bugün dahi insanları düğünlerinde ağlatan, çocukları korkutan, kadınları eril bir ızdıraba sürükleyen, vasat adamların yaptığı siyasete ne bir ilgim ne de özel bir merakım var. Bu cümleyi kurabilmek için uzun yıllar bekledim. Güncel siyasetle dedim önce, işte onunla ilgilenmiyorum, yoksa tarihini, yani siyasetin tarihini acayip bilirmişim gibi.
Not: Toplumsal çalkantılar, haklar, özgürlükler adına toplu hareketler, başkaldırılar, çocuklarımızla katıldığımız anmalar ve eylemlere dikkat kesilirim. Üstelik dünyanın neresinde olursa olsun. Ataerkilliğe karşı verilen mücadeleden şükürler olsun ki, etkilenmiş bir kadınım. Bugün dahi, sembolik yoklamalarda adını haykırdığımız ve hep beraber gıyabında “yok” diye bağırdığımız, öldürülen kadınlar için meydanlara çıkmak “kişisel olan politiktir” diyebilmek benim için devrim gibi bir şey. Bana binbir metaforla tepki gösterme yollarını öğreten feminist düşünceye çok şey borçluyum. Ups! Bu not uzun olmuş.
Kahve yoktu ama kimin umurunda, menengiç vardı, tüpün yokluğu sıkıntıydı. Kimin hangi partiye oy verdiği bilinir, babalar oy verdikleri partilerin liderlerine benzerlerdi. Eğer çocuklar oy kullansaydı 78 kışında ya da 79 hatırlamıyorum şimdi. (Hep) başbakan Süleyman Demirel açık ara kazanırdı. Çünkü o yıl sömestr tatilini, tek damla kar görmemiş bizim için bile hava şartlarını sebep göstererek on gün uzatmıştı. Öğretmen teyzelerimin Bülent Ecevit‘e oy vermeleri olağan bir şeydi çünkü onlar “cevap” yerine “yanıt” der. “İmkansız” demez. “Olanaksız” derlerdi. fakat komşu teyzenin 12 Eylül sabahı ağlayarak bize gelmesi ve daha merdivenlerin başında Alparslan Türkeş diyerek yere yığılması çok acayipti. Kalın kaşlarının altından o sert bakışlı, dikte edici, gülmeyi bırak gülümsemeyi bile bilmeyen o lider modelinin bizim dünya tatlısı, gündüz düşleriyle yaşayan komşu teyzemizle ne alakası olabilirdi. Şeker kız Candy, Heidi bir de bütün ülkede annesini arayan Latin Amerikalı bir çocuk vardı, ismi Marco. Annesini bulmuş muydu, belki son bölümde kavuşmuş olabilirlerdi ama her bölümde yeni bir kente gelir, orada onu bekleyen macerayı yaşıyla yaşadıklarını bir türlü aklım almasa da, her hafta merakla beklerdik. Demek ki daha o yıllarda bile kıt bir hayal gücüm varmış. Tamam peki! Dallas‘ı da seyrederdim, San Fransisco Sokakları‘nı da, hatta sınıfsal bir şeyin ne demek olduğunu anlamasam da ilk tohumlarının atıldığı İngiliz dizisi Aşağıdakiler ve Yukardakiler‘i de. Biz dört kardeş, televizyonun baş köşesinde durduğu salonda yatardık. Akşamları yatak, sabahları koltuk olan somyalar vardı, altları boş. Onlardan birinin ayakları dibine yüzükoyun uzanır, oradan bakardım televizyona, böylece öpüşme sahnelerinde bizimkilerle yüz göz olmazdım.
Not: Günler bir türlü bitmek bilmez, çok uzun sürerdi, yıllar da yavaş. Tam “Acelen ne Firuze?” modundaydım. Hafta sonları gelmek bilmezdi bir türlü. Cumartesileri de, okulun öğlene kadar olduğu Cumartesinin yalancısı Çarşambaları da çok severdim.
Gereğinden fazla üzülmek, içine düşmek, oflamak, depresif olmak yasaktı benim çocukluğumda. Diyelim ki bir kutu boya kalemi kaybettin okulda ve eve ağlayarak geldin. Ay başına kadar bekleyeceksin ve ağlamayı kesecek, idare edeceksin. “Canım sıkılıyor,” demek bile hoş karşılanmazdı. Sıkılan canı eğlemek senin işindi, tebliğ edilemediği gibi delege de edilemezdi, kızardı annem. Neyimiz eksikti, her şeyimiz vardı. Şükretmeyi mi bilmiyorduk? Gün bugündü, saat bu saat, Allah kerimdi ve biz keyfimize bakmalıydık. Ha keyif dediysek onun da bir sınırı olmalı, fazlası olmamalıydı, çünkü çok sevinmek, uzun uzun gülmek, kıkırdamak (hele de yüksek sesle), boğuşmak da hayra alamet değildi annemin gözünde. Ne kadar normal o kadar iyi, ne kadar tutkusuz o kadar güvenli. Öyle her şey her yerde söylenmez, sevgiden hele aşktan, ulu orta yerde bahsedilmezdi. Öküz altında buzağı ararlardı yoksa. Buzağıyı arayan bu kötü niyetli insanlar kimdi ve nerede yaşarlardı? Dolapların içinde mi, ağaç gölgelerinde mi, duvar diplerinde ya da kışın yazlık, yazın kışlık ayakkabıların içinde mi? Neredeydiler? Ayıpların en büyüğü laf dinlemek, yetişkinlerin lafına karışmaktı. Söz tasarruflu kullanılmalıydı. Ne hikmetse, dünya soğuyalı beri çocuklar böyle kandırılmıştı.
Not: Hala fazla konuştuğum zaman utanırım.
Yazmaya heves etmem de belki bu yüzdendir. Annem yazma konusunda hiçbir kısıtlama getirmedi. İstediğiniz kadar yazabilirsiniz filan da demedi ama zaten maharet de bu değil miydi? Onun söze getirdiklerinden çok getirmediklerini anlamak, bir göz işaretiyle misafire kahve yapmak, ağız büzüşüyle hafifçe kaykıldığımız koltukta derlenip toplanmak, çatılan kaşı, büyüyen gözleriyle çay bardağının boşladığını görüp atmaca gibi uzanıp “bir bardak daha alır mısınız?” demek, gerektiğini bilirdik. İlerleyen yaşlarımızda biraz rahatladık, yeri geldi yüz göz bile olduk ama azıcık. Mesela samimi, eski bir komşumuz filan hanım teyzeyse kahveye gelen, annemin ezbere bildiğimiz, mors alfabesinden daha evrensel tiklerini anlamamış gibi yapar, n’oldu anne, ne istiyorsun filan der güldürürdük onu.
Not: Artık yapmıyoruz, bayatladı bu espiri.
Suçlarımız pek nadir babama anlatılır, onun bir şeyden genellikle pek haberi olmazdı. Özellikle kadınlar arasında kalması gereken mahrem mevzularda.
Not: Babam bizi “anneniz geliyor” diye tehdit eder, pek de talip olmazdı bu terbiye meselelerine.
Daha 12 yaşındayım, ablamdan bana kalan bir sütyenim var, yeni yeni memelerim gün yüzüne çıkmaya başlamış, bazen unutuyorum miras sütyeni takmayı. Alışmamış şeyde durmayan don misali ve öylece çıkıyorum sokağa, tişörtümün altındakiler de fora. Sokaktaki erkek cinsinden olanların da gözü kaydıysa misal o iki biçareye ya da gözlerine girdiyse yanlışlıkla vay halime, ablama şikayet ederdi beni, sanki yanlarında değilmişim ve bir üçüncü şahısdan söz ediyormuş gibi. Böylece kendisiyle yüz göz olmadan dersimi alırdım. Alırdık. Taktik bu! Bir de baş başa olanlar vardı ki, tam bir kabus. Haftalık banyo günleri. İki bacağının arasına alıp oturduğu iskemlenin önünde tam da saçıma sabunu sürdüğü an başlardı ve kaçmanın imkanı olmadığı, annemin kuvvetli hafızasında bir haftalık suçlarımın, adımın yazılı olan listesine başladığı andı o an. Annem akıllı kadındı ve çocuk eğitiminden anlardı. Allah’a çok şükür hepimiz “normal” olduk. Hiç birimiz ele güne karşı rezil olmadığımız gibi Guinness rekorlar kitabının, bizim küçük kasabamızın çakma listesine dahi giremedik. Girmeye cüret bile etmedik. Allah’ım nasıl söz dinleyen çocuklardık, munis, munis.
Not: ablam ölmedi, memeleri büyüdüğü için kaldı sütyen. Miras deyince yanlış anlaşılmasın diye.
İlokul 3. Sınıftayım, ilk ve son baş rol teklifimi almışım. O zamanlar bilmiyorum tabi bunu, yoksa değerlendirir ne yapar eder o sahneye çıkardım. Okul piyesinde Vatan Yahut Silistre’nin Zekiye’sini oynayacaktım. “Derslerinden kalırsan ya!” dedi, gittim öğretmene “annem diyor ki…” dedim. O yüzden Berkshire College ne burslar verdi de almadım.
Not: Çukurova Üniversitesi’nde okulu 6.5 yılda bitirdim. İyi ki de öyle oldu, canım okulum, canım Adana…ne güzel yıllardı.
Ne diyordum? Ha! Ama Allah var, 2. Yıl girdiğim üniversite sınavında, benim mezun olduğum lisede başvuru formu kalmayınca akşam vakti, ben evde ağlarken annem, kasabamızın diğer lisesinde müdür olan uzak bir komşunun evine gitti. Müdürü de tanıdığından filan değil, başka bir yakın komşu müdürün kayınvalidesiyle gün arkadaşıymış, oradan biliyor. Ertesi gün, Meral abla, müdürün karısı, formu evimize kadar getirdi de hepimiz rahat bir nefes aldık. Hala duacıyız kendilerine.
Not: İlk yıl Üniversite sınavını kazanamadım, ananem polislik sınavlarına girsin dediği gün kapattım kendimi odaya, çıktığımda artık bir üniversiteliydim.
Annem beni sağ salim kocama teslim ettiği gün, kazasız belasız. Bunun ne demek olduğunu o zaman da biliyordum ama anneme bu konuda hiç şaka yapmadım. Çok sevgili bir arkadaşım “ilk öpüştüğüm erkekten başladım, ne var ne yok anlattım anneme” dedi bir gün. “Ay ne diyorsun F” dedim, benim bunu yapabilmem için annemin, Allah saklasın, alzhemier olması lazım ki on dakika sonra unutsun!” Neyse, annemin duaları makas değiştirdi. Hayırlı bir kocanın yerini hayırlı bir evlat aldı.
Not: evlat konusu ilerde.
Annemin başka hangi sözlerini dinlemedim, sayamayacağım şimdi ama öğretmen olmam için üzerimde kurduğu baskı bir işe yaramadı. İktisat fakültesinde okurken bile yalvardı, pedagojik formasyon alabilmem için. Ne vardı alsaydım, fena mı olurdu şimdi ama inat ettim işte, sanki hemen kolumdan tutup bir sınıfa sokacaklardı beni, içerde kırk tane yeni yetme başıma üşüşecek yukardan düşmüş bilinmeyen yabancı bir objeymişim gibi oramı buramı çimdikleyeceklerdi. İşin şakası elbette. Öğretmenlikten korktuğumdan değil de…ben iş kadını olacaktım. Öğretmenlik çok göz önünde olmaktı benim için, annemgillere yakın olmak, ne bileyim ulaşılabilir olmaktı onlara, ya da onların bana. Ben gitmek istiyordum, gözüm daha antin kuntin, havalı mesleklerdeydi. Cv’imde seyahat engeli yoktur yazmalı, it ayağı yemiş gibi gezmeliydim. Nerden bu hayalin peşine düştüysem artık, daha ilk günden başıma dert oldu. Sofradayız, akşam yemeği yiyoruz. Kırmızı retro bir masamız var, köşesi ütü yanığı. Etrafında toplanmışız. Dilim sürçtü, “ben büyüyünce hayat kadını olacağım” dedim, iş kadını yerine. Dokuz bilemedin on yaşındayım, hayat kadını ne demek bilmiyorum ama annem ve babamın yüz ifadesinden kötü bir şey, olmamam gereken bir şey olduğunu anladım.
Not: Babam o güzelim mavi gözlerini tavana dikip, engel olamadığı, hırıltı gibi çıkan bir sesle güldü ama annem, tahmin edin ne yaptı?
“Kadın için en iyi meslek öğretmenlik Yıldız hanımcığım, yarım gün evdesin ve evinin kadınısın aynı zamanda.” Yıldız hanım teyzenin kızları da, ben ve ablam da bu dialoglarla büyüdük -psikanalistler buna bilinçaltı yerleştirme diyorlar. Ben evimin kadını filan olmayacaktım, sanırım tam da konu buydu. O zamanlar ilköğretim 8 (sekiz) yıllık değildi. Annem de sanırsam ilkokul öğretmeni olmamı istiyordu. Zira bana şu mühim formu getiren hanım ilkokul öğretmeniydi, Meral abla. O günden beri annemin idolü, benim de hakikaten rol modelimdi ama, o evinin kadını meselesi, Meral ablanın göklere çıkarılan tertibi, düzeni ve sakız gibi beyaz masa örtüleri…dinledikçe içimi sıkıntı basardı.
Not: Acaba Meral ablanın çocukları ders çalışırken silgi artıklarını nereye silkeliyorlardı?
Neyse, olmadı işte! Annem bir türlü küçük kızına anlatamadı. Ama Yıldız Hanım teyzelerden bir, bir de bizden, iki öğretmen çıktı. Beşte iki hiç fena değil.
Not: Bizim öğretmenler ablam ve güzeller güzeli N. İkisi de çok iyiler, onlarla gurur duyuyorum.
Annemden gizli kitap okurduk. Kitap okumamıza karşı olduğundan filan değil, hatta açık ve aleni olmasa da bundan gurur bile duyardı. Mahallede bizden yaşça küçük çocukların ödevlerine annem de babam da yardım ederdi. Onlara fısır fısır bizi örnek gösterdiklerini duyardık. Her şeyin fazlasının yasak olduğu bizim evde fütursuzca okumak, kitapların içine düşmek de yasaktı. Bu arada elbette kitaplar derken ders kitaplarını kastetmiyorum, roman okumaktan bahsediyorum. En çok sevdiğim şeylerden biri sabah uyanır uyanmaz akşam yatarken bıraktığım yerden kitaba devam etmekti ama yatakta oyalanmak da ne mümkündü. Günlük işerin ucundan bir an önce tutmak, hayata karışmaktı esas olan. Kitap okumanın da bir yeri ve zamanı vardı.
Not: Bazen annem, hayatın sahip olmadığı rasyonelliği yanlış yerde aradığımız Kemalettin Tuğcu kitaplarımızdan yürütür, okurken ağlardı.
Yatak demişken, sabahları fazla uyumak da evimizin yazılı olmayan kuralları arasındaydı. Akşamları istediğin kadar erken yatabilirdin, o serbestti ama sabah geç kalkamazdın. Ananeme gittiğimiz, her seferinde bir tarafını yaptırdığı evinin, misal odanın birini boyattığı, elektrik kaçıran buzdolabını yenilettiği veya banyoya klozet koydurduğu yüksek tavanlı briket evinin ezeli hasmı, huysuz yan komşusunun “bu tarafa pencere açamazsın!” yasağı üzerine karanlık, bombeli, tek taraflı koridorunda ayak bileğine kadar inen desenli sabahlığıyla daha da iri görünen şeker hastalığından muzdarip cüssesini bir elinde boş kahve fincanı, diğer elinde ocaktan yeni aldığı cezveyle sürüklerken, evi taze çekilmiş kahveyle yaptığı o tanıdık kokuyla doldururdu. Ay çok uzun bir cümle oldu ama ananemi bir ama uzun bir solukta anlatmanın tek yolu buydu. Andımızı içmek gibi. Neyse, yaz günüyse kahvesini balkonda, kış günüyse koridorun sonundaki misafir odasında içer, dönerken de hala yataklarından çıkmamış olan biz çocukların duyabileceği şekilde “iki eşeği olan birini sattı yedi, siz daha yatın” derdi. Burada yanlış anlaşılma olmasın lütfen. Yenen eşek değil, satılan eşeğin parasıydı. Hadi anane ya! Daha bakkallar bile açılmaz o saatte. Belki simitçi fırınları.
Not: Hala, “bırak, biraz daha uyusun,” diyen annelere az hayret, az imrenme, az hasetle bakar, şaşar kalırım.
“Erken kalkan yol alır, erken evlenen döl alır.” Bu özlü sözü öğretmen olarak ilk tayini Gümüşhane’nin Kelkit ilçesinin Babakonağı köyüne çıkan ablamın komşusu söylemişti. Beni fazla yaşlı bulmuş olmalı ki o sene kazandığım üniversitenin hazırlık dahil beş sene olduğunu duyunca, elini ağzına götürüp hayretle çıkan sesini bastırdı ve “5 yılda beş uşağın olur” diyerek bana acıyan gözlerle baktı. Otuz dördüme geldiğimde herkes rahat bir nefes aldı çünkü evlendim. Bu evlilik meselesi sahiden bir kadın meselesi, etrafımda “daha sen öyle duruyor musun?” diye soran erkek cinsinden kimse olmadı. Sanki onlar yani koca adayları gölde hiç bir şeyden habersiz, alık alık yüzen bir balıktı da, tutup da kendimize koca yapmak bizim marifetimizdi. Evlenmemek, evlenememek kadının suçuydu, beceriksizliği ya da. Ordalar işte, doğru yeri ve doğru anı yakalayıp tutacaksın birini, evet kaygan ve pullular ama marifet de o ya, kaçırmayacaksın!
Şimdi benim bir kızım var, kuzguna yavrusu misali, güzel bir çocuk ve ona istemesi şartıyla her şey serbest ama erken kalkıyor. Artık kaçıncı kuşaktır gelen bir alışkanlıksa genlerine işlemiş, çocuğun. Erken de yatıyor, zınk diye sabahın yedisinde ayakta. Bizimkilerin birinin ruhuyla geri mi döndü, ne yaptıysa artık.
Söyledim ya, istesin yeter! Piyano mu çalmak istiyorsun hay hay! Daha ikinci derste öğretmen nemlenen gözlerini kırpıştırarak “ay bu çocuk çok yetenekli” der demez, öğretmenin tamamen içten gelen duygularına eşlik ediyor -kokusundan anlıyor çünkü, yedi kuşak hiçbir atada dedede müzisyeni bırak şarkı mırıldanan bile olmadığı halde üçüncü derste öğretmen eve gelmeye başlıyor, çünkü artık evde bir piyano var.
Not: Aylardır piyanoya sadece ben dokunuyorum. Hayır çalmak için değil, tozunu alıyorum.
Koroya mı katılmak istiyorsun? Tamam. Okul gezisi mi? Tabi ki! Çok gezen mi bilir çok okuyan mı? İkisi de olacak benim kızım.
Bu arada kısacık yine anneme döneceğim. Bir gün üniversitedeyim, dans içimde bir ukte, filmlerden filan. Halk oyunları kursu açıldı o sene okulda, istediğim tam olarak böyle bir şey değildi ama olsun, o da olur. Dans olsun da. Neyse ben hemen katıldım. Bir süre sonra seçmeler olacak ve ben seçilirsem Ankara’ya gideceğiz bir yarışmaya artık ne yarışmasıysa hatırlamıyorum. Ankesörlü telefondan annemi aradım heyecanla, benimle gurur duysun mu istiyorum nedir? “İnşallah seçilmezsin,” dedi, “ne işin var oralarda, sen derslerine çalış.”
İşte biz bu çocuğa hiç “hayır!” demedik. Oooo çok masraflı, olmaz filan da demedik, ne yapabiliriz, bir bakalım” dedik. Ne var ne yok her şeyimizi onun emrine amade ettik. Zamanımızı, ilgimizi, tabi ki o çağıl çağıl çağlayan, yeri geldiğinde yemeklere tuz yerine de koyduğumuz, yeri geldiğinde emojilerle süslediğimiz koşulsuz sevgimizi..
Ama şöyle bir güldü mü ev çınlasın istiyoruz kahkahadan, yok! Bir surat, bir can sıkkınlığı, olur olmaz yerde nükseden iç sıkıntısı, göz yaşları..hazırda bekliyor, her an her zaman akmaya hazır.
Şimdi ben de dua ediyorum ona, iyi insanlarla karşılaşsın, rehber bilge anneler olsun etrafında diye, okuyorum, araştırıyorum, konuşuyorum onunla, öğüt ya da tavsiyede bulunmamak için kırk takla atıyorum. Aman psikolojisi diyoruz. Aman, ayarı bozulmasın.
Geleceğini düşünüyoruz, üni parası biriktiriyoruz Amerikan filmlerindeki gibi. Parlasın istiyoruz, güneş gibi olsun, etrafında dönülsün. Ama, ya o dönmek istiyorsa?!
Eskiden çok eğlendim diye gelirdi okuldan, şimdi lisede. Ne eğlence kaldı ne heves. Ergenliktir, bu da geçer elbet. Zaten okul da kalmadı, online.
Çok yese panik oluyoruz. İştahlı mı? Yoksa boşluk mu dolduruyor? Veyahut yemese yine telaş, nevrotik olandan mı yoksa, hani anoreksiyanın?
Sen duydun mu hiç kusma sesi, doktoru sordu da, tamam ilk nöbet sende. Mutfakta çalışıyor muş gibi yapalım, buradan öğürtü sesi filan her şey duyulur!”
Ah! Anne ya!! Biliyorum elinde değildi…biliyorum elimde değil, her birimiz ağırlıklı olarak başkasından ve başkalarınadan oluşuyoruz. Bizimle de başlamadı, öyle di mi? Aile dizilimi?
Eğer yazıyorsanız bu mutlaka başınıza gelmiştir. Zihninizden kelimeler nazlanmadan akar, yerini bilir ve gelen diğerini çağırır, zahmetsizce betimlemeler yaparsınız. Gördüğünüz yaşlı bir teyzenin eprimiş tüvit mantosundan şahane imgeler yaratırsınız amasiz o sırada markette kasa kuyruğunda, teyze de sizin önünüzde elinden geldiği kadar yavaş sepetini boşaltıyordur. Ya da sokakta yürüyor, metroda ineceğiniz durağa yaklaşıyor olursunuz. En kısa zamanda masaya oturur kağıda ya da bilgisayar ekranına dökmeye çalışırsınız o kelimeleri ama inat eder gelmezler. Kağıt kalem elinizde bahtsız bedevi gibi öylece beklersiniz. Ne yapsanız olmaz artık.
Opera Garnier, Paris
Düşünürken kullandığımız dille yazmaya bilinç akışı tekniği deniyor. Virginia Woolf’un Mrs Dalloway’ini okurken bu teknik görece kolay göründü gözüme ve denemeye karar verdim. Cahil cesaretim sen çok yaşa.
İşte başlıyorum. Bir saat zamanım var. Kalemi kaldırmadan haldır haldır yazmakla karıştırıyor olabilirim ama ilk deneme için iyi bir yöntem.
You Tube dan bir kaç video seyretmiştim. Bir süredir de ev işleri yaparken bilirsiniz işte ütü, bulaşık, çamaşır filan kulaklıkla kitap dinliyorum, işlerin ruhu hafifliyor. Bir gün Orhan Pamuk’un Sessiz Evi’ni dinledim. Bilerek değil tesadüfen seçmiştim ve Pamuk da kitabında bilinç akışı tekniğini kullanmıştı.
Dinlemek okumaktan daha çok işe yaradı. Belki de elim işte kulağım seste olduğu içindir. Ama radyo dinlerken aynı şey olmuyor, bir süre sonra ilgim dağılıyor, konuşmaları takip edemiyorum.
Bugüne kadar bu teknikte yazılmış en bilinen ama en az okunan, otuzlu yaşlarımda kırkıma, kırklı yaşlarımda da ellilerime havale ettiğim Ulysses için mevzu bambaşka. İlk yirmi sayfadan sonra karar verdim; hipnozla filan ancak okurum herhalde.
Elena Ferrante’nin Belalı Aşk’ına gelince, ince bir kitaptı ve görece daha kolay oldu. O zamanlar Ferrante’ye duyduğum tutkulu aşk yeni başlamıştı ve reçete bile yazsa okurdum.
Ne diyelim? O zaman elde var bir; en azından benim için bilinç akışı tekniğiyle yazılmış kitapları dinlemek okumaktan daha kolay.
Ya yazmak? Yapmak istediğim ya da yapmaya niyetlendiğim şey yazmaktı ama gördüğünüz gibi müdürünün mazeret iznini fırsat bilen yardımcı müdür gibiyim bir kere kapmışım mikrofonu vermek istemiyorum. Söyleyecek bir şeyim olsa bari.
Eğer yazıyorsanız bu mutlaka başınıza gelmiştir. Zihninizden kelimeler nazlanmadan akar, yerini bilir ve gelen diğerini çağırır, zahmetsizce betimlemeler yaparsınız. Gördüğünüz yaşlı bir teyzenin eprimiş tüvit mantosundan şahane imgeler yaratırsınız ama siz o sırada markette kasa kuyruğunda, teyze de sizin önünüzde elinden geldiği kadar yavaş sepetini boşaltıyordur. Ya da sokakta yürüyor, metroda ineceğiniz durağa yaklaşıyor olursunuz. En kısa zamanda masaya oturur kağıda ya da bilgisayar ekranına dökmeye çalışırsınız o kelimeleri ama inat eder gelmezler. Kağıt kalem elinizde bahtsız bedevi gibi öylece beklersiniz. Ne yapsanız olmaz artık.
Bir kaç gün önce sabah ritüellerimden birini yapmak üzere evdekulaklığımı taktım. Çamaşır mı seriyorum, sebze mi doğruyorum ne yapıyorsam artık, bu arada dışarda kitap dinlemem sadece evde, neyse J. D. Salinger’in Çavdar Tarlasında Çocuklar’ını dinliyorum. Bana gene bir haller oldu. Sanki kitap bir yerde dursa ve Salinger bana sen devam et dese tamam diyecek, ordan yürüyecektim.
Ve Salinger’le beraber bir şey daha oldu. Belki o yüzden de bu kadar yükselmiş olabilirim. Bilinç akışı tekniğiyle yazmak illaki dram demek, depresif bir ruh hali, kötü bir mod, acılar filan demek değilmiş. Yani şöyle sanmıştım; insanın düşünürken doğası gereği kaçınılmaz bir şekilde içi kararacak, hep kötü şeyler gelecek aklına ve ordan şimdiyle geçmiş arasında derin kuyulara girip çıkacak. Meğer öyle bir zorunluluk yokmuş bu akan şeyi yazarken. Çavdar Tarlası komik, samimi, güldüren bir kitap, kimseye kızmıyorsunuz. Kimsenin kahraman olmak gibi bir niyeti ya da isteği yok. Üstelik yayımlandığı 1951 Amerikasında ahlaka aykırı bulunduğu için sansürlenmiş. 78’de liselerde okutulurken komünizm propagandası yaptığı için tekrar tü kaka oluvermiş. Olaylar ana karakterin yatılı olarak okuduğu okuldan atılmasıyla başlıyor ve kendi kafasına göre çıktığı üç günlük yolculukla devam ediyor. Karaktere göre modern çağın insanları mutsuz, yapmacık ve sığ, o da bu insanlardan kaçmaya çalışıyor. 17 yaşındaki Holden’i dinlerken eğleniyorsunuz ama onun yaşında olsam eminim daha çok eğlenirdim. Herneyse, bu kategori dışı kitap biraz daha kapsamlı anlatımı hak ediyor diye uzattım yoksa niyetim bir kitap incelemesi yapmak filan değildi.
Yine de biraz bekleyince, normalleşince yani, rasyonel aklımla düşünüyor ve bu teknikle roman yazmanın, yani sanki daha önceden kurgulanmamış bir yerden roman çıkarmanın mucizevi sonucuna cahilce hayret ediyorum. Yine mi güzelim ne?
Belki de bilinç akışıyla kitap yazmak benim tarzım değil. Neyse, şimdilik düşünürken kullandığım dille yazmaya devam ediyorum.
Ben düşünmeye başlayacağım. Ya da kendimi düşünürken yakalar yakalamaz bilgisayarın başına geçip kendi kendimin sekreteri olacağım. Yazarken düşünecek miyim ya da düşünürken yazacak?
Bir yerden başlayalım o zaman. İmgeleme denilen şey benim oldu bitti kafamı kurcalar, imgelemek hayal kurmak mı? Duyduğum ya da okuduğum bir şeyi kafamda canlandırmak mı? Olmayan bir şeyi oldurmak, yani hayal gücü mü? Zihnimde, düşüncelerimle beraber akıp giden her şey benim imgelemim olabilir mi?
Resepsiyonda duran paketler ne kadarı bana ait? Hiç film, dizi, televizyon seyretmeseydim tüm imgeler benim olur muydu?
Gözlerim kapanıyor, kahvaltıda yediğim kırma zeytinli salataya bir diş de sarımsak koymuştum ondan mı oldu, tansiyonum mu düştü acaba ya da bu bilinç akışı denen düşünce dilini hafife mi aldım.
Bir türlü konuya giremiyorum. Hazineye ulaşmak için sandığı açıyorum, içinden bir tane daha çıkıyor.
Daha resepsiyonu bile geçemedim, kayıt da yaptırmadım, odamın anahtarını almadım. Merdivenlerle ya da asansörle çıkmadım, odam hangi katta bilmiyorum. Bavulum var mı, varsa ağır mı? Kabin boy mu, kaç günlüğüne geldim onu da bilmiyorum. Tersten işleyen bir şey olsa bari, bak buna bayılırım. Yani tersten varılan şeylere, her geçiş bana yeni bir bölüm olarak gelse. Kendi kafamdaki filmi seyretmek üzere sinema koltuğuna oturmakla başlasam. Filmin sonuna kendimle beraber şaşırsam mesela.
Olmadı bir kayanın üstünde erken baharın, Mart güneşinin altında gevşedim biraz hepsi bu kadar der bir daha denerim.
Bir de Anthony Burgess’in yazdığı Otomatik Portakal vardı ama kalkamam şimdi.
Ama kalıcı değildik, yabancıydık. Kasabanın yaşlı, bilge kadınları biliyordu ve kulaktan kulağa yayıldı. Bir gün geldiğimiz gibi gidecek ve unutacaktık.
Zaman vaat ettiği gibi farkettirmeden, gökyüzündeki bir nehir gibi akıp gitti. Günler uzadı önce, geçmek bilmedi. Sonra yıllar beşer onar atlayarak geçti. Rüyalarımı hatırlayamaz oldum, incecik bir ipin izini sürdüm, zihnimle oyunlar oynadım ama kandıramadım. Belli belirsiz görüntüler yanıp söndü, puzzle yarım kaldı.
Annemin dikiş makinasının sesiyle uyandım, çift kişilik bir çarşafa piko çekiyordu, kızkardeşine çeyiz hazırlıyor. Sandık lekesi olana kadar saklanacak bir çarşaf daha. Yakında hazır nevresim takımları çıkacak, kolayca geçirilen lastikli çarşaflar ve bu bi çare gün yüzü görmeden tedavülden kalkacak.
Beyaz çarşafın üzerinden atladım ve dışarı çıktım. Sabah serinliğinden nasibini alsın diye makina girişte, salonun avluya bakan kapı ağzındaydı. Annem refleks bir hareketle makinasından beton zemine kadar uzanmış çarşafı bir nedime edasıyla benden korudu. Annemle bir an göz göze geldik ya da bana öyle geldi.Günaydın filan hak getire, bir geminin makina dairesinde uyanmış gibiyim. Birbirimizi duymuyoruz.
Tek katlı evimize çıkan merdivenlerde öylece dikiliyorum. Gözlerimle sokağı taradım, kimsecikler yok. Babamın bize karne hediyesi olarak aldığı bisiklet kaç gündür dayandığı duvarı bekliyor. Ne ben ne de benden küçük iki erkek kardeşim otuz santim daha uzamadan orda beklemeye devam edecek. Teneke kutulara ekili ful çiçeklerinin kokusu soluğuma karıştı. Bir at arabası geçti sokaktan, arabacı alnında biriken teri dirseğine kadar sıvalı koluyla silerken geriye doğru kayan, şalvarıyla aynı renkteki kasketinidüzeltmedi. Bir elinde topladığı koşumları tekrar iki eline paylaştırdı. Hiç acele etmeden, tırıs giderken yokuş aşağı hızlandı. O tarafa giden her şey geri döner. Arabacı da birazdan yüklendiği un çuvallarıyla sokak kapısının önünden tekrar geçecek. “Deehh!!” diyerek kırbacını atın sırtına savurdukca avlu duvarının arkasında, ağırlaşmış yüküyle yokuş yukarı çıkmaya çalışan atın, patinaj çeken toynaklarının sesi gelecek.
Kadınların eteklerinden çayın bulanık suyu damlıyor, kilimi tutan elleri kaygan, korsesiz, oynak, ağır kalçaları şaşkın.
Merdivene oturdum, dağın gölgelediği toprak avlu, sulama arıklarına yakın bir kaç akşam sefası dışında tütün sarısı bir tozla kaplı.
Sinek ısırığı bacaklarıma batan şeyleri parmaklarımın arasında sertçe ufaladım, beton zeminin çatlaklarından kopmuş parçalar avucumu beyaz bir tozla doldurdu. İki elimi birbirine vurarak silkeledim ve kalanı elbisemin eteğine sildim. Bu elbiseyi ne zaman giysem banyo gününe kadar dayanmaz, hemen kirlenirdi. Limon sarısı bir elbiseydi, etek ucundaki farbalası ve yakasından kıravat gibi uzanan detayı tüylü bir çağla gibisoluk yeşildi. Kiri gösteren elbisem her yıkanmada bir parça lekeyi silik bir anı gibi biriktirirdi üstünde.
Kırçıllı bir kilim, belki keçi kılından dokunmuş, içinde yatan adamın bacakları gibi kıllı. İskambil kağıdı büyüklüğündeki kare desenleri var, tam saymalık; yukardan aşağıya, soldan sağa. Siyah-beyaz, siyah ama tam beyaz değil, kirli beyaz.
Koltukları, buz dolabını, tel dolabı, ahşap, bir sanat eseri gibi ince kıvrımlara sahip minik ayaklarını gazete kağıdıyla desteklediğimiz büfeyi babam yokken, komşular avluya indirdiler. O, yeni tayin olduğu bankadan geldiğinde kamyon boşalmıştı. Yerleşinceye kadar her kırılan şey için annem, eşyaların başında durmayan babama söylendi durdu. “odacı getirseymiş anahtarı” dedi. Yeni komşularımız sandığım hamallar da kamyonla beraber gittiler. Bizi karşılamaya ne meraklı bir çocuk bakışı ne de hoşgeldiniz diyen tek bir komşu kadın gelmedi, sokak kızgın bir boğa gibi burnundan soluyan güneşin altında terk edilmiş gibiydi. Portakal ağaçlarının arasından görünen komşu avlularda paslı sandalyeler, içi kumla dolmuş plastik leğenler,oyuncak bir kamyonun kırmızı plastik kasası ya da bedeninden kopmuş bir bez bebeğin kolu küskün, sıkıntılı bir aldırmazlıkla bize baktı. Bunlarla oynayan çocukları merak ederek geçirdik ilk bir ayımızı. Sonra annemin dediği gibi oldu, okulların açılmasına bir hafta kala geldiler. Avludan çıkmadan, seslerin geldiği yöne baktık. Komşularımızın traktör römorklarından inen eşyalarını, sokağın asıl sahiplerini, elma yanaklı gürbüz çocuklarını merakla seyrettik. Kadınlar ayaklarının tozuyla ayak üstü uğradılar; “yayladan getirdik” dediler, en taze dağ meyvelerini, sebzeleri ikram ettiler. Bu sayılmaz oturmaya da geliriz diyerek bir koyunun ağır, yağlı kuyruğunu andıran çiçek desenli şalvarlarının içinde geldikleri gibi hızla gittiler. Sonbahar geçti, kış geçti bahar geldi, yağmurlar yağdı, çayın suyu çoğaldı, balıklar oltayla tutulamayacak kadar bereketlendi.
“Oğlum ne uğraşıyorsun böyle tek tek. 100 volt elektrik, iki saniyede serseme dönerler şerefsizim!! Elektriği de değirmenden alırız, ohh!! Bak gör, bir batımda gelsin sazanlar, sonra mı sonrasında ziyafet, soğan, domates, salatalık, karpuz..bir de küçük açtık mı yanında..”
Sulama kanallarının başladığı yerden, çayın kenarındaki sazlıktan bir ses geldi, boğuk, yakıcı bir çığlık! Yüzlerce ölü balıkla yüzüstü yatarken buldular onu. Çayın üstündeki demir köprüden geçenler durup baktılar, önce anlamadılar, delikanlıyı sazanlarla “kim daha çok su üstünde duracak” oyunu oynuyor sandılar. Kadınlar yokuş başındaki un değirmeninden aldıkları eski kilimden bir ambulans yaptılar.
Küçük kızın “bir maniniz yoksa annemler size gelecek” haberinden hemen sonra annem hazırlanmaya başladı, evi temizledi, bizi “kirletmeyin, oraya basmayın, burdan geçmeyin” diye bol bol azarladı, bakkala gönderdi ve yanlış ya da çürük aldığımız her şey için babama çıkıştı. İsimlerinin sonuna “hanım” koyduğu misafirlerine yaptığı pastaları nezaketiyle ikram etti.
“Bilmem ne hanım lütfen bir bardak daha alır mısınız?” “Yoo hiç rahatsız olmayın, kocam daha gelmez.” Aaa ne zahmeti”, “siz nasılsınız?” “Beyim de çocuklar da iyiler sağolun,” “yumurta koymadım, kulak memesi kıvamına gelinceye kadar sütün kaymağıyla yoğurdum”
Küçük kızlar evcilik oynarken anneme, yeni gelen memurun karısına öykündüler. Kadınlar ondan tarif almadan misafir ağırlamaz oldu, siyah önlüğümün üstündeki beyaz yakam nasıl bu kadar beyazdı, babam sağolsundu, beyefendi adamdı, onların çocuklarının ödevlerine de yardım ediyordu. Biz de ne kadar çalışkandık ve tebiyeliydik. Ama kalıcı değildik, yabancıydık. Kasabanın yaşlı, bilge kadınları biliyordu ve kulaktan kulağa yayıldı. Bir gün geldiğimiz gibi gidecek ve unutacaktık.
Kadınların ayakları çıplak, saçları dağınık, bir aşağı, bir yukarı kalkan koca memelerinde sütyen yok, öylece çıkmışlardı evlerinden. Kilimden sarkan erkek kolu artık kimseye ait değildi.
Onlar, değirmen sokağının sakinleri her ilkbahar sonunda tam yedi kere ağustos böceklerinin sesini duymadan ovayı terk ettiler. Yazdıklarımın ötesinden beni izleyen annem defalarca yas yerine gitti, başsağlığı diledi, ağırbaşlı yemekler yaptı. Onun yolu üzerinde duran yalancı kolaylıklar, güçlükler ve tuzaklar tebdil-i kıyafet benim de yoluma çıktılar. Bugün hangi öyküyü hatırlamam gerektiğini bildiğim kadar, annemin o kadınlardan biri olmadığını da biliyorum. Islak kilimin ucundan tutmadığı için hayıflandığını da, can alıcı şeyleri nasıl ıskaladığını da…