Ama kalıcı değildik, yabancıydık. Kasabanın yaşlı, bilge kadınları biliyordu ve kulaktan kulağa yayıldı. Bir gün geldiğimiz gibi gidecek ve unutacaktık.
Zaman vaat ettiği gibi farkettirmeden, gökyüzündeki bir nehir gibi akıp gitti. Günler uzadı önce, geçmek bilmedi. Sonra yıllar beşer onar atlayarak geçti. Rüyalarımı hatırlayamaz oldum, incecik bir ipin izini sürdüm, zihnimle oyunlar oynadım ama kandıramadım. Belli belirsiz görüntüler yanıp söndü, puzzle yarım kaldı.
Annemin dikiş makinasının sesiyle uyandım, çift kişilik bir çarşafa piko çekiyordu, kızkardeşine çeyiz hazırlıyor. Sandık lekesi olana kadar saklanacak bir çarşaf daha. Yakında hazır nevresim takımları çıkacak, kolayca geçirilen lastikli çarşaflar ve bu bi çare gün yüzü görmeden tedavülden kalkacak.
Beyaz çarşafın üzerinden atladım ve dışarı çıktım. Sabah serinliğinden nasibini alsın diye makina girişte, salonun avluya bakan kapı ağzındaydı. Annem refleks bir hareketle makinasından beton zemine kadar uzanmış çarşafı bir nedime edasıyla benden korudu. Annemle bir an göz göze geldik ya da bana öyle geldi. Günaydın filan hak getire, bir geminin makina dairesinde uyanmış gibiyim. Birbirimizi duymuyoruz.
Tek katlı evimize çıkan merdivenlerde öylece dikiliyorum. Gözlerimle sokağı taradım, kimsecikler yok. Babamın bize karne hediyesi olarak aldığı bisiklet kaç gündür dayandığı duvarı bekliyor. Ne ben ne de benden küçük iki erkek kardeşim otuz santim daha uzamadan orda beklemeye devam edecek. Teneke kutulara ekili ful çiçeklerinin kokusu soluğuma karıştı. Bir at arabası geçti sokaktan, arabacı alnında biriken teri dirseğine kadar sıvalı koluyla silerken geriye doğru kayan, şalvarıyla aynı renkteki kasketini düzeltmedi. Bir elinde topladığı koşumları tekrar iki eline paylaştırdı. Hiç acele etmeden, tırıs giderken yokuş aşağı hızlandı. O tarafa giden her şey geri döner. Arabacı da birazdan yüklendiği un çuvallarıyla sokak kapısının önünden tekrar geçecek. “Deehh!!” diyerek kırbacını atın sırtına savurdukca avlu duvarının arkasında, ağırlaşmış yüküyle yokuş yukarı çıkmaya çalışan atın, patinaj çeken toynaklarının sesi gelecek.
Kadınların eteklerinden çayın bulanık suyu damlıyor, kilimi tutan elleri kaygan, korsesiz, oynak, ağır kalçaları şaşkın.
Merdivene oturdum, dağın gölgelediği toprak avlu, sulama arıklarına yakın bir kaç akşam sefası dışında tütün sarısı bir tozla kaplı.
Sinek ısırığı bacaklarıma batan şeyleri parmaklarımın arasında sertçe ufaladım, beton zeminin çatlaklarından kopmuş parçalar avucumu beyaz bir tozla doldurdu. İki elimi birbirine vurarak silkeledim ve kalanı elbisemin eteğine sildim. Bu elbiseyi ne zaman giysem banyo gününe kadar dayanmaz, hemen kirlenirdi. Limon sarısı bir elbiseydi, etek ucundaki farbalası ve yakasından kıravat gibi uzanan detayı tüylü bir çağla gibi soluk yeşildi. Kiri gösteren elbisem her yıkanmada bir parça lekeyi silik bir anı gibi biriktirirdi üstünde.
Kırçıllı bir kilim, belki keçi kılından dokunmuş, içinde yatan adamın bacakları gibi kıllı. İskambil kağıdı büyüklüğündeki kare desenleri var, tam saymalık; yukardan aşağıya, soldan sağa. Siyah-beyaz, siyah ama tam beyaz değil, kirli beyaz.
Koltukları, buz dolabını, tel dolabı, ahşap, bir sanat eseri gibi ince kıvrımlara sahip minik ayaklarını gazete kağıdıyla desteklediğimiz büfeyi babam yokken, komşular avluya indirdiler. O, yeni tayin olduğu bankadan geldiğinde kamyon boşalmıştı. Yerleşinceye kadar her kırılan şey için annem, eşyaların başında durmayan babama söylendi durdu. “odacı getirseymiş anahtarı” dedi. Yeni komşularımız sandığım hamallar da kamyonla beraber gittiler. Bizi karşılamaya ne meraklı bir çocuk bakışı ne de hoşgeldiniz diyen tek bir komşu kadın gelmedi, sokak kızgın bir boğa gibi burnundan soluyan güneşin altında terk edilmiş gibiydi. Portakal ağaçlarının arasından görünen komşu avlularda paslı sandalyeler, içi kumla dolmuş plastik leğenler, oyuncak bir kamyonun kırmızı plastik kasası ya da bedeninden kopmuş bir bez bebeğin kolu küskün, sıkıntılı bir aldırmazlıkla bize baktı. Bunlarla oynayan çocukları merak ederek geçirdik ilk bir ayımızı. Sonra annemin dediği gibi oldu, okulların açılmasına bir hafta kala geldiler. Avludan çıkmadan, seslerin geldiği yöne baktık. Komşularımızın traktör römorklarından inen eşyalarını, sokağın asıl sahiplerini, elma yanaklı gürbüz çocuklarını merakla seyrettik. Kadınlar ayaklarının tozuyla ayak üstü uğradılar; “yayladan getirdik” dediler, en taze dağ meyvelerini, sebzeleri ikram ettiler. Bu sayılmaz oturmaya da geliriz diyerek bir koyunun ağır, yağlı kuyruğunu andıran çiçek desenli şalvarlarının içinde geldikleri gibi hızla gittiler. Sonbahar geçti, kış geçti bahar geldi, yağmurlar yağdı, çayın suyu çoğaldı, balıklar oltayla tutulamayacak kadar bereketlendi.
“Oğlum ne uğraşıyorsun böyle tek tek. 100 volt elektrik, iki saniyede serseme dönerler şerefsizim!! Elektriği de değirmenden alırız, ohh!! Bak gör, bir batımda gelsin sazanlar, sonra mı sonrasında ziyafet, soğan, domates, salatalık, karpuz..bir de küçük açtık mı yanında..”
Sulama kanallarının başladığı yerden, çayın kenarındaki sazlıktan bir ses geldi, boğuk, yakıcı bir çığlık! Yüzlerce ölü balıkla yüzüstü yatarken buldular onu. Çayın üstündeki demir köprüden geçenler durup baktılar, önce anlamadılar, delikanlıyı sazanlarla “kim daha çok su üstünde duracak” oyunu oynuyor sandılar. Kadınlar yokuş başındaki un değirmeninden aldıkları eski kilimden bir ambulans yaptılar.
Küçük kızın “bir maniniz yoksa annemler size gelecek” haberinden hemen sonra annem hazırlanmaya başladı, evi temizledi, bizi “kirletmeyin, oraya basmayın, burdan geçmeyin” diye bol bol azarladı, bakkala gönderdi ve yanlış ya da çürük aldığımız her şey için babama çıkıştı. İsimlerinin sonuna “hanım” koyduğu misafirlerine yaptığı pastaları nezaketiyle ikram etti.
“Bilmem ne hanım lütfen bir bardak daha alır mısınız?” “Yoo hiç rahatsız olmayın, kocam daha gelmez.” Aaa ne zahmeti”, “siz nasılsınız?” “Beyim de çocuklar da iyiler sağolun,” “yumurta koymadım, kulak memesi kıvamına gelinceye kadar sütün kaymağıyla yoğurdum”
Küçük kızlar evcilik oynarken anneme, yeni gelen memurun karısına öykündüler. Kadınlar ondan tarif almadan misafir ağırlamaz oldu, siyah önlüğümün üstündeki beyaz yakam nasıl bu kadar beyazdı, babam sağolsundu, beyefendi adamdı, onların çocuklarının ödevlerine de yardım ediyordu. Biz de ne kadar çalışkandık ve tebiyeliydik. Ama kalıcı değildik, yabancıydık. Kasabanın yaşlı, bilge kadınları biliyordu ve kulaktan kulağa yayıldı. Bir gün geldiğimiz gibi gidecek ve unutacaktık.
Kadınların ayakları çıplak, saçları dağınık, bir aşağı, bir yukarı kalkan koca memelerinde sütyen yok, öylece çıkmışlardı evlerinden. Kilimden sarkan erkek kolu artık kimseye ait değildi.
Onlar, değirmen sokağının sakinleri her ilkbahar sonunda tam yedi kere ağustos böceklerinin sesini duymadan ovayı terk ettiler. Yazdıklarımın ötesinden beni izleyen annem defalarca yas yerine gitti, başsağlığı diledi, ağırbaşlı yemekler yaptı. Onun yolu üzerinde duran yalancı kolaylıklar, güçlükler ve tuzaklar tebdil-i kıyafet benim de yoluma çıktılar. Bugün hangi öyküyü hatırlamam gerektiğini bildiğim kadar, annemin o kadınlardan biri olmadığını da biliyorum. Islak kilimin ucundan tutmadığı için hayıflandığını da, can alıcı şeyleri nasıl ıskaladığını da…
Yelda UGAN
18/09/19, Ev
biz de annelerimiz gibiyiz, kim bilir hangi can alıcı şeyleri ıskaladık? kalemine sağlık Yeldam…
BeğenLiked by 1 kişi
Anneler yaa!! Her Gün onu tekrar tekrar doğuruyorum, içim dışıma çıktı….Ama şükürler olsun ki sen varsın, geniş ve büyüksün:))
BeğenLiked by 1 kişi