Kitaptan Külahlar

 

Aşınmış toprak çukurdan, anneme “neden oraya giremem?” diye sorduğumda, nadiren espiri yapan annem gülerek “orası dünyanın sonu da ondan” diye cevap verdiği bahçeye kolaylıkla girdim.

IMG_0224

 

Evimizin karşısında olduğu gibi arkasında da sahiplerinin kim olduğunu hiç bir zaman öğrenemediğim büyük narenciye bahçeleri vardı. Nisan ayı gelince ağaçlar çiçek açar, etrafa ılık bir koku yayılır, içimiz genişlerdi. Şimdi sadece biz ve onlar kaldık, sahipleri gibi bahçeleri bekleyenleri de, ancak terastan görebildiğim büyük taş evlere bakıcılık yapan aileleri de tanımıyorduk.

Yazın uzun öğle sonlarında gökyüzüne doğru uzanan kavak dallarının sesini dinlerdim. Rüzgarın dokunduğu yapraklar belli belirsiz  hışırdamaya başladıysa dışarı çıkma vakti geldi demekti. Ağaçların altına oturur oturmaz annem de arkamdan elinde bakır bir tepsiyle gelir, beyaz patiska bezinden diktiği torbalara kışlık erzaklarımızı koymadan önce, onları kelebek ölülerinden ya da minik taşlardan ayıklamam için elime tutuştururdu. Onun beni oyalama yöntemiydi bu, birlikte oyun oynayabileceğimiz bir tek çocuk bile yoktu etrafta. 

Ağustos böcekleri de susunca sessizlik sinirime dokunur, en ufak bir hışırtıda dahi yerimden sıçrardım. Sırtımı ağaca dayar, karnıma çektiğim dizlerimin üstüne tepsiyi yerleştirir mercimeği ötekilerden ayırmaya başlardım ya da pirinci. Meraklı karıncalar ayaklarıma ordan da dizime kadar çıkarlardı, dizimden sonrasına izin vermez elimin tersiyle hadlerini bildirirdim onlara. 

O gün kavakların şaşmaz çağrısıyla verandadan avluya giden merdiven basamaklarını atlaya zıplaya indim. Beton zemin hala sıcaktı ve çıplak ayaklarımı sobaya tutmuşum gibi yaktı. Ağaçların altına her zamanki yerime oturdum. Kitabımın en heyecanlı yerindeydim, son beş altı sayfam kalmıştı, bitmeden hiç bir şey ayıklayamazdım.

Kuru, ince bir dalın çıtırtısı gibi bir ses duydum. Annem mutfak masasının üstünde hamur yoğuruyordu, yumurta yetmeyince kardeşimi evin arka tarafındaki kümese göndermiş, etrafta kimsecikler yoktu. Korkuyla irkildim. İzleniyormuşum gibi geldi bana, oturduğum yerden etrafıma bakındım. 

Uçurumların dibinde parlayan bir deniz gibi ışıl ışıl iki kara göz bana bakıyordu. Ben hiç deniz görmemiştim ama elimdeki kitapta Akdeniz için böyle diyordu. Çatlamış kuru toprak çayın suları daha bahçelere varmadan onu içine çekti, su inceldi, kavakların gürbüz yaprakları birbiri aralarında fısıldaştılar. O günden sonra sektirmedi, her gün aynı saatte geldi.    

Ateşe yaklaşan yabani bir hayvan gibi, ürkek adımlarla yavaşça sokulur, sınırı ihlal etmeden, bir adımlık küçük ırmağın öbür tarafından bize bakardı. İlk zamanlar ödüm kopardı onu öyle aniden karşımda görüverince, kızar, bana doğru yaklaşan hastalıklı bir sokak köpeğini kovar gibi evine gitmesini söylerdim. Sümüklerinin bir kısmı burnunun ucunda bir kısmı da lime lime olmuş kazağının yeniyle silinmekten yanaklarında kururdu. 4-5 yaşlarında cılız incecik bir oğlandı. Üç numaraya verilmiş saçlarıyla, yara bere içindeki bacaklarıyla öylece dikilirdi tepemde. Ta ki babası telaşsız, hatta şefkatli bir sesle, kelimeleri yutmadan, şivesiz, düzgün bir Türkçe’yle adını söyleyene kadar. Bu sokakta  çocuklar hava kararınca eve gelmeleri, ya da yemek yemeleri için boğazları yırtılana kadar, gergin ve sinirli bir sesle anneler eve çağırırdı. Ya da onları taklit eden ablalar, ağabeyler. Bir üst merci olarak babaların çocuklarıyla ilgilenmeleri alışık olmadığımız bir şeydi. Onlar ancak gerektiğinde devreye girerlerdi. Baba yüz göz olmazdı çocuklarıyla, onların gölgesi ağırdı ve evin tartışmasız reisiydiler. 

Zamanla oğlanın ziyaretlerine alıştık. Biraz gecikse merak eder geldiğinde cevabını alamadığımız sorular sorardık. Pek konuşmazdı, hatta hiç konuşmazdı. Annemin yaptığı poaçalardan hatta babamın ay başında getirdiği içi marşmelov kaplı, bitmesin diye üstündeki ince çikolatasını yalayarak yediğimiz bisküvilerden ona da veriyorduk. 

Yaz sonuydu, artık kavak ağaçları daha erken ve daha uzun sallanıyordu rüzgarda. O yine aynı yerde, aynı saatte, sadık bir köpek yavrusu gibi dikildi karşıma, elinde bir şey vardı, sıkı sıkı kucağına bastırdığı paketi ayaklarının dibine, ısırgan otlarının arasına bıraktı ve arka bahçeye doğru koşarak gitti. Küçük adımlarla yavaş yavaş gazete kağıdına sarılı pakete doğru yaklaştım, otlar ayaklarımı kaşındırıyordu, etrafıma bakındım, uzun bir sopa aradım ama bulamadım, avluda oyun oynayan kardeşime mutfaktan oklavayı getirmesini söyledim, omuzlarını silkti, önce zorla sonra rüşvetle kandırdım onu. Sararmış, kenarları kıvrılmış, eski bir kitaptı bu; pembe renkli karton kapakta, Küçük Kadınlar Louisa May Alcott yazıyordu

Ertesi gün daha kavaklar çağırmadan kitap okuma bahanesiyle dışarı çıktım, arka bahçemizi kümesten ayıran çitlere doğru yürüyerek yerden iri bir taş aldım ve duvar dibine özenle koyduğum yeni kitabımın üzerine taşı bir kağıt ağırlığı gibi yerleştirdim. Yasağı mahallenin yeni yetme oğlanları ve onlardan güç alan kızlarıyla beraber çete halinde dolaşırken delerdik ama şimdi kimsecikler yoktu ve onların ovaya tekrar göç etmelerini bekleyemezdim. 

Aşınmış toprak çukurdan, anneme “neden oraya giremem?” diye sorduğumda, nadiren espiri yapan annem gülerek “orası dünyanın sonu da ondan” diye cevap verdiği bahçeye kolaylıkla girdim. Yarı beline kadar beyaz kireçle aşılanmış ağaçların arasından, onları sulayan küçük derelerin üstünden atlayarak koştum. Kalbim deli gibi çarpıyordu. Özgürlükten ve arzudan oluşan bir gezginin mutluluğuna bürünmüştüm ki önümden sürünerek hızla bir şey geçti. Boğuk bir çığlık attım, küçük kara bir yılandı. Ter içinde kalmıştım, evet, kesinlikle bir yılandı. Kurbağa olsa sıçrardı. Kertenkele olsa, ne bileyim, bilirdim işte. Bahçenin sonunun gelmeyeceğini düşünüyordum ki aniden bitti. Sararmış otların üstünde oturup biraz soluklandım. Sürülmüş tarlanın ortasında, sağında ve solunda küçük harap klübeler olan iki katlı taş evden belli belirsiz gelen çocuk ağlamalarını, sert, buyurgan bir erkek sesi bastırıyordu. Korkum merakıma yenik düştü, daha iyi duyabilmek için oturduğum yerden iyice öne doğru eğildim. Sesler yakın, ev çok uzaktı.

Üzerinde tepeleme kuruyemiş bulunan dört tekerlekli ahşap arabasını bayır aşağı sürmeden önce adam başını omuzunun üstünden çevirerek içerdeki çocuklara son bir kez baktı, geldiğinde ya kitap bulunmuş olacaktı, ya da çocukları külah yapacaktı. Gerçekten böyle mi söylemişti yoksa bana mı öyle gelmişti? Arkadakilerin çıtı çıkmadı.

Adam sesine iliştirdiği tüm sevecenliğiyle kelimelerin sonunu uzatarak “leblebi, çekirdek…eğlencelik bunlar” Diye nameli bir tüccar ağzıyla sesini açarken ben de evin yolunu tuttum.  

Eylül ayının ilk günleri evler bir bir dolmaya başladı. Biraz daha uzamış, gürbüz yanaklarından kan damlayan akranlarımızla kavuşur kavuşmaz geçip gitmek bilmeyen yazı ve bize onu hatırlatan her şeyi unuttuk. Sonbahar güneşinin altında sokak tekrar çocuk sesleriyle doldu. Akşama kadar dışarda oyunlar oynuyor, eve girmek istemiyorduk. Bir kaç kere uzaktan kara gözlü oğlanı gördüm ama o kadar meşguldüm ki, yapacak o kadar çok şeyim vardı ki, hiç oralı olmadım.

Aradan yıllar geçti ama bugün hala çok sevdiğim küçük Kadınlara Jo, Meg, Amy ve Beth‘e nerde rastlasam o küçük oğlanı hatırlar ona sessizce teşekkür ederim.

23 Nisan 2020, Bodrum

Yelda Ugan S.

Reklam

Sevilla, ya da nam-diğer İşbiliye

 

Zeus’un ölümlü bir kadından olan oğlu Herakles (Roma mitolojisinde Herkül) Atlas okyanusu tarafından Avrupa Kıtasıyla Afrika Kıtasının kıstakla yani ince bir kara parçasıyla  birbirlerine bağlı oldukları yere, şimdiki Cebelitarık’ın önüne gelir. İki eliyle kıstası tutar ve o dillere destan gücüyle Atlas okyanusuyla, bir göl gibi kapalı bir deniz olan Akdeniz’i birleştirir. Ondan sonra buraya, İber yarımadası tarafına, üstünde “Burdan öteye yok…” yazılı bir tapınak yaptırır. Mitolojiye göre Atlas okyanusu tanrıların mekanının başladığı yerdir. Dolayısıyla insan oğlu oraya gidemez. Bilinen dünyanın sonudur.  

Görüntü 8.04.2020 13.27 2
Santa Cruz Vadilkebir nehri tarafından Murillo bahçeleriyle başlar.

27 Ocak Pazar, Endülüs gezimizin son durağı Sevilla‘dayız. Kısa bir süre sonra evimizin önüne bile çıkmanın derin bir mevzu olacağı karantina günlerinden bir haber, olağan bir şey yapıyormuş gibi Sevilla’yı sokak sokak geziyoruz. Tren Cordoba istasyonunda duracak ve burası kaldı diye hayıflanacağız. Yanımda oturan Amerika’lı kadın küçük oğluna kendi dilinde İspanya’yı sevdin mi diye soracak. Uzak diyarlardan Çin’den gelen salgın haberleri en fazla bir kaç dakika ilgimizi çekecek, virüsün bir gün buralara kadar geleceğini, ellerindeki haritalarla kendi etraflarında dönen bu çeşit çeşit insanları evlerine kapatacağını rüyamızda görsek  hayra yoracağız.

Sevilla, çizgili defterime notlar aldığım, henüz yazılmamış son şehir.

Görüntü 9.04.2020 12.36
Benim adım Manolya, Güney Amerika’dan gelen bir göçmenim.

Cadiz’den aşina olduğumuz asırlık manolya ağaçlarının, palmiyelerin, begonvillerin arasından ressamın adını aldığı Murillo bahçelerini, kestirme bir yolu kullanır gibi geçip Santa Cruz’a, eski Yahudi Mahallesine giriyoruz. Globalleşen dünyanın epeydir kaymağını yediği sivil mimarinin otele dönüşen geleneksel evleri burda da nasibini almış. Evlerin Seramik döşeli davetkar iç avluları tanıdık bir şeyler söylüyor. Ortada küçük bir şadırvan, etrafında portakal ağaçları, toprak saksılarda tevekkül sahibi kalanşolar. Çek çekli bavullar, çocuk busetleri, ağır sırt çantalarının tek sıra seyreden trafiği taş döşeli daracık sokakta durmamıza izin vermiyor. Ancak bir kaç saniye ferforje kapının ajurları arasından, sonradan bakmak üzere bir, şanslıysak bir kaç fotoğraf çekebiliyoruz. Şadırvanın sesini dinlemeye vakit yok.

Görüntü 9.04.2020 12.43
Katedralin küçük, mütevazi şapelleri, çıkış kapısına açılan portakal bahçesi biraz abarttık der gibi özür diliyor.

Görülecekler listemize katedral ziyaretiyle başladık. İyi ki de öyle yapmışız. Sevilla Katedrali, ya da Catedral de Santa Maria de la Sede karanlık ve kasvetli, olabildiğince  gotik. Camiden kiliseye dönüşürken sanki bir çeşit rekabete girilmiş. Daha yüksek, daha geniş, daha zengin. İnsanın böyle bir şeyi hayal etmesi için bile deli olması lazım; onca zahmet, onca zaman, onca servet! Duvarlarda resmedilen herkes çok mutsuz, özellikle İsa ve Meryem ana’ya uzun süre bakamıyorsunuz. Saf altından yapılmış altor pano, varaklar, kabartma heykeller, vitraj süslemeli yüksek pencereler. Yere göğe sığdırılamayan, her şehirde onun anısına yapılmış gösterişli eserlerle anılan Kristof Kolomb‘un mozolesi de burada. Rivayete göre kaşif Kolomb, onu üç kere uzak diyarlara keşfe gönderen kraliçeye kızmış da (artık aralarında ne geçtiyse?) “Beni sakın İspanya topraklarına gömmesinler” diye vasiyet etmiş. Bu nedenle mozole sembolik olarak dört kralın omuzları üstünde duran tabutla simgelenmiş. Gerçekten vasiyete sadık kalmak için mi böyle bir formata başvurulmuş bilinmez ama Kraliçe Isabel’in kulağına eğilip “Burdan öteye yol olabilir!…” deme cesareti gösteren Kolomb’a bu kadar kapris de mazur görülmeli. Giralda‘dan indiğimizde tevazu dolu küçük şapellerin birinde soluklandık. Her şey içerde kaldı ve çıkış kapısına açılan portakal bahçesi Katedralin aldığı kadarını geri verdi.

Görüntü 9.04.2020 12.29
Alcazar bahçeleri

Ününe Game of Thrones dizisinin bir kaç sahnesiyle ün katan Alcazar sarayına görece kolaylıkla girdik. Uzun bilet kuyruğu inanılmaz bir hızla ilerledi. Kuyrukta 72 millet birlikte bekliyoruz. Olağan bir şekilde, aramızda sosyal mesafe olmaksızın birbirimize dostane gülücükler gönderiyoruz. O zamanlar tahammül eşiğimiz çok düşük olsa da, ılık havada, Ayasofya kızılına boyanmış aslanlı kapının önünde sıkılmadan bekliyoruz. İnce uzun bir bahçeden at nalı kıvrımlar, ince sütunlar üstünde yüksek balkonlarla çevrelenmiş geniş bir meydana girdik. İslam sanatının Hristiyan sanatına bile isteye uygulanmış bu şahane eser karşımızda.

Görüntü 12.04.2020 14.50
Alcazar’da merdivenler

Özellikle Araplar hatta Persler‘e kadar uzanan süsleme sanatı, geometrik desenler, mozaikler, mermerlerin üzerinde yaratılan harikalar, ışığın en iyi şekilde kullanıldığı pencereler cennet tasviri bahçelere bakıyor, altın yaldızlı çiniler, magribi zanaatı seramik desenler. Sarayın her bir bölümü ortasında havuzu, üstü açık iç avlusuyla kesintisiz bir ilişki kuruyor. Geniş balkonlar çinili merdivenlerle sofalara iniyor. Güneş Tanrısı Helios‘un Sevilla’ya cömertçe gönderdiği ışığı havuz ve çeşme sularından parlak çinilere devir daim yapa dursun, iç avludan yasemin, portakal, limon çiçeklerine, tavus kuşlarının, egzotik bitkilerin olduğu bahçelerde sadece şifa bulmuyor, hafif de kafa yapan bir alemler arası yolculuğa çıkıyorsunuz.

Görüntü 12.04.2020 14.49
Plaza de Espana

Yıl 1492, Kristof Kolomb Amerika’ya doğru yola çıktı. Koca dünya kendi etrafında yine aynı hızla dönse de artık önlenemez bir şekilde küçülmeye başlıyor. Yeni dünyadan kahve, domates, patates, kakao, altın ve gümüş geliyor, iştahı kabaran eskisi daha fazlasını istiyor ve  Sömürge Dönemi başlıyor. Deniz kenarında olmanın hiçbir riskini taşımayan ama denizlere çıkabilen Endülüs’ün gözbebeği Sevilla, koloni ticaretinde önemli bir ticari merkez ve liman şehri olarak yükselişe geçiyor. Arapların Vadilkebir‘i Guadalquivir nehri Cadiz körfezinde Atlantik Okyanusuna varmadan önce Sevilla’dan geçiyor. İçinde deniz ticareti yapılan İspanya’da tek nehir. Macellan ve Kristof Kolomb’un Amerika’yı keşfe bu nehirden yola çıkmaları gibi teklere ve ilklere de sahip. Endülüs’lü çocuklara coğrafya dersinde en çok burdan soru geliyor olmalı.

Lopez de Rueda‘da kaldığımız, küçük bir meydana bakan, bir örnek balkon saksılarında lavanta çiçekleri ekili otel Murillo nehir kenarındaki kuleye Toro del Oro yani Altın Kule‘ye çok yakın.

Görüntü 13.04.2020 12.01
Altın Kule’den Guadalquivir nehri

Bir zamanlar nehirden gelecek tehlikelere karşı 13. yy da yapılan kule artık turistler için bir müze, şehre bir bakış. Encarnacion meydanındaki Metropol Parasol’dan sonra modası geçmiş bir görme biçimi, bir sahipleniş.

Görüntü 12.04.2020 14.46
Plaza de Toros

Plaza del Toros. 18. yy’da yapılmış, 1200 kişinin hep birlikte boğa güreşlerini seyredebileceği  bir arena. Altın Kule‘yi arkanıza alıp kuzeye doğru Guadalquivir boyunca, yürüyerek varmanın mümkün olduğu makul bir uzaklıkta. Büyük nişli pencereleri İspanyol bayrağının renklerine boyanmış. Arkaya doğru genişleyen, dışardan daha çok (ikisine de gitmişliğim yok ama) hipodromla stadyum arası bir yapıya benzeyen, her halinden ona iyi bakıldığı belli olan, keyfi yerinde bir bina.

Görüntü 12.04.2020 14.46 (1)
İçerisi de bayrak renginde..kumun sarısı, at nalı localar ve kendini boğa sanan bir gezgin

Biletimizi aldık ve uzun, kireç beyazı loş koridorun duvar süsleriyle oyalanıyoruz. Kovboy kapılarının ardından renkli boğa heykellerinin bulunduğu dar odalara uzaktan bakmak serbest, ellemek yasak. Anneler, babalar sarı kafalı bücürleri zor raptediyorlar. Yazık onlara, benim bile boynuzlarına, kah bacaklarının arasında duran kah sırtına çıkmış boğaların kuyruğunu elliyesim var. Sıra bize geldi, dünyanın en zengin boğa güreşi müzesini gezmeye resim galerisinden başladık. Ressamlar İspanyol ya da o muhteşem Endülüs ışığında resim yapmaya gelmiş gezgin sanatçılar. Konu boğa güreşi, mekan arena olan yüzlerce resimden sonra asıl hazinenin bulunduğu bölüme geldik. Sanki Nürnberg mahkemelerini geziyoruz, koyu gri elbiseli rehber kadın aşırı ciddi, aksanlı İngilizcesinden hiç bir şey anlamıyorum. Mimiksiz yüzündeki sabit bakışlarıyla o, bir gardiyan edasıyla anlata dursun ben görüş alanından yavaş yavaş çıkarak genç ölen matadorlara, seyirci önüne çıkmadan önce muhtemel son duaları için girdikleri küçük şapele, tüylü şapkalarına, dar, siyah kaşe pantolonlarına, saten ayakkabılarına, kırmızı pelerinlerine farkında değilmişim, istemeden olmuş gibi, belli belirsiz dokunuyorum. Kulağımda operanın notaları. Sert zemine ayakkabısının topuklarıyla vurarak tutkuyla dans eden kadının etrafında el çırpan onlarca Sevilla’lı kadın ve erkeğin arasında ben, onbaşı Don Jose‘ye tütün işçisi, güzel çingene kızı Carmen için meydan okuyan matador Escamillo’yu arıyorum?

Görüntü 12.04.2020 14.47 2
Escamillo’yu buldum

Santa Justa tren istasyonuna olabildiğince erken geldik. Güneş hasta gibi bu sabah, kalın tül perdelerin ardından bir görünüp bir kayboluyor. Üzülüyorum, hatta bozuluyorum güneşin bu haline, kötü bir işaret gibi canım sıkılıyor. Neyseki içinde zaman geçirmeyi en çok sevdiğim yerde, bir tren garındayım. Bütün bir gün sıkılmadan kalabilirim burda. Türkiye‘de ya da dünyanın herhangi bir yerinde, küçük bir kasabanın ya da metropol bir şehirin olsun farketmez, tren istasyonu olsun da. Kızarmış ekmek üzerine domates püresi, peynir ve kahveyle kahvaltımızı garda yaptık. 14 yaşındaki kızımız artık her yere bizimle gelmek istemiyor, aslında, mümkünse hiç bir yere. 12:40 Madrid trenimize daha epey var. Bavulları Zeynep‘e, Zeynep’i de bir zamanlar bu topraklarda tecrübe edilmiş, dünyanın gördüğü rüya zamanlara, convivencia (birlikte yaşama) ruhuna emanet ederek gardan çıktık. Dışarda gözünü gözüme dikmiş, ona bir teşekkür borçlu olduğum pırıl pırıl bir güneş.

Yaya geçidinde yeşil ışığı bekleyen genç kadına, kulaklığının tekini çıkarırken elimdeki haritayı göstererek bir daha sordum. O da oraya gidiyordu ve onu takip edersek bizi de götürebilirdi. Memnuniyetle peşine takıldık, caddenin sonundan sağa ya da sola dönerken, karşıya geçerken orda olduğumuzdan emin olmak için arkasını yokluyor ve gülümseyerek yürümeye devam ediyordu.  Kadının belli belirsiz bir baş hareketinden aldığımız aferine sadık kalarak, ceketinin bir sağa bir sola giden kıvrımlarından ve içe basan ayaklarındaki beyaz spor ayakkabılarından gözümüzü ayırmadan Metropol Parasol‘a kadar geldik.

Görüntü 12.04.2020 14.45
Metropol Parasol, Parasol şemsiye demek İspanyolca’da

Metropol Parasol, Roma döneminden kalma arkeolojik kalıntıların üzerine, modern mimarinin tüm nimetlerinden yararlanılarak yapılmış. Müze, sergi alanı, seyir terası, Burger King’den hallice restoranları, alt geçitlerdekine benzeyen, beyaz ışıklı sevimsiz dükkanlarıyla karışık bir yer. Şemsiye ya da mantar şeklinde tasarlanmış, bana metal hissi verse de ahşap malzeme birbirine köpükle (poliüretan) tutturulmuş.

Görüntü 12.04.2020 14.47
Guadalquivir’e bakıyorlar

Bunlardan bizim oralarda çok var hissiyatıyla Romalıların taban mozaikleri arasında gezerken, önümüze çıkan açık bir kapıdan bizi binlerce yıllık bir yolculukla günümüze getiren bir resim sergisine girdik, Angelino Corroredo, Aurora Castilla gibi çağdaş ressamlar yapmış bu resimleri. Beline bağladığı sweatshirtün  kapüşonu ayak bileklerine kadar inen bir çocuk geçiyor önümden, yanında kırmızı beyzbol şapkasını ters takmış, kendisi gibi down sendromlu bir arkadaşı daha var. İlerde, bir resmin önünde duran çift de çocuklar gibiler ama daha yaşlı. Biz çıkarken daha da yaşlı olanlar kapıya yakın uzun, küp taburelere oturmuş diğerlerini bekliyorlardı.

Hava iyice ısındı. Garın önündeki masalardan birine oturdum kahve içiyorum. Saat 12’ye geliyor. Madrid tren saati yaklaştıkça gelen yolcu sayısı da artmaya başladı. Beyaz saçlı erkeklerin merdiven çıkan; bordo, pembe, kırmızı pantalonlu bacakları, eşlerinin rengarenk tüvit mantoları en az kendileri kadar etrafa neşe saçıyor.

Görüntü 9.04.2020 12.38
Gracias a la vida

Adam küf yeşili ceketinin yakasını hafifçe kaldırmış. Ceketiyle aynı renk, tek düğüm atılmış kaşkolunun içinden mavi gömleği görünüyor, kirli sakalının ve ensesine kadar inen gür saçlarının arasındaki  beyaz lekeler uzun boylu adamın yaşını, yaşı da kendinden emin, rahat tavırlarını saklamıyor.

Kadının Lacivert üzerine kırmızı-beyaz çizgili eteği dizlerinin altına kadar uzanıyor. Lateks botları salaş, kenarı kürklü yün gri hırkasının içine giydiği deri ceketiyle aynı renkte. Kahve fincanından düşen minik bir damla beyaz gömleğine cüssesinden daha büyük bir leke bırakıyor. Canı sıkıldı, masanın üzerinde duran Fortuna marka pakete uzandı ve bir sigara yaktı, Bir iki nefes aldı almadı, kısacık sarı röfleli saçlarına pek yakışan bordo rujlu dudakları nerdeyse kulaklarına kadar varıyor.  Sol elinde sigarası olduğu halde kadın ayağa kalkıyor, adama doğru bir iki adım atıyor ve sıkı sıkı sarılıyorlar.

 

15/04/20, Bitez

Yelda Ugan S.