
Atlı Köşk’te sergiye gitmek, şehre yeni gelen bir filmi görmeye gitmek gibidir. Zaman kısıtlıdır ve sergi toplanmadan gitmek gerekir. O gün iyi planlanmalıdır. Emirgan pek de yolumuzun üzeri sayılmaz, geçerken uğrayamayız. Rotamız o gün sadece orası olmalı. Yalnız gitmek olmaz, en az bir tane kafa dengi arkadaş lazım. Hava güzel olmalı, mesela parlak bir kış güneşi…ama yağmur-çamur, rüzgar olmasa da olur. Çınaraltındaki kahvede uzun bir kahvaltı yapılmalı, sohbet, muhabbet derken zamanın nasıl geçtiği unutulmalı, sonra yürüyerek, müzenin beyaz alçı boyalı ferforje demir kapısından kibar bir selamla içeri girilmeli. Kibar selamını aldığınız üniformalı bey size nerden bilet alacağınızı göstermeli ama o gün Çarşamba olduğu için gişedeki kadın nezaketle “bugün bedava” demeli. Önümüzde hala el değmemiş saatler varken, arnavut kaldırımlı yoldan kıvrılarak aheste aheste mermer verandaya kadar çıkmalıyız ….zemini yeni bir renkle giydirilmiş müze duvarlarının önünden ağır adımlarla geçerken gördüklerimiz, yeni şeyler fısıldamalı…fotoğraflar var ama eve ordan bir şeyler de götürmek isteriz, müze dükkanından bir kartpostal, ya da bir tablonun magnetini mesela……Kanlıca, Küçüksu, Beylerbeyine nazır son bir kahveden sonra dönüş yolunda “boğaza daha sık gelmeliyim” diye hayıflanmalıyız.
İşte başlıyoruz….yazılı bir eserden kaynak gösterilse dahi ne kadar alıntı yapılabilir? Sergideki eserlerin fotoğrafları ve onları açıklayan yazılar için de alıntı limiti var mı? Varsa bu yazının sonunda suç işlemiş olur muyum? Bilmiyorum ama içerden aktarmaya başlıyorum.
“Sergide yer alan eserler 20. yüzyılın başında yaşanan teknolojik gelişmeler ve sanayileşmenin coşkusuyla yüzünü bilime dönen ve dünyanın da sınırlarını aşarak düşlerini uzaya kadar taşıyan avangard sanatçıların ilerlemeye duydukları inancı yansıtıyor.”
Sergi bu girizgahla başlıyor. Sanatı hayatın her alanına yaymayı hedefleyen sanatçılar ve akımlar, resim, mimari, tasarım, edebiyat ve tiyatro, kronolojik bir sırayla sürüyor. Arka planda da bütün bu oluşumları belirleyen siyasi katmanlar.
1870 Akademizmi reddin devrimci ateşiyle yola çıkan bir grup sanatçı Gezici Sergiler Deneği’ni kurdu.
1875 Demokrasi ile tutuculuk arasındaki çatışma Osmanlı İmparatorluğu’na da sıçradı. Mithat Paşa önderliğindeki bir grup Osmanlı Liberali Sultan Abdülaziz’i devirdi. Hazırladıkları ilk Osmanlı Anayasası 2. Abdülhamit tarafından kabul edildi ve kısa ömürlü 1. Meşrutiyet dönemi başladı.
1878 Yerini sağlamlaştıran Abdülhamit’in Anayasayı askıya alıp otokratik rejimi geri getirmesiyle dalga tersine döndü. Bu reform, restorasyon gelgiti Rusya’da ve Doğu Avrupa’nın başka yerlerinde yaşanmakta olanlarla paralellik taşıyordu.
1903, 30 Temmuz – 23 Ağustos Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin Brüksel’de başlayıp Londra’da sona eren ikinci kongresi, örgütlenme politikası konusunda son derece önemli bir tartışmaya sahne oldu. Giderek dünya çapında tarihsel önem kazanacak olan bu tartışmada, daha sonra Menşevikler olarak tanınacak olan Martov ve destekçileri, devrim ile parlementer reformlar arasında gidip gelebilecek daha normal ve Avrupa tarzı bir demokratik kitle partisi fikrini savunurken Lenin tamamen devrime adanmış yeni tip bir parti öneriyordu. Sonuçta Lenin ve destekçileri, az bir farkla galebe çaldı ve çoğunluk anlamına gelen Bolşevik adıyla anılır oldular.
Nazi Almanya’sının Sovyetler Birliğine saldırdığı 22 Haziran 1941 Barbarossa Harekatı’na kadar tarihin üstünden tek tek geçiliyor.
Rusya’dan Sovyetler Birliğine, Avangard öncesi döneme, lubok baskılara derken ister kadim ister modern, bütün devlet kurma süreçleri kendi efsanelerini yaratır ve yayar. Devrimler de öyle. 20 yy liderlerinin yanılmazlığı etrafında kişiye tapma kültleri oluşturulur. Gerçek bir demokrasi söz konusu olmasa da demokrasi fikri o kadar etkilidir ki, kişisel diktatörlerin veya parti diktatörlerinin güçlerini halktan almış olmaları, halk tarafından sevilmeleri ve halkın rızasıyla hüküm sürüyor olmaları gerekir. Bu noktada görsel medya (fotoğraf, film ve televizyon) yazılı basından da önemli bir rol oynar.
1922’de iktidara gelen İtalyan faşizminden sonra Naziler de yürüyüş, gösteri ve toplantılarını özenle kurgulayarak, siyasetin estetikleştirilmesi denen yöntem ve yaklaşımın ustası oldular.
Fakat bu iş daha önce Sovyetler Birliği ile başlamıştı. 7-8 Kasım 1917’de Bolşevikler Kışlık Saray’ı kolaylıkla ele geçirdikleri hiçbir direnişle karşılaşmadıkları halde 1920’de devrimin 3. yıldönümünde hazırladıkları bir mizanseni filme çekerek sahte bir gerçeklik yarattılar.

19.yy sonu, 20.yy başında devrimden önceki Rusya’ya bir bakalım.
Ekonomi, bir bütün olarak geri bir ülke; müjik denen milyonlarca köylünün, Batı standartlarına göre hayli ilkel yöntemlerle çalıştığı çok geniş bir tarım sektörü. Hukuki serflik boyunduruğunun 1861’e kadar sürmesi Çar 2. Alexander’ın serfliğe son vermesinden sonra da köylülüğün soylulara bağımlılığının devam etmesi.
Fakat aynı zamanda, hızla gelişen bir endüstri ve dolayısıyla esas olarak iki büyük şehirde Moskova ve St. Petersburg’da yoğunlaşan bir işçi sınıfı.
Toplum, en altta köylüler, onların üstünde yeni kent burjuvazisi ve aynı derecede yeni işçi sınıfı. Daha üstte nihai güç odağı olan Çar ve sarayı etrafında yörüngeye girmiş, büyük toprak sahibi yarı Avrupalı aristokrasi. Hanedan ve soylularla birlikte en üst iktidar üçgeninin son köşesini tamamlayan Rus Ortodoks Kilisesi. Bütün bu düzene çoğunlukla düşman kesilip baskıdan ve gerilikten kurtulmak için “ne yapmalı?” sorusuna cevap bulmaya çalışan bir yazarlar, ressamlar, şairler, filozoflar ve öğrenciler, görece kalabalık bir intelligentsia.
İdeoloji, büyük oranda ataerkil, dinsel bir otorite. Kamusal alanın, siyasi partilerin, seçimlerin, özgür basının olmadığı dolayısıyla isyan ve ihtilale alternatif gösterilebilecek demokrasi diye bir şeyin olmadığı ve savunulmadığı bir ortam.
Batıdan gelen yıkıcı fikirler, bu dönemde Avrupa’da her şey, bilim ve teknoloji, kapitalizm, endüstri, işçi sınıfı, işçi mahalleleri, blok apartmanlarda yaşam, futbol kulüpleri, üniversiteler, eğitim sistemleri batıdan doğuya yayılıyor. Ve tabii sanat.
Rusya’da özellikle 1917-1932 arası sanat, hem devrim öncesindeki apolitik sanatın soyutlama konusunda gösterdiği ilerlemeyi, hem de daha geniş konularla ilgilenerek devrim öncesi sanat akımlarının toplum ve sanat arasında açtığı mesafeyi kapatma amacını benimsemiştir. Dolayısıyla Rusya’da sanatın bu dönemi hem devrimden önce gelen ve “sanat için sanat” düsturuyla hareket eden akımların reddine, hem de sanatı toplumun hizmetinde yeniden formüle eden yepyeni kavramların doğuşuna tanıklık eder. Bu dönemde devrimin getirdiği yeni dünya düzeni fikriyle kolektif bir çalışmanın ürünü olarak tiyatroda sahnelenen oyunların dilinden tasarımına, inşaasından sahnelenmesine radikal değişiklikler görülür. Tiyatro sahnesi, toplum ve sanat arasında köprü kurmada benzersiz bir önem kazanır.
Örneğin “Yüce Gönüllü Aldatılan Koca” nın 1922’de sahnelenmesi, oyunun baş karakteri genç kocanın karısı tarafından aldatılacağına dair derin paranoyasının köy halkı üzerindeki sarsıcı ve güldürücü etkisi.
“Yüce Gönüllü Aldatılan Koca” sahnesinde dünya, bir fabrika işçisinin her gün şahit olduğu çevresinden farklı değildir. Hayat ve sahneye karşı bu devrimci ve birleştirici tutum oyuncuların işçi tulumlarına benzeyen kostümlerinden sahne tasarımının durağan halinde dahi gerilim ve hareket hissi veren formlarında açıkça görülür.
Devrime kadar toplumun orta ve üst katmanlarına ait bir ayrıcalık olarak görülen tiyatro sahnesi artık her kesimden insanın hem izleyicisi, hem katılımcısı olacağı bir festivale dönüşür. Devrimi takip eden on sene içinde her ay binlerce oyun sahneye konulur ve bu oyunları milyonlarca kişi izler. Böylece tiyatro Rusya tarihinin en karmaşık dönemeçlerinden birinde her kesimden insana ulaşacak ve herhangi bir mekanı bir tiyatro sahnesi olarak baştan kurgulayarak etkin bir kitlesel harekete dönüşecektir.

Üretimde Sanat, bir çok sanatçı St. Petersburg’daki Devlet Porselen fabrikasında çalışıyor, Sovyet evlerinde kullanılabilecek sofra takımları tasarlıyordu. Sanatçıların tasarladıkları, giysiler ve işçi üniformaları Devlet Tekstil Basma fabrikasında üretiliyordu. Bu sanatçılar dokuma tasarımlarında geleneksel dekoratif motifleri bir yana bırakarak basit geometrik desenlerden ve sınırlı sayıda renkten oluşan yeni desenler yaratmışlardı. Bu yaklaşımın temelinde giyimi bireysellik simgesi olarak gören burjuva algısının yerine Sovyet vatandaşları için pratik giysilerin seri üretimini yapmak fikri vardı.
Bir çok sanatçı tiyatro prodüksiyonlarında ve yeni gelişen sinema sanatı için çalışıyordu. Sanatçıların bir çoğu geleneksel resim araçları yağlı boya ve tuvalle bağlarını koparmış ve çalışmalarıyla tasarım, grafik ve mimarlık alanlarında uygulanabilir fikir ve çözümler sunarak sanatı kitlesel üretimin devrimci hizmetine sokabilmek için fen bilimleri, mekanik, fizik ve geometri öğrenmeye yönelmişti.
Ekim Devrimi’nden ve Sovyet devletinin gücünü pekiştirmesinden sonra avangard sanatçılar ideolojik açıdan komünizme hizmet etme ve sanatsal yaratıcılıklarını yeni yapılandırılan toplumsal sistemin ve gündelik yaşamın ihtiyaçlarının karşılanmasına adama gereğini duydular. Sanatı proleteryanın eğitiminin önemli bileşenlerinden biri olarak addeden Bolşevik yönetim Halk Eğitim Komiserleri atadı. Bu komiserlerden Lunacharsky özel koleksiyonları kamulaştırarak Kışlık Saray’ı müze haline getirdi.
Avangard sanatçılar evrenin fethedilmesine dair fikirlerle de ilgilendiler. Uçma kavramı, insan doğasının mutlak alt edilişini ve teknolojinin zaferini temsil ediyordu ve bu temsil, sanatçıların, geleceğin toplumunun uzaya yayılacağına dair inançlarının kanıtıydı. 1924’te çekilen, “Mars’ın Günbatımı” adlı bir bilim kurgu kitabından uyarlanan “Aelita” filmi gibi. Mars’a giden bir Rus mühendisinin kendini buradaki bir proleter ayaklanmanın ortasında bulmasını ve gezegenin prensesi Aelita’yla aşk yaşamasını konu alır.

Devrim dev boyutlu çok uluslu Rus imparatorluğu içinde, politik, ekonomik, toplum ve kültürel alanlarda kalkınma amaçlamıştı.
Ama bunun dışında ulusal, politik ve sosyal kurtuluş hareketlerini teşvik etmek, sadece ülke içinde değil, ülke sınırları dışında da sanatçılar ve sanatla uğraşan herkes için esin kaynağı olmak iddasına da sahipti.
Ne varki, yeni toplumu inşa etmek, aynı zamanda terörle ve farklı düşünenleri bastırma ile de iç içe girmişti.
Rusya’daki devrimci olaylar, dünya çapında etkili oldu ve kalıcı sonuçlar doğurdu. Sovyetler Birliği, uluslararası siyasi ortamı değiştirmişti. Bu siyasi dönüşüm bütün 20. yy için geçerli oldu. Neredeyse bütün dünya devletleri özellikle de Avrupa devletleri, devrime farklı bir biçimde tepki gösterdiler. Bu tepkiler arasında coşkulu bir hayranlık olduğu kadar, inkar ve komünizmin yayılmasından duyulan korku da vardı.
Gelişmeler sonuçta büyük göç akımlarına da yol açtı. En az bir milyon Rus mülteci dünyanın her yerinde kendilerine yeni bir vatan arayışına girdi. İnsanlar kitleler halinde savaş ve şiddetten kaçtı. Bir kısmı ise Bolşevikler tarafından sınır dışı edildi.

Rüyalar ve Gerçeklik, Çarlık döneminin her türlü baskısını görmüş, hapis ve sürgün cezaları ile tehdit edilmiş ve bu cezaları çekmiş aydın kesim ve sanatçılar için 1917 devrimi yaşamlarında yeni bir dönem olarak algılandı, özgürlük umutları coşkuyla karşılandı.
Ülkedeki kaotik ortam ve sonrasındaki iç savaş ile uğraşan Bolşevik yönetimin henüz katılaşmamış tutumu tarihte çok az şahit olunacak bir topyekün sanat hareketine zemin hazırladı.
Tiyatro, edebiyat, müzik, mimari, plastik sanatlar, bilim ve resim alanında müthiş bir enerji, coşku dolu işbirlikleri, yaratıcı projeler ve eserler üretildi. Yeryüzüne sığmayıp uzaya güneşin fethine uzayan hayaller ütopyalar gerçekleştirilmeye çalışıldı.
Bugün geriye bakıldığında bu kısacık 30 yıllık ömründe Rus Avangard olarak adlandırılan sürecin ne denli önem taşıdığı ve günümüz sanatına ne denli önemli bir yol döşediğini görmekteyiz.
Stalin’in artan gücü ve Sovyet sanatı için öngördüğü “Sosyalist Gerçeklik” modeli elbette Avangard sanatçıların her türlü yenilikçi düşünce ve eleştiriyi içinde barındıran idealleri ile örtüşmeyecekti.
Giderek artan baskı ve müdahaleler ve nihayet 1932’de düzenlenen ve Avangard’ın dışlandığı “Devrimin 15. yıl sergisi” Rus Avangard sanatına da sanatçıya da son kapıyı kapadı. Resmi ideolojinin dışındaki her sapmanın rejim düşmanlığı olacağını bir anlamda ilan etti.
Artık müzelerden eserleri kaldırılacak, sanat öğretisinden adları silinecek, bazıları cezalandırılırken geri kalanları da hayatlarını sürdürmek için Avangard süreci hiç yaşanmamış gibi tekrar bir zamanlar karşı çıktıkları döneme, kahramanlıkların yüceltildiği figüratif resme, melodik, Rus halk ezgilerini öne çıkaracak bestelere, devlet büyüklerinin idealist betimlemelerinin yer aldığı temsil ve kompozisyonlara döneceklerdi. Farklı ülkelere göçen az sayıda sanatçı ise bu emsalsiz dönemin etkilerini başka dünyalara taşıdı.
Üçüncü kattayız, ilk iki katta bütün bir tarihin üstünden geçtik, bu kadar detaylı olmasa da ana hatlarıyla aşina olduğumuz bir konu, ama bu yarım kalmış öyküyü unutulmaktan kim kurtarmış, bütün bu tamamlanmış ya da eskiz halinde duran çalışmalar imha edilmeden günümüze nasıl ulaşmış?
Önemli bölümü bu sergide görülebilen Costakis Kolleksiyonunda Rus Avangardının bütün dönemlerini temsil eden eserler ve arşiv malzemesi yer alır. Koleksiyon Avangard sanatçıların hemen hemen tam bir yelpazesini de kapsamaktadır. Bugün, Rus Avangard sanatçılarına ait eserleri bir araya getiren dünyadaki en erişilebilir koleksiyondur.

George Costakis 1913’te Moskova’da yaşayan bir Yunan ailenin oğlu olarak dünyaya gelmiş, yaşamının çoğunu Moskova’da geçirmiş. 1940’a kadar Yunanistan elçiliğinin şöförlüğünü yapmıştı. İkinci Dünya Savaşı nedeniyle elçilik kapanınca Costakis bu kez Kanada elçiliğinin şöförü olarak çalıştı. Görevleri arasında Moskova’ya gelen yabancı diplomatları antika ve sanat eseri satan yerlerde dolaştırmak da vardı. Özel bir sanat öğrenimi görmemişti, modern sanatı tanımıyordu, ama seyrek rastlanan estetik bir içgüdüye sahipti. 1946’da, Olga Rozanova’nın bir resmini tesadüfen görünce çok etkilendi ve erken 20.yy Rus deneysel sanatına ilgi duymaya başladı. Stalin döneminde 1934’de çıkarılan bir kararnameyle sanatta sadece Toplumsal Gerçeklik üslubu geçerliydi. Bu nedenle o dönemde Rus Avangard sanatçıların sergi açması yasaklanmıştı. Eserleri gizli yerlere kaldırılıyordu. Costakis bu sanatçıların aileleri, dostları ve yakın tanıdıklarıyla ayrıca hala hayatta olan Tatlin, Rodchenko, Stepanova, Chagall, Goncharova, Larionov, Kudriashov gibi sanatçılarla temasa geçti. Karşılaştığı bütün güçlüklere rağmen 1946-1977 arasında büyük bir koleksiyon meydana getirdi. Avangard sanatçıların değerini bilmemenin trajik bir hata olduğuna inanıyordu.

Costakis’in koleksiyon oluşturma taktiği Rus Avangard’ına dair eline geçen her malzemeyi toplamaktı. Koleksiyonuna sadece tanınmış sanatçıların tamamlanmış tablolarını değil, eskizleri, notları, öğrenci eskizlerini kısacası yararlı bilgi sağlayacak her şeyi katmıştı. Costakis 1977’de Moskova’dan ayrılıp Yunanistan’a yerleşti. Giderken koleksiyonunun önemli bir bölümünü Tretyakov Galerisine bıraktı. Atina’da 1990’da öldü. Koleksiyonunun 1277 sanat eserinden oluşan diğer bölümünü Yunan Devleti 2000 yılında satın aldı. Bugün bu eserler Selanik’teki Devlet Çağdaş Sanat Müzesi’nin ana koleksiyonunu oluşturmaktadır.
Sergi ziyaret tarihi 20 Mart Çarşamba
Yelda Ugan, Emirgan
02/04/2019
Bunu beğen:
Beğen Yükleniyor...