Midilli2

Güney Batı Rotası Eressos, Skala Eressos, Sigri

22 haziran sabahı Antik Helen döneminin “10. sanat perisi” ünlü kadın şair Saphou’nun memleketi Eressos’a doğru yola koyulduk. Burası çıplak kayalık tepeleri ve volkanik manzarasıyla Güney Batı’nın en dağlık neredeyse en kel bölgesi.

Sabah 09:00 da otelden çıktık. Petra, Skoutaros, Skalahori, Antissa kasabalarını takip ederek Eressos’un sükunet içindeki meydanına kadar arabayla geldik. Yol kasabaların içinden geçtiği için program da olmasa da buraları da görüp, kahvelerde oturan, evlerinin önünü süpüren, taş döşemeli sokaklarda yürüyen insanlarla kah selamlaştık, kah kaybolup adres sorduk.

sappho

Her kasabada olduğu gibi burada da park tabelasını takip ederek arabamızı ücretsiz otoparka bıraktık ve  meydandaki Sam’s Cafe’ye oturduk. Burayı Lübnan’lı Sam, Yunan karısı ve oğlu ile beraber işletiyor. Sam geniş esmer yüzündeki adalılara benzemeyen bir mahcubiyetle bizi Selamün Aleyküm diyerek karşıladı. Menüde hem Lübnan hem de Yunan yemekleri var. Biz sadece kahvaltı yaptık ama omlet bol soğanlıydı ve bana kalırsa menünün Lübnan tarafındandı. Eressos’un sokaklarında kısa bir tur yaptıktan sonra sağlı sollu dut ve kavak ağaçları arasından yaklaşık 4 km sonra Skala Eressos’a vardık.

Skala Yunanca’da iskele demekmiş.  Buralarda her dağ köyünün ya da kasabasının, deniz kıyısında isminin başına skala eklenmiş bir yerleşim yeri daha var.

Skala Eressos denizinin temizliği ile ünlüymüş diye duyduk. Gerçekten de İnce gri renkte, vücuda yapışmayan bir kumu,  2.5 km uzunluğunda çok güzel bir sahili var.

Skala’nın meydanından limana kadar uzanan yol boyunca restoranlar, hediyelik eşya dükkanları, küçük barlar ve kahvelerin arasından yürüdük. Buranın en iyi restoranlarında biri de Adonis olarak listemize almıştık ama köyde yaptığımız kahvaltıdan sonra yemek yiyemedik, birer sakızlı kahve içip kalktık. Sahildeki restoranlar denizden bir kaç metre yükseklikteki tahta verandalar üstüne oturtulmuş. Böylece hem deniz kumu korunmuş oluyor hem de restoranlar sahili işgal etmiyor, adil bir uygulama.

Hakkında çok şey duyduğumuz ve biraz da onun izini sürmek için Eressos’a geldiğimiz, şair Sapfo’nun tunçdan yapılmış heykeli önünde hikayesini dinledik.
M.Ö 600’lerede yaşayan şair Sappho (şairin ismi neredeyse her yerde farklı yazılmış) şiirlerinde aşkı ve kadın erotizmini büyük bir tutkuyla işlemiş. Çok güzel bir kadınmış Sappho ama aldığı bütün evlilik tekliflerini geri çevirirmiş. Çünkü erkekleri zorba ve baskıcı bulurmuş.
Midilli’de açtığı bir okulda genç Lesbos’lu kızlarla edebiyat ve şiir sohbetleri yapmaya, onları eğitmeye başlamış. Sappho’nun şiirleri ve genç kızların üzerinde bıraktığı etki adada var olan “düzene tehdit” olarak algılanıp tepkilere ve dedikodulara neden olmaya başlamış. Sappho da bir süre sonra baskılara dayanamayıp Sicilya’ya yerleşmek zorunda kalmış

O zamanlar kadın eşcinselliğine Sappho’dan esinlenerek Lesbos’lu anlamına gelen Lesbian adı verilmiş. (İngilizce’de Kanadalılar’a Canadian, İtalyan’lara İtalian denildiği gibi) Bir rivayete göre de Atinalı tiyatro yazarı Aristofanes yazdığı bir oyunda iki kadın arasındaki aşkı anlatmak için “Lesbos’lu” tanımını kullanır. Böylece lezbiyen kelimesinin temeli atılır.

midilli moni ipsilou manastırı ile ilgili görsel sonucu

Hala Eressos şehri lezbiyenlerin mabedi olarak biliniyor.
Geldiğimiz yoldan Sigri’ye doğru yola çıktık. Antissa tabelasını izledik. Gelirken de görmüştük ama Antissa yol ayrımında Sigri tabelası çok küçük ve silik yazılı o yüzden ayrımı kaçırmamak için dikkatli olmak gerekiyor. Yukarda da söylediğim gibi bölge volkanik olduğu için bitki örtüsü yok, yani mihenk taşı (landmark) olarak koyacağımız hiç bir iz yok. Ama yol rahat rahat ve geniş. Ayrımdan hemen sonra da Moni İpsilou manastırını takip ederek Sigri’ye varmak çok kolay. Burası güzel bir balıkçı köyü. Adada ilk kez burada denize girdik. Sahil yarım daire şeklinde. Göl kenarı gibi, Muğla ölü denizi hatırlatıyor. Kumların üstünde aralıklı bir kaç bank ve iki tane de kabin; ne bir şemsiye ne de şezlong. İsteyen eşyalarını yanında getiriyor. Biz de havlularımızı kumların üstüne serdik ve Ege’ye bıraktık kendimizi.
İyice acıkıncaya kadar yüzdük, güneşlendik. Sahilden  duyduğumuz, bizi mest eden  Rumca şarkıların geldiği yerde, Cafe Stiotorio’da çok lezzetli sardunyalar yedik. Bir de ızgara ahtopot istemiştik ama çok sertti, yiyemedik. Biz böyle zevk-ü sefa içinde keyif yaparken mesai bitmiş Sigri Petrified orman park müzesi kapanmış. Oysa buraya gelme nedenlerimizden biri de bu müzeyi ziyaret etmekti. Biz de hava kararmadan Sigri forest petrified parkını ziyaret etmek üzere gerisin geri yola koyulduk.

Parkın tabelası bizi gelirken de gördüğümüz yüksek bir tepeye kurulmuş olan Moni İpsilou manastırına kadar getirdi. Fosil parkı, taşlaşmış ağaçlar ormanını bu tepeden seyrettik. Yunanistan devleti Fosil Orman’ı 1985 yılında koruma alanı ilan etmiş. 2004 yılında da UNESCO Dünya Jeoparklar Ağın’a kabul edilmiş.

Manastır Orta Çağ filmlerindeki gibi tekinsiz bir sessizlik içindeydi. Arabayı bıraktıktan sonra dik kıvrımlı bir yokuştan yürümeye başladık. Hafif bir rüzgar ve kuş sesleri dışında hiç bir şey duyulmuyordu. Etrafta tek bir insan veya araba bile görmedik… tuhaf ürkütücü bir manzaraydı ama arkamızı dönüp, altımızda kalan çıplak dağların ardından denizi görünce heyecanlandık. Sanki adanın en tepesindeydik. Belki de öyleydi.

midilli moni ipsilou manastırı ile ilgili görsel sonucu

Manastırla karşı karşıya, askeri alan içindeki sevimsiz radarı ve füzeye benzer şeyi arkamıza alıp yokuşu çıkmaya devam ettik. Neredeyse üç insan boyunda, kemerli taş bir kapıdan içeri girdik. Birkaç adım sonra açık tahta bir kapıyı geçtik. Aradıklarımız oradaydı. Tahta kapının her iki yanında da üçer tane ağaç fosilleri duruyordu. Ağaç kütüğü şeklinde ama taş görünümünde hafif kızıla, mora çalan renkte 20 milyon yıllık fosiller!!

Manastırın bahçesinde rengarenk çiçekler etrafta dolaşan kediler ve tavuklar, tel örgülerle çevrili bir kümesin içinde keklikler vardı. Ama yine hayvanların ve rüzgarın sesi dışında çıt yoktu. İzinsiz girdiğimiz için korkuyla ilerledim sonra avlunun tam ortasında üst kattaki açık bir pencereden saçları uzun, sakalları göğsüne kadar inmiş siyahlar içinde bir papazla göz göze geldim. Memo görünürde yoktu. Vücut dilimi kullanarak etrafı gezebilir miyiz gibi bir şeyler demeye çalıştım. Hafif bir baş selamıyla gözden kayboldu. Sanırım “sıkıntı yok” demek istedi. Fosil ormanına açılan kapının önünde buldum Memo’yu. İkimiz de hem ürküyor hem de çok heyecan duyuyorduk. Ama yine de uzun uzun derin bir yamaçtan aşağı inen fosil ormanını seyrettik. Ve ormanın hikayesini dinledik.

Fosil ormanı; Lesvos adasının kuzey batı kısmında, neredeyse tamamı yanardağ kökenli taşlardan oluşan bir bölge burası ve dünyanın en güzel jeolojik miras anıtlarından biri. Koruma altında olan bölge yaklaşık 150 bin m2 alana sahip. Ormanın oluşumu 20 milyon yıl önce Kuzey Doğu Ege bölgesinde meydana gelen yoğun yanardağ faaliyetlerinden kaynaklanıyormuş.

Göremediğimiz Sigride’ki müze de 20 milyon yıl kuzey Ege’nin sahip olduğu eko sistemin gelişimini kaydeden ve canlandıran etkileyici br kolleksiyona sahipmiş.

Manastırın avlusuna tekrar girdik. Kapıdan çıkıyorduk ki bir kamyonetin arkasındaki çiçek tarhlarını boşaltan genç, uzun boylu bir rahiple karşılaştık, ilgili tavrı, aydınlık gülümsemesi bizi rahatlattı. Sonra yaşlıca iki rahip daha geldi. Çok misafirperver davrandılar. Kapalı olduğu halde telaşla anahtarları bulup bize manastırın müzesini gezdirdiler. Burası 8. Yy da kurulmuş. Rahipler hariç fotoğraf çekmemize bile izin verdiler. Duvarlarda 1302 tarihinde yapılmış temsili resimler, cam bölmeler içinde 1400-1700 yılları arasında yazılmış Rumca el yazması İnciller vardı.

 

Yelda UGAN

30/04/2019, Beşiktaş

 

Reklam

Midilli, karşı kıyı

2017 Haziran ayında gittiğim ve  tadına doyamadığım ada hakkında gelir gelmez bir yazı yazmıştım. Bir kaç arkadaşımın bu yaz tatil planları arasında Midilli’yi duyunca yazımı her hafta bir bölüm olmak üzere tekrar yayınlamaya karar verdim.

Yolculuk karşı kıyıda Midilli’ye, Nam-ı diğer Lesbos’a..

img_0866-effects

20 Haziran sabahı İstanbul’dan yola koyulduk. 1. Köprü Tem otoyolu ve Gebze’den hemen sonra Orhan Gazi köprüsünden Altınova’ya bağlandık. Ben buradan Bursa hatta Balıkesir’e kadar olan yolu Haziran ayında çok seviyorum. Yol çalışması için oyulmuş kayaların kızıl lekeleri, yemyeşil tepelere kurulmuş küçük köyler, güne bakan çiçek tarlaları yaklaşan sıcakların tesellisi gibi geliyor bana. Her taraf yemyeşil, hava serin, 19 derece. Son bir kaç gündür yağan yağmurlardan sonra mis gibi bir ot kokusu sarmış havayı. Arada bir bulutların arkasına saklanan güneşle köşe kapmaca oynayarak ilerliyoruz.

Sık sık leyleklerle karşılaşıyor, onları havada gördük diye seviniyoruz. Bursa Karacabey’e yaklaşırken sağ tarafta üzerinde leylek resmi çizilmiş büyük bir ilan panosu gördük, Panoda 8-9 Temmuz 13. Uluslararası Leylek Festivali yazısını okuyabildim ancak. Sonra internetten araştırınca burasının yani Karacabey’in Eskikaraağaç köyünün Avrupa Leylek Köyleri Birliği’ne üye olduğunu ve 2017 yılında da festivale ev sahipliği yapacağını öğrendim.
Ulubat gölü kenarındaki bu eski Rum köyünün ziyaretçilerini daha iyi ağırlayabilmek için Karacabey belediyesi çeşitli önlemler almış: Mesela leylekler takılıp yaralanmasın diye elektrik tellerini yer altından geçirmiş, olmadı reflektör takmış, kalan elektrik direklerinin üzerine de tahta yuvalar yapıp, beslenmeleri için de meralarda leyleklere özel çalışmalar yapmışlar. Leyleklere özel yaz menüsü!
Ayrıca aileler, bu düzenli ziyaretçilerinin birini sahipleniyor ve her yıl takip ediyorlarmış. Takip yöntemi konusunda hiçbir fikrim yok ama belli ki köylüler evlerine huzur getirdiklerine inandıkları bu misafirlerini çok seviyorlar.
Midilli’yi yazarken, daha karşı kıyıya geçmeden leylekleri anlatmam başlangıçta bir rastlantıydı ama oraya gidince öğrendim ki ada da kuşların göç yolu üzerindeymiş ve her yıl yüzlerece meraklı kuş gözlemcisi sırf bu yüzden adayı ziyaret edermiş.

Edremit Savaştepe yol ayrımından Altınoluk’a geldik ve saat 09:00 da Ayvalık’tan kalkan hızlı feribota yetişmek için burada konakladık.

Önemli bilgi!! Arabanızı mutlaka pahalı filan demeyin otoparka (limana çok yakın büyük bir otopark var) koyun. “Yok bir şey olmaz!” diyenlere aldırmayın, resmi görevli de olsa dinlemeyin! Biz, yapmayın dediğim herşeyi yaptık ve arabayı limanın karşısındaki eski taş binanın önüne koyduk. Maalesef döndüğümüzde araba yoktu. Arabayı bulmak ve almak öyle İstanbul’daki kadar da kolay olmadı, bir dolu işlem yapmak, aracılara dil dökmek ve beklemek  zorunda kaldık. Üstelik otoparka vereceğimiz paranın yaklaşık üç katını harcadık.

p_20170621_083910_1_p

Ayvalık’ın batısından uzanan Cunda Yarımadası’nın yanı başından süzülerek geçtik. Ege’nin Türk tarafını arkamızda bırakarak karşı kıyıya doğru yola çıktık. 45dk sonra Yunan kıyılarında Midilli’deydik. Burası Yunanistan’ın 3. Büyük adası, 1630 m2.
Gümrük işlemleri, araba kiralama derken önümüze adanın haritasını açıp kuzeye Molivos’a doğru yola çıktık. Bize iki yol önerdiler; biri sağımıza Türkiye’yi alıp kıyıdan Thermi üzerinden 1.5 saat sürecek bir yol. Diğeri ise, içerden, solumuza Kalloni körfezini alarak kuzeye çıkacağımız yaklaşık 50 dk sürecek olan diğer yol. Biz kısa olanı tercih ettik.

p_20170621_121810_1_p

Otelimiz Villa Molivos Castle, sekiz tane taş evden ibaret. Evler iki katlı ve  tamamı Molivos açıklarından batan muhteşem gün batımını görüyordu, Petra’ya bir, Molivos’a iki km uzaklıktaydı. Sabahları, anayolun altına, denize doğru olan tarafına kahvaltıya gelen, tarçın rengi keçilerin çıngırak sesleriyle uyanıyorduk.
Bir sabah otelden Molivos’a kadar yürüdüm. Yolda, Petra- Molivos arasında yürüyüş yapan yaşlı ama dinç turistlere rastladım, çok iyi görünüyorlardı.  Adanın farklı yerlerinde de karşılaştığımız gibi bu yol üzerinde de binlerce yıllık ağaçların, fosilleşmiş bitkilerin korunduğu doğal bir park var. Sanki  bizim Ege gibi çok tanıdık, her taraf zeytin, incir, yaban ahlatı, keçi boynuzu, akasya ağaçlarıyla dolu. Havada da kekik ve ada çayı kokusu..p_20170624_203641_1_p

Gezimiz boyunca Molivos’a sık sık gittik. En çok da limandaki Sea Horse otelinin restoranına uğrayıp Yunan birası Fix ve Yunan şarabı Rose Garalie içtik. Hemen masamızın önündeki marinaya yanaşmış envai çeşit balıkçı tekneleri, hiç aceleci ve ısrarcı olmayan misafirperver zarif garsonlar, sokaklarda asılı saksılardaki renk renk petunyalar bize huzur verdi. Muhtemelki Haruki Murakami’nin Sputnik Sevgilim kitabındaki Yunan adası burası, Midilli. K da feribottan Molivos’a iniyor. Bir Japon gözüyle ilk şaşkınlığı denize karşı oturmuş yaşlıları görünce oluyor. Diyor ki, “sanki kim denize daha uzun bakacak yarışması yapıyor gibiydiler”p_20170624_074817_1_hdr_p

Adanın kuzeybatı ucundaki Molivos, ortaçağ kalesi etrafına kurulmuş, denize kadar uzanan, sit alanı ilan edilmiş antik bir kent. 18.yy dan kalma duvar resimleriyle süslenmiş konaklar var. En ünlüsü de Glannakou konağı.  Bütün evler taştan ya da ahşaptan yapılmış. Evlerin hanımeli, begonvil ve yaseminlerle dolu avluları, asırlık  taş döşemeli sokaklara açılıyor. Adada her yerde olduğu gibi burada da yaşam evlerin dışında, sokakta sürüyor. Adaya özgü bir tarzları olan rahat ama şık giyimli Molivos’lular,  sokaklarda, tavernalarda ya da evlerinin önünde birbirleriyle muhabbet içindeler. Açık kapılardan evlerin içi görünür. Koltuğunda oturan güngörmüş kadınlar beyaz dantel örtülü etejerin üstündeki gramofondan müzik dinlerken, selamınızı alır.

p_20170621_173036_1_p-effects

Limana inen taş yoldan yukarı, kaleye doğru bakınca,  kayadan duvarlara asılı gibi duran ahşap balkonlar görünür. Buralarda denizden batan güneşi seyrederek günü uğurlamak Molivos’da yapılacak en güzel şeylerden biri, biraz meze, biraz balık, bir kadeh de uzoyla. Hamam restoran da bu mekanlardan biri. Hala çalışanların gülen yüzlerini ve yan masada kırmızı şarabını yudumlayan askılı, uzun gece elbisesinin içindeki güzel kadını hatırlarım. Kıyıda mekanlar daha geniş olduğu için buradaki restoranlarda canlı müzik de var. Ama benim favorim limandaki küçük restoranlarda emektar müzisyenlerden tanıdık bildik ezgilerle Yunanca şarkılar dinlemek oldu.

Yelda UGAN

23/04/2019, Beşiktaş

Ester Lüsyen

 

621ed9b3-dae3-4978-8b19-e9895f1c1c4fMenünün 34. sayfasında siyah beyaz bir fotoğraf vardı, 1984’de kapanan çikolata fabrikasının fotoğrafı. Bir çay söyledim, arkadaşımı bekliyordum, arkadaşımı beklediğimi garsona da öğrendi. “Ay öyle mi!” dedi, omuzumu da tıpışlayacak oldu ama elleri benden öncekilerin içtiği boş kahve fincanlarıyla doluydu. 

İlk şube Beyoğlu Deva çıkmazında, Loryan ismiyle açılmış, sene 1923 “Nevi şahsına münhasır, kendinden menkul bir İstanbul müessesesi…” kurucu Lenas, Arnavutluk ile Kuzey Yunanistan arasındaki Epir’den yirminci yüzyılın başında İstanbul’a göç etmiş. Daha 16 yaşındaymış geldiğinde…bir zamanlar Paris’in Cafe de Flore’siymiş sanki, kimler gelirmiş kimler…Oktay Akbal, Behçet Necatigil, Atilla İlhan, Orhan Kemal, Tomris Uyar, Leyla Erbil….. menü değil mübarek, külliyat! Gizlice çantama attım. Gözümü kapıdan alamıyorum, giren çıkan herkese kafamı kaldırıp bakıyorum, bu benim bekleme tikim, bazılarıyla göz göze geliyorum, garsonlarla üçüncü göz temasımda utanıyorum, hiç güzel değil.

Tek bir eylem midir beklemek? Başka bir şeyle ilgilenirsem beklemiş olmaz mıyım? Ya da daha mı az beklemiş olurum, kıymeti kalmaz mı? Beklenen kişi gelince anlar mı?  “Bu nasıl bekleyiş hiç beğenmedim!” Der mi? Keşke böyle olmasam,  mesela ertelemesem de, burayı mesken tutan müdavimlerin yazılarını okusam, ellili yılların edebiyatçılarını, dalıp gitsem, beklediğim gelince de şaşırsam. İneceğin durakta uyanmışım gibi ama nerdee! Ben bilirim kendimi, hatta kavuşmamızdan sonraki ilk bir kaç dakika boyunca bile tikimi durduramaz, bakar dururum kapıya.

Kül tablasını arkamdaki boş masaya koydum içmemişim gibi. Bir elimde yarım bardak çayım, diğerinde tesbih çeker gibi çevirdiğim tükenmez kalemim, masada ince belli cam bardağın altı, içinde garsonun öbür eliyle tuttuğu çay tepsisine koymayı unuttuğum çay kaşığı, bir de açık defterim, yan yana iki boş çizgili sayfa, sağ üst köşeye tarih atınca  çantamdaki menünün dördüncü sayfasından  Salah Birsel’in sesini duydum, Sait Faik de takılırmış buraya -buraya dediysem Beyoğlu’ndaki şubeye, belki Burgaz Ada’ya giderken, Kadıköy’de mola vermiş, buraya da uğramıştır.  Pangaltıda Çıfıtçılar çarşısındaki evinden çıkar Deva çıkmazına kadar yürürmüş. Pastaneye vardığında cebinden sarı bir defter çıkarır yazarmış; İşsiz aktörler, çocuk öykücüler musallat olurlarmış ona, o da sinirlenir küfrederek kendini İstiklal caddesine atarmış.

Zihnimde sayfalarca yazarken bardağı tabağından bir kaç santim ileri koyuyor, sevenleri ayırıyorum, çok gürültü yapıyorlar, bilinç akışım kevgire dönmüş patlak bir boru gibi. Garson gelince boş bardağı vermiyorum, “hayır almayın lütfen, siz bana ikinciyi getirin boş bardak burda kalsın, yoksa beklediğim anlaşılmaz…” demiyorum elbette ama yine de uğraşıyorum kendimle.  

“Ester Lüsyen? Yes it does lüsyen, No it does’nt. Onlu yaşlarımızda, kızkardeşim Vuslat’la kimse anlamasın diye aramızda şifreli konuşurduk. Astarım sarkmış mı ya da sütyen askım görünüyor mu? Demekti meali.”  Sen anlatırken defterimi çıkarıp not almıştım. Emirgan’da kahvaltı yapıyorduk hani, o sabah taksiden atlı köşkün önünde inmiştik, daha sabah dokuz bile olmamıştı ve boğazda sis vardı. 

Üzerinde siklamen renkli siyah beyaz şal desenli bir elbiseyle bavulunu sürüyerek geliyor işte, poplin elbisesi dizinin hemen üstünde başlayıp ince ip askılarla güzel gerdanını bile isteye çıplak bırakmış. Bir keresinde liste yapmıştık, en beğendiğimiz yerimiz neresi diye, o, “döşüm güzeldir benim” demişti ve döşünü listenin başına koyduk, ben ne demiştim hatırlamıyorum, belki bu kadar sarkmadan önce memelerim demişimdir. Başımı iyice eğdim, kolyemi düzeltir gibi, gömleğimin yakasından göğüs çatalımı görene kadar içeri baktım. Bavulun tekerlekleri pastanenin bahçe kapısındaki çıkıntıya takılınca durdu, aramızda bir kaç metre mesafe kalmıştı, ayağa kalktım, bavulu kurtarıncaya kadar gülümseyerek baktım ona, yanına gidip yardım mı etsem yoksa burada masada mı beklesem? Kısacık üç beş saniye öylece durdum.

İkimiz aynı anda konuşuyor, aynı anda susuyor bir türlü ritim tutturamıyoruz. Ona bırakıyorum, bekliyorum. “önce bir kaç telefon etmem lazım” diyor sonra konuşmaya devam ediyor, akşam kaldığı arkadaşları o daha uyurken evden çıkmışlar. Sırt çantasından çıkardığı mavi ojeyi tırnaklarına sürerken “Pardon bir menü alabilir miyim” diyorum yanımızdan geçen garsona utanmadan, iki çay bir montebianco bir monşeri geliyor biraz sonra, pastalar çok şekerli, tatları isimleri kadar havalı değil. Bu akşamki lise buluşmasından sonra onlarda kalmayacakmış, bize yarın gelebilirmiş. Pazar günü adaya gitmek istiyormuş, ben gelebilir miymişim? Kimse gelmese de gidermiş, orası ona iyi geliyormuş. Havaalanında bavulunu emanete bırakmalıymış ama iki gün de burada İstanbul’da takılmak, transferi iptal etmek son anda gelmiş aklına, ani bir kararla işte buradaymış. 

“Seninle iskeleye kadar gelirim” diyor, yaşlı garsonun gösterdiği yere bavulu yerleştirip çıkıyoruz. Artık numara yapıyorum, onu ilgiyle dinliyormuşum gibi kafamı sallıyorum. Arada yüzüm ona dönüyor, gözlerine bakıyorum. 

“Vuslat nasıl?” Diye sordum, buluşma heyecanıyla uyuyamadığımdan filan bahsetmedim, “çocuk da arkadaşında kalacak bugün, beni evde bekleyen yok” da demiyorum. Söylemiyorum işte, bu aralar o aşina tuhaflığım yine üstümde., sevgiliye sitem eder gibi…sesim titrer diye, anlar diye korkuyorum. “İstanbul’a geliyorlar, sana değil!” Diyen sese cevap vermiyorum, çok işim varmış gibi “çeyrek kalaya yetişsem bari” diyorum. 

Işıklarda durduk, uzaktan, Haydarpaşa’nın önünden vapur iskeleye doğru süzüldü, telefonunu çantasına koyup koluma girdi. Bir an bulutlar mı aralandı, yoksa bana mı öyle geldi bilemedim, parlak gün ışığıyla Ayasofya’nın yanakları kızardı. “çeyrek geçe gider misin?” Diye sordu, “giderim” dedim hiç düşünmeden, nazlanmadan, “ama filan” demeden. Uzun bir süre önümüzdeki güzel görüntüye, erken akşam üstünün güz güneşiyle pırıldayan denize, hatta, limandaki kız kulesinin zamane koruyucuları turuncu metal zürafalara bile zevkle bakarak durduk.

Mitra

20/04/2019, Kadıköy  

Emel Mathlouthi veya Meslusi

 

img_2336

Sahnede küçük bir kadın, üç kişilik bir ekip, davul, piyano, bateri. Arkada, barkovizyonda şarkıların ruhuna eşlik eden görüntüler, kah Sarı Yelekliler, kah Filistinli protestocular, masumane çocuklar, kızıla çalan deniz, karlar altında uzun ıssız yollar ve davulun sesiyle renkten renge giren ışıkların dansı. Kapıya kadar dolu küçük bir konser salonu, yukarda balkon da dolu. Konsere yarım saat kala gişeden aldık biletleri, hakkında çok az şey biliyoruz; Tunuslu, Arap Baharı’nın yaşandığı günlerde “Kelmti Horra” şarkısı bölgenin marşı olarak bilinmiş, “Kelimelerim Özgür” demiş.

Psm’de caz günleri başladı, bütün salonlar dolu. Emel, soyadını ağzımda yuvarlıyorum “Studio’da, iki kat aşağı inin!” diyor üniformalı, genç bir adam. Bir daha kimseye sorma ihtiyacı duymuyoruz. Yanımızdan, önümüzden Arapça konuşan insanlar geçiyor, onları takip ediyoruz, türbanlı ya da değil ama kız erkek hepsi spor ayakkabılı, sweatshirtlü, çok esmer, çok güzel, çok makyajlı…nereye gittiklerini ve kime geldiklerini biliyorlar, son versiyon havalı telefonlarını uzattılar, siyahlı bir adam ve kadın birer bip sesiyle kare barkodları okudu. Gece onlarındı, Arapça, İngilizce, Fransızca…bütün şarkılara eşlik ettiler, onların olan her şeye sahip çıktılar.

Sahnede oryantal bir ahenk beklerken o kollarıyla kanat çırptı, ayaklarını yere vurarak, dönerek dansıyla, vücuduyla isyan etti  ve “sözüm özgürlüktür” dedi. Biraz Joan Baez, biraz Mercedes Sosa, biraz Sinead O’Connor, çokça Emel Mathlouthi’ydi.

Özgür olanım ben ve asla korkmayan, / Sonsuza dek yaşayacak sırrım ben. / Benim vazgeçmeyenlerin sesi ! / Benim tüm bu kaosun orta yerindeki tek gerçek anlam ! // Satılmış köpekleriyle, / Halkın günlük ekmeğini çalan, / Ve düşüncenin yüzüne kapıları çarpan zalimlerin / Boğazında kalacak olan kılçığım ben. // Özgür olanım ben ve asla korkmayan / Sonsuza dek yaşayacak sırrım ben. / Benim vazgeçmeyenlerin sesi / Bilin ki özgürüm ben ve / Sözüm özgürlüğün sözüdür.. // 

img_2311

 

 

Filistin’de doğdum /Adsız yerlerden geldim /Toprağım yok Anavatanım belirsiz/ Ateşler yakıyorum parmaklarımla /Ve sana şarkılar söylüyorum kalbimle /Yürek telim gönül yakıyor /Filistin’de doğdum Yerim yok, toprağım yok, yurdum yok…//

 

 

 

Yelda UGAN

09/04/2019, Beşiktaş

Rus Avangardı, Sanat ve Tasarımla Geleceği Düşlemek

 

img_4023-effects

Atlı Köşk’te sergiye gitmek, şehre yeni gelen bir filmi görmeye gitmek gibidir. Zaman kısıtlıdır ve sergi toplanmadan gitmek gerekir. O gün iyi planlanmalıdır.  Emirgan pek de yolumuzun üzeri sayılmaz, geçerken uğrayamayız. Rotamız o gün sadece orası olmalı. Yalnız gitmek olmaz, en az bir tane kafa dengi arkadaş lazım. Hava güzel olmalı, mesela parlak bir kış güneşi…ama yağmur-çamur, rüzgar olmasa da olur.  Çınaraltındaki kahvede uzun bir kahvaltı yapılmalı, sohbet, muhabbet derken zamanın nasıl geçtiği unutulmalı, sonra yürüyerek, müzenin beyaz alçı boyalı ferforje demir kapısından kibar bir selamla içeri girilmeli. Kibar selamını aldığınız üniformalı bey size nerden bilet alacağınızı göstermeli ama o gün Çarşamba olduğu için gişedeki kadın nezaketle “bugün bedava” demeli. Önümüzde hala el değmemiş saatler varken, arnavut kaldırımlı yoldan kıvrılarak aheste aheste mermer verandaya kadar çıkmalıyız ….zemini yeni bir renkle giydirilmiş müze duvarlarının önünden ağır adımlarla geçerken gördüklerimiz, yeni şeyler fısıldamalı…fotoğraflar var ama eve ordan bir şeyler de götürmek isteriz, müze dükkanından  bir kartpostal, ya da bir tablonun magnetini mesela……Kanlıca, Küçüksu, Beylerbeyine nazır son bir kahveden sonra dönüş yolunda “boğaza daha sık gelmeliyim” diye hayıflanmalıyız.

İşte başlıyoruz….yazılı bir eserden kaynak gösterilse dahi ne kadar alıntı yapılabilir? Sergideki eserlerin fotoğrafları ve onları açıklayan yazılar için de alıntı limiti var mı? Varsa bu yazının sonunda suç işlemiş olur muyum? Bilmiyorum ama içerden aktarmaya başlıyorum.

“Sergide yer alan eserler 20. yüzyılın başında yaşanan teknolojik gelişmeler ve sanayileşmenin coşkusuyla yüzünü bilime dönen ve dünyanın da sınırlarını aşarak düşlerini uzaya kadar taşıyan avangard sanatçıların ilerlemeye duydukları inancı yansıtıyor.”

Sergi bu girizgahla başlıyor. Sanatı hayatın her alanına yaymayı hedefleyen sanatçılar ve  akımlar, resim, mimari, tasarım, edebiyat ve tiyatro, kronolojik bir sırayla sürüyor. Arka planda da bütün bu oluşumları belirleyen siyasi katmanlar.

1870 Akademizmi reddin devrimci ateşiyle yola çıkan bir grup sanatçı Gezici Sergiler Deneği’ni kurdu.

1875 Demokrasi ile tutuculuk arasındaki çatışma Osmanlı İmparatorluğu’na da sıçradı. Mithat Paşa önderliğindeki bir grup Osmanlı Liberali Sultan Abdülaziz’i devirdi. Hazırladıkları ilk Osmanlı Anayasası 2. Abdülhamit tarafından kabul edildi ve kısa ömürlü 1. Meşrutiyet dönemi başladı.

1878 Yerini sağlamlaştıran Abdülhamit’in Anayasayı askıya alıp otokratik rejimi geri getirmesiyle dalga tersine döndü. Bu reform, restorasyon gelgiti Rusya’da ve Doğu Avrupa’nın başka yerlerinde yaşanmakta olanlarla paralellik taşıyordu.

1903, 30 Temmuz – 23 Ağustos Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin Brüksel’de başlayıp Londra’da sona eren ikinci kongresi, örgütlenme politikası konusunda son derece önemli bir tartışmaya sahne oldu. Giderek dünya çapında tarihsel önem kazanacak olan bu tartışmada, daha sonra Menşevikler olarak tanınacak olan Martov ve destekçileri, devrim ile parlementer reformlar arasında gidip gelebilecek daha normal ve Avrupa tarzı bir demokratik kitle partisi fikrini savunurken Lenin tamamen devrime adanmış yeni tip bir parti öneriyordu. Sonuçta Lenin ve destekçileri, az bir farkla galebe çaldı ve çoğunluk anlamına gelen Bolşevik adıyla anılır oldular.

Nazi Almanya’sının Sovyetler Birliğine saldırdığı 22 Haziran 1941 Barbarossa Harekatı’na kadar tarihin üstünden tek tek geçiliyor.

Rusya’dan Sovyetler Birliğine, Avangard öncesi döneme, lubok baskılara derken ister kadim ister modern, bütün devlet kurma süreçleri kendi efsanelerini yaratır ve yayar. Devrimler de öyle. 20 yy liderlerinin yanılmazlığı etrafında kişiye tapma kültleri oluşturulur. Gerçek bir demokrasi söz konusu olmasa da demokrasi fikri o kadar etkilidir ki, kişisel diktatörlerin veya parti diktatörlerinin güçlerini halktan almış olmaları, halk tarafından sevilmeleri ve halkın rızasıyla hüküm sürüyor olmaları gerekir. Bu noktada görsel medya (fotoğraf, film ve televizyon) yazılı basından da önemli bir rol oynar.

1922’de iktidara gelen İtalyan faşizminden sonra Naziler de yürüyüş, gösteri ve toplantılarını özenle kurgulayarak, siyasetin estetikleştirilmesi denen yöntem ve yaklaşımın ustası oldular.

Fakat bu iş daha önce Sovyetler Birliği ile başlamıştı. 7-8 Kasım 1917’de Bolşevikler Kışlık Saray’ı kolaylıkla ele geçirdikleri hiçbir direnişle karşılaşmadıkları halde 1920’de devrimin 3. yıldönümünde hazırladıkları bir mizanseni filme çekerek sahte bir gerçeklik yarattılar.

img_1914

19.yy sonu, 20.yy başında devrimden önceki Rusya’ya bir bakalım.

Ekonomi, bir bütün olarak geri bir ülke; müjik  denen milyonlarca köylünün, Batı standartlarına göre hayli ilkel yöntemlerle çalıştığı çok geniş bir tarım sektörü. Hukuki serflik boyunduruğunun 1861’e kadar sürmesi Çar 2. Alexander’ın serfliğe son vermesinden sonra da köylülüğün soylulara bağımlılığının devam etmesi.

Fakat aynı zamanda, hızla gelişen bir endüstri ve dolayısıyla esas olarak iki büyük şehirde Moskova ve St. Petersburg’da yoğunlaşan bir işçi sınıfı.

Toplum, en altta köylüler, onların üstünde yeni kent burjuvazisi ve aynı derecede yeni işçi sınıfı. Daha üstte nihai güç odağı olan Çar ve sarayı etrafında yörüngeye girmiş, büyük toprak sahibi yarı Avrupalı aristokrasi. Hanedan ve soylularla birlikte en üst iktidar üçgeninin son köşesini tamamlayan Rus Ortodoks Kilisesi. Bütün bu düzene çoğunlukla düşman kesilip baskıdan ve gerilikten kurtulmak için “ne yapmalı?” sorusuna cevap bulmaya çalışan bir yazarlar, ressamlar, şairler, filozoflar ve öğrenciler, görece kalabalık bir intelligentsia.

İdeoloji, büyük oranda ataerkil, dinsel bir otorite. Kamusal alanın, siyasi partilerin, seçimlerin, özgür basının olmadığı dolayısıyla isyan ve ihtilale alternatif gösterilebilecek demokrasi diye bir şeyin olmadığı ve savunulmadığı bir ortam.

img_1915Batıdan gelen yıkıcı fikirler, bu dönemde Avrupa’da her şey, bilim ve teknoloji, kapitalizm, endüstri, işçi sınıfı, işçi mahalleleri, blok apartmanlarda yaşam, futbol kulüpleri, üniversiteler, eğitim sistemleri batıdan doğuya yayılıyor. Ve tabii sanat.

Rusya’da özellikle 1917-1932 arası sanat, hem devrim öncesindeki apolitik sanatın soyutlama konusunda gösterdiği ilerlemeyi, hem de daha geniş konularla ilgilenerek devrim öncesi sanat akımlarının toplum ve sanat arasında açtığı mesafeyi kapatma amacını benimsemiştir. Dolayısıyla Rusya’da sanatın bu dönemi hem devrimden önce gelen ve “sanat için sanat” düsturuyla hareket eden akımların reddine, hem de sanatı toplumun hizmetinde yeniden formüle eden yepyeni kavramların doğuşuna tanıklık eder. Bu dönemde devrimin getirdiği yeni dünya düzeni fikriyle kolektif bir çalışmanın ürünü olarak tiyatroda sahnelenen oyunların dilinden tasarımına, inşaasından sahnelenmesine radikal değişiklikler görülür. Tiyatro sahnesi, toplum ve sanat arasında köprü kurmada benzersiz bir önem kazanır.

Örneğin “Yüce Gönüllü Aldatılan Koca” nın 1922’de sahnelenmesi, oyunun baş karakteri genç kocanın karısı tarafından aldatılacağına dair derin paranoyasının köy halkı üzerindeki sarsıcı ve güldürücü etkisi.

“Yüce Gönüllü Aldatılan Koca” sahnesinde dünya, bir fabrika işçisinin her gün şahit olduğu çevresinden farklı değildir. Hayat ve sahneye karşı bu devrimci ve birleştirici tutum oyuncuların işçi tulumlarına benzeyen kostümlerinden sahne tasarımının durağan halinde dahi gerilim ve hareket hissi veren formlarında açıkça görülür.

Devrime kadar toplumun orta ve üst katmanlarına ait bir ayrıcalık olarak görülen tiyatro sahnesi artık her kesimden insanın hem izleyicisi, hem katılımcısı olacağı bir festivale dönüşür. Devrimi takip eden on sene içinde her ay binlerce oyun sahneye konulur ve bu oyunları milyonlarca kişi izler. Böylece tiyatro Rusya tarihinin en karmaşık dönemeçlerinden birinde her kesimden insana ulaşacak ve herhangi bir mekanı bir tiyatro sahnesi olarak baştan kurgulayarak etkin bir kitlesel harekete dönüşecektir.

img_1922

Üretimde Sanat, bir çok sanatçı St. Petersburg’daki Devlet Porselen fabrikasında çalışıyor, Sovyet evlerinde kullanılabilecek sofra takımları tasarlıyordu. Sanatçıların tasarladıkları, giysiler ve işçi üniformaları Devlet Tekstil Basma fabrikasında üretiliyordu. Bu sanatçılar dokuma tasarımlarında geleneksel dekoratif motifleri bir yana bırakarak basit geometrik desenlerden ve sınırlı sayıda renkten oluşan yeni desenler yaratmışlardı.  Bu yaklaşımın temelinde giyimi bireysellik simgesi olarak gören burjuva algısının yerine Sovyet vatandaşları için pratik giysilerin seri üretimini yapmak fikri vardı.

Bir çok sanatçı tiyatro prodüksiyonlarında ve yeni gelişen sinema sanatı için çalışıyordu.  Sanatçıların bir çoğu geleneksel resim araçları yağlı boya ve tuvalle bağlarını koparmış ve çalışmalarıyla tasarım, grafik ve mimarlık alanlarında uygulanabilir fikir ve çözümler sunarak sanatı kitlesel üretimin devrimci hizmetine sokabilmek için fen bilimleri, mekanik, fizik ve geometri öğrenmeye yönelmişti.

Ekim Devrimi’nden ve Sovyet devletinin gücünü pekiştirmesinden sonra avangard sanatçılar ideolojik açıdan komünizme hizmet etme ve sanatsal yaratıcılıklarını yeni yapılandırılan toplumsal sistemin ve gündelik yaşamın ihtiyaçlarının karşılanmasına adama gereğini duydular. Sanatı proleteryanın eğitiminin önemli bileşenlerinden biri olarak addeden Bolşevik yönetim Halk Eğitim Komiserleri atadı. Bu komiserlerden Lunacharsky özel koleksiyonları kamulaştırarak Kışlık Saray’ı müze haline getirdi.

Avangard sanatçılar evrenin fethedilmesine dair fikirlerle de ilgilendiler. Uçma kavramı, insan doğasının mutlak alt edilişini ve teknolojinin zaferini temsil ediyordu ve bu temsil, sanatçıların, geleceğin toplumunun uzaya yayılacağına dair inançlarının kanıtıydı. 1924’te çekilen, “Mars’ın Günbatımı” adlı bir bilim kurgu kitabından uyarlanan “Aelita” filmi gibi. Mars’a giden bir Rus mühendisinin kendini buradaki bir proleter ayaklanmanın ortasında bulmasını ve gezegenin prensesi Aelita’yla aşk yaşamasını konu alır.

img_1926

Devrim dev boyutlu çok uluslu Rus imparatorluğu içinde, politik, ekonomik, toplum ve kültürel alanlarda kalkınma amaçlamıştı.

Ama bunun dışında ulusal, politik ve sosyal kurtuluş hareketlerini teşvik etmek, sadece ülke içinde değil, ülke sınırları dışında da sanatçılar ve sanatla uğraşan herkes için esin kaynağı olmak iddasına da sahipti.

Ne varki, yeni toplumu inşa etmek, aynı zamanda terörle ve farklı düşünenleri bastırma ile de iç içe girmişti.

Rusya’daki devrimci olaylar, dünya çapında etkili oldu ve kalıcı sonuçlar doğurdu. Sovyetler Birliği, uluslararası siyasi ortamı değiştirmişti. Bu siyasi dönüşüm bütün 20. yy için geçerli oldu. Neredeyse bütün dünya devletleri özellikle de Avrupa devletleri, devrime farklı bir biçimde tepki gösterdiler. Bu tepkiler arasında coşkulu bir hayranlık olduğu kadar, inkar ve komünizmin yayılmasından duyulan korku da vardı.

Gelişmeler sonuçta büyük göç akımlarına da yol açtı. En az bir milyon Rus mülteci dünyanın her yerinde kendilerine yeni bir vatan arayışına girdi. İnsanlar kitleler halinde savaş ve şiddetten kaçtı. Bir kısmı ise Bolşevikler tarafından sınır dışı edildi.

img_1924

Rüyalar ve Gerçeklik, Çarlık döneminin her türlü baskısını görmüş, hapis ve sürgün cezaları ile tehdit edilmiş ve bu cezaları çekmiş aydın kesim ve sanatçılar için 1917 devrimi yaşamlarında yeni bir dönem olarak algılandı, özgürlük umutları coşkuyla karşılandı.

Ülkedeki kaotik ortam ve sonrasındaki iç savaş ile uğraşan Bolşevik yönetimin henüz katılaşmamış tutumu tarihte çok az şahit olunacak bir topyekün sanat hareketine zemin hazırladı.

Tiyatro, edebiyat, müzik, mimari, plastik sanatlar, bilim ve resim alanında müthiş bir enerji, coşku dolu işbirlikleri, yaratıcı projeler ve eserler üretildi. Yeryüzüne sığmayıp uzaya güneşin fethine uzayan hayaller ütopyalar gerçekleştirilmeye çalışıldı.

Bugün geriye bakıldığında bu kısacık 30 yıllık ömründe Rus Avangard olarak adlandırılan sürecin ne denli önem taşıdığı ve günümüz sanatına ne denli önemli bir yol döşediğini görmekteyiz.

Stalin’in artan gücü ve Sovyet sanatı için öngördüğü “Sosyalist Gerçeklik” modeli elbette Avangard sanatçıların her türlü yenilikçi düşünce ve eleştiriyi içinde barındıran idealleri ile örtüşmeyecekti.

Giderek artan baskı ve müdahaleler ve nihayet 1932’de düzenlenen ve Avangard’ın dışlandığı “Devrimin 15. yıl sergisi” Rus Avangard sanatına da sanatçıya da son kapıyı kapadı. Resmi ideolojinin dışındaki her sapmanın rejim düşmanlığı olacağını bir anlamda ilan etti.

Artık müzelerden eserleri kaldırılacak, sanat öğretisinden adları silinecek, bazıları cezalandırılırken geri kalanları da hayatlarını sürdürmek için Avangard süreci hiç yaşanmamış gibi tekrar bir zamanlar karşı çıktıkları döneme, kahramanlıkların yüceltildiği figüratif resme, melodik, Rus halk ezgilerini öne çıkaracak bestelere, devlet büyüklerinin idealist betimlemelerinin yer aldığı temsil ve kompozisyonlara döneceklerdi. Farklı ülkelere göçen az sayıda sanatçı ise bu emsalsiz dönemin etkilerini başka dünyalara taşıdı.

Üçüncü kattayız, ilk iki katta bütün bir tarihin üstünden geçtik, bu kadar detaylı olmasa da ana hatlarıyla aşina olduğumuz bir konu, ama bu yarım kalmış öyküyü unutulmaktan kim kurtarmış, bütün bu tamamlanmış ya da eskiz halinde duran çalışmalar imha edilmeden günümüze  nasıl ulaşmış?

Önemli bölümü bu sergide görülebilen Costakis Kolleksiyonunda Rus Avangardının bütün dönemlerini temsil eden eserler ve arşiv malzemesi yer alır. Koleksiyon Avangard sanatçıların hemen hemen tam bir yelpazesini de kapsamaktadır. Bugün, Rus Avangard sanatçılarına ait eserleri bir araya getiren dünyadaki en erişilebilir koleksiyondur.

img_1933

George Costakis 1913’te Moskova’da yaşayan bir Yunan ailenin oğlu olarak dünyaya gelmiş, yaşamının çoğunu Moskova’da geçirmiş. 1940’a kadar Yunanistan elçiliğinin şöförlüğünü yapmıştı. İkinci Dünya Savaşı nedeniyle elçilik kapanınca Costakis bu kez Kanada elçiliğinin şöförü olarak çalıştı. Görevleri arasında Moskova’ya gelen yabancı diplomatları antika ve sanat eseri satan yerlerde dolaştırmak da vardı. Özel bir sanat öğrenimi görmemişti, modern sanatı tanımıyordu, ama seyrek rastlanan estetik bir içgüdüye sahipti. 1946’da, Olga Rozanova’nın bir resmini tesadüfen görünce çok etkilendi ve erken 20.yy Rus deneysel sanatına ilgi duymaya başladı. Stalin döneminde 1934’de çıkarılan bir kararnameyle sanatta sadece Toplumsal Gerçeklik üslubu geçerliydi. Bu nedenle o dönemde Rus Avangard sanatçıların sergi açması yasaklanmıştı. Eserleri gizli yerlere kaldırılıyordu. Costakis bu sanatçıların aileleri, dostları ve yakın tanıdıklarıyla ayrıca hala hayatta olan Tatlin, Rodchenko, Stepanova, Chagall, Goncharova, Larionov, Kudriashov gibi sanatçılarla temasa geçti. Karşılaştığı bütün güçlüklere rağmen 1946-1977 arasında büyük bir koleksiyon meydana getirdi. Avangard sanatçıların değerini bilmemenin trajik bir hata olduğuna inanıyordu.

img_1942-1

Costakis’in koleksiyon oluşturma taktiği Rus Avangard’ına dair eline geçen her malzemeyi toplamaktı. Koleksiyonuna sadece tanınmış sanatçıların tamamlanmış tablolarını değil, eskizleri, notları, öğrenci eskizlerini kısacası yararlı bilgi sağlayacak her şeyi katmıştı. Costakis 1977’de Moskova’dan ayrılıp Yunanistan’a yerleşti. Giderken koleksiyonunun önemli bir bölümünü Tretyakov Galerisine bıraktı. Atina’da 1990’da öldü. Koleksiyonunun 1277 sanat eserinden oluşan diğer bölümünü Yunan Devleti 2000 yılında satın aldı. Bugün bu eserler Selanik’teki Devlet Çağdaş Sanat Müzesi’nin ana koleksiyonunu oluşturmaktadır.

 

 

Sergi ziyaret tarihi 20 Mart Çarşamba

Yelda Ugan, Emirgan

02/04/2019