Güney Batı Rotası Eressos, Skala Eressos, Sigri
22 haziran sabahı Antik Helen döneminin “10. sanat perisi” ünlü kadın şair Saphou’nun memleketi Eressos’a doğru yola koyulduk. Burası çıplak kayalık tepeleri ve volkanik manzarasıyla Güney Batı’nın en dağlık neredeyse en kel bölgesi.
Sabah 09:00 da otelden çıktık. Petra, Skoutaros, Skalahori, Antissa kasabalarını takip ederek Eressos’un sükunet içindeki meydanına kadar arabayla geldik. Yol kasabaların içinden geçtiği için program da olmasa da buraları da görüp, kahvelerde oturan, evlerinin önünü süpüren, taş döşemeli sokaklarda yürüyen insanlarla kah selamlaştık, kah kaybolup adres sorduk.
Her kasabada olduğu gibi burada da park tabelasını takip ederek arabamızı ücretsiz otoparka bıraktık ve meydandaki Sam’s Cafe’ye oturduk. Burayı Lübnan’lı Sam, Yunan karısı ve oğlu ile beraber işletiyor. Sam geniş esmer yüzündeki adalılara benzemeyen bir mahcubiyetle bizi Selamün Aleyküm diyerek karşıladı. Menüde hem Lübnan hem de Yunan yemekleri var. Biz sadece kahvaltı yaptık ama omlet bol soğanlıydı ve bana kalırsa menünün Lübnan tarafındandı. Eressos’un sokaklarında kısa bir tur yaptıktan sonra sağlı sollu dut ve kavak ağaçları arasından yaklaşık 4 km sonra Skala Eressos’a vardık.
Skala Yunanca’da iskele demekmiş. Buralarda her dağ köyünün ya da kasabasının, deniz kıyısında isminin başına skala eklenmiş bir yerleşim yeri daha var.
Skala Eressos denizinin temizliği ile ünlüymüş diye duyduk. Gerçekten de İnce gri renkte, vücuda yapışmayan bir kumu, 2.5 km uzunluğunda çok güzel bir sahili var.
Skala’nın meydanından limana kadar uzanan yol boyunca restoranlar, hediyelik eşya dükkanları, küçük barlar ve kahvelerin arasından yürüdük. Buranın en iyi restoranlarında biri de Adonis olarak listemize almıştık ama köyde yaptığımız kahvaltıdan sonra yemek yiyemedik, birer sakızlı kahve içip kalktık. Sahildeki restoranlar denizden bir kaç metre yükseklikteki tahta verandalar üstüne oturtulmuş. Böylece hem deniz kumu korunmuş oluyor hem de restoranlar sahili işgal etmiyor, adil bir uygulama.
Hakkında çok şey duyduğumuz ve biraz da onun izini sürmek için Eressos’a geldiğimiz, şair Sapfo’nun tunçdan yapılmış heykeli önünde hikayesini dinledik.
M.Ö 600’lerede yaşayan şair Sappho (şairin ismi neredeyse her yerde farklı yazılmış) şiirlerinde aşkı ve kadın erotizmini büyük bir tutkuyla işlemiş. Çok güzel bir kadınmış Sappho ama aldığı bütün evlilik tekliflerini geri çevirirmiş. Çünkü erkekleri zorba ve baskıcı bulurmuş.
Midilli’de açtığı bir okulda genç Lesbos’lu kızlarla edebiyat ve şiir sohbetleri yapmaya, onları eğitmeye başlamış. Sappho’nun şiirleri ve genç kızların üzerinde bıraktığı etki adada var olan “düzene tehdit” olarak algılanıp tepkilere ve dedikodulara neden olmaya başlamış. Sappho da bir süre sonra baskılara dayanamayıp Sicilya’ya yerleşmek zorunda kalmış
O zamanlar kadın eşcinselliğine Sappho’dan esinlenerek Lesbos’lu anlamına gelen Lesbian adı verilmiş. (İngilizce’de Kanadalılar’a Canadian, İtalyan’lara İtalian denildiği gibi) Bir rivayete göre de Atinalı tiyatro yazarı Aristofanes yazdığı bir oyunda iki kadın arasındaki aşkı anlatmak için “Lesbos’lu” tanımını kullanır. Böylece lezbiyen kelimesinin temeli atılır.
Hala Eressos şehri lezbiyenlerin mabedi olarak biliniyor.
Geldiğimiz yoldan Sigri’ye doğru yola çıktık. Antissa tabelasını izledik. Gelirken de görmüştük ama Antissa yol ayrımında Sigri tabelası çok küçük ve silik yazılı o yüzden ayrımı kaçırmamak için dikkatli olmak gerekiyor. Yukarda da söylediğim gibi bölge volkanik olduğu için bitki örtüsü yok, yani mihenk taşı (landmark) olarak koyacağımız hiç bir iz yok. Ama yol rahat rahat ve geniş. Ayrımdan hemen sonra da Moni İpsilou manastırını takip ederek Sigri’ye varmak çok kolay. Burası güzel bir balıkçı köyü. Adada ilk kez burada denize girdik. Sahil yarım daire şeklinde. Göl kenarı gibi, Muğla ölü denizi hatırlatıyor. Kumların üstünde aralıklı bir kaç bank ve iki tane de kabin; ne bir şemsiye ne de şezlong. İsteyen eşyalarını yanında getiriyor. Biz de havlularımızı kumların üstüne serdik ve Ege’ye bıraktık kendimizi.
İyice acıkıncaya kadar yüzdük, güneşlendik. Sahilden duyduğumuz, bizi mest eden Rumca şarkıların geldiği yerde, Cafe Stiotorio’da çok lezzetli sardunyalar yedik. Bir de ızgara ahtopot istemiştik ama çok sertti, yiyemedik. Biz böyle zevk-ü sefa içinde keyif yaparken mesai bitmiş Sigri Petrified orman park müzesi kapanmış. Oysa buraya gelme nedenlerimizden biri de bu müzeyi ziyaret etmekti. Biz de hava kararmadan Sigri forest petrified parkını ziyaret etmek üzere gerisin geri yola koyulduk.
Parkın tabelası bizi gelirken de gördüğümüz yüksek bir tepeye kurulmuş olan Moni İpsilou manastırına kadar getirdi. Fosil parkı, taşlaşmış ağaçlar ormanını bu tepeden seyrettik. Yunanistan devleti Fosil Orman’ı 1985 yılında koruma alanı ilan etmiş. 2004 yılında da UNESCO Dünya Jeoparklar Ağın’a kabul edilmiş.
Manastır Orta Çağ filmlerindeki gibi tekinsiz bir sessizlik içindeydi. Arabayı bıraktıktan sonra dik kıvrımlı bir yokuştan yürümeye başladık. Hafif bir rüzgar ve kuş sesleri dışında hiç bir şey duyulmuyordu. Etrafta tek bir insan veya araba bile görmedik… tuhaf ürkütücü bir manzaraydı ama arkamızı dönüp, altımızda kalan çıplak dağların ardından denizi görünce heyecanlandık. Sanki adanın en tepesindeydik. Belki de öyleydi.
Manastırla karşı karşıya, askeri alan içindeki sevimsiz radarı ve füzeye benzer şeyi arkamıza alıp yokuşu çıkmaya devam ettik. Neredeyse üç insan boyunda, kemerli taş bir kapıdan içeri girdik. Birkaç adım sonra açık tahta bir kapıyı geçtik. Aradıklarımız oradaydı. Tahta kapının her iki yanında da üçer tane ağaç fosilleri duruyordu. Ağaç kütüğü şeklinde ama taş görünümünde hafif kızıla, mora çalan renkte 20 milyon yıllık fosiller!!
Manastırın bahçesinde rengarenk çiçekler etrafta dolaşan kediler ve tavuklar, tel örgülerle çevrili bir kümesin içinde keklikler vardı. Ama yine hayvanların ve rüzgarın sesi dışında çıt yoktu. İzinsiz girdiğimiz için korkuyla ilerledim sonra avlunun tam ortasında üst kattaki açık bir pencereden saçları uzun, sakalları göğsüne kadar inmiş siyahlar içinde bir papazla göz göze geldim. Memo görünürde yoktu. Vücut dilimi kullanarak etrafı gezebilir miyiz gibi bir şeyler demeye çalıştım. Hafif bir baş selamıyla gözden kayboldu. Sanırım “sıkıntı yok” demek istedi. Fosil ormanına açılan kapının önünde buldum Memo’yu. İkimiz de hem ürküyor hem de çok heyecan duyuyorduk. Ama yine de uzun uzun derin bir yamaçtan aşağı inen fosil ormanını seyrettik. Ve ormanın hikayesini dinledik.
Fosil ormanı; Lesvos adasının kuzey batı kısmında, neredeyse tamamı yanardağ kökenli taşlardan oluşan bir bölge burası ve dünyanın en güzel jeolojik miras anıtlarından biri. Koruma altında olan bölge yaklaşık 150 bin m2 alana sahip. Ormanın oluşumu 20 milyon yıl önce Kuzey Doğu Ege bölgesinde meydana gelen yoğun yanardağ faaliyetlerinden kaynaklanıyormuş.
Göremediğimiz Sigride’ki müze de 20 milyon yıl kuzey Ege’nin sahip olduğu eko sistemin gelişimini kaydeden ve canlandıran etkileyici br kolleksiyona sahipmiş.
Manastırın avlusuna tekrar girdik. Kapıdan çıkıyorduk ki bir kamyonetin arkasındaki çiçek tarhlarını boşaltan genç, uzun boylu bir rahiple karşılaştık, ilgili tavrı, aydınlık gülümsemesi bizi rahatlattı. Sonra yaşlıca iki rahip daha geldi. Çok misafirperver davrandılar. Kapalı olduğu halde telaşla anahtarları bulup bize manastırın müzesini gezdirdiler. Burası 8. Yy da kurulmuş. Rahipler hariç fotoğraf çekmemize bile izin verdiler. Duvarlarda 1302 tarihinde yapılmış temsili resimler, cam bölmeler içinde 1400-1700 yılları arasında yazılmış Rumca el yazması İnciller vardı.
Yelda UGAN
30/04/2019, Beşiktaş