Burası alışılmışın dışında, adeta Babil kulesinin son demlerine benzeyen bir kule şehir, kat üstüne kat çıkılmış. Turkuaz Çoruh’a nazır, Kafkasör yaylasına kadar yükselmiş. Başım dönüyor.
Tibeti Kilisesi
16/8/22
Tarlalar tütün sarısı, kış için hayvanlara ot biçilmiş. Tıraşlı saçları bir oğlan çocuğu gibi tarazlı. Önemli geçit yolları üzerinde bulunan Şavşat Ardahan arasındayız Yavuz köyde. Hepimiz burada yaşamayı hayal ettik. Kartal’a göre bu bölgenin en güzel yerindeyiz. Asıl yaz başında gelinmeliymiş, yemyeşil olurmuş buralar, “her taraf çipçiçek.” Doğa daha munis, açık ve güvenli. Evler birbirine yakın, tek başına uzun yürüyüşlere çıkılabilir. Sosyalleşebilirsin örneğin sinema günleri düzenlersin, bu ay İran filmleri, gelecek ay Güney Kore. Huzur evi de var, bungalovlardan mütevellit.
Buralarda kaybolduk
Kaybolduğumuz yaylalarda çocuklarla ahbaplık ettik. Fıstık ikram ettik onlara, Osmaniye yer fıstığı. İyi ki kaybolmuşuz, bir tek ağaç kalmayasıya çıkmışız yukarı. İnin dediler, geri dönün sağdan kıvrılın kıyın kıyın. Ladin, gürgen, kestane göresiye devam edin.
Doing sports has something to do with happiness
Şavşat’ın Cevizli köyüne vardığımızda öğlen olmuş, kutsal hayaletler saati çoktan başlamıştı. Kimsenin elini kolunu kaldıracak hali yok. Köy kahvesine sığındık, gölgeler dolu, iskambil oynuyor sakinleri. Sakineler de yine iş başında, bakkala bakan teyze ceviz yok dedi mahcup. Üç yıldır üşüyorlarmış, daha olmadan dışı kara çalıyor, içi ölü cenin gibi kuruyormuş ayakları karnında. Gürcülerin Orta çağda yaptığı serbest haç haç planlı Tibeti kilisesinin, harabeden hallice manastırın izini sürdük. Google ne biliyorsa biz de o kadarız.
Endurdun kaşlaruni, endurdun kaşlarinu babani mi öldürdüm.
Feci bir çevre kirlenmesi, pek çok yerde açılan hes’ler dağların, su kaynaklarının yapısını bozmuş. Üşüyen sadece cevizler değil, keyfi yok hiçbirinin, yukardaki yeşil gibi bakmıyorlar, canları sıkkın. O devasa plastik borular yakışmadı buralara. Tıpkı değişen coğrafya adları gibi.
Deriner barajı, Artvin-Şavşat karayolu üzerinde 249 metre yüksekliği ile Türkiye’nin en yüksek, Dünya’nın 6. Yüksek barajı. Borçka’dan da geçecek ve Çoruh’a dökülecek.
Artvin
Artvin’e uğrasak mı yoksa Hopa’ya kadar devam mı etsek? Eski bir dosttan haber bekliyoruz, oldukça eski bir arkadaş. Belki bir kahve içimlik onunla buluşacak, Artvin’de mola verecektik.
Sevdiğimu almazsam aldığımı severum, Neyedeyim dostlarım. Sevdim mi tam severim.
Geceyi Artvin’de geçirdik. Döne döne çıktık Artvin’in yokuşlarını vardık teraslardan adı Çardak olana. Burası alışılmışın dışında, adeta Babil kulesinin son demlerine benzeyen bir kule şehir, kat üstüne kat çıkılmış. Turkuaz Çoruh’a nazır, Kafkasör yaylasına kadar yükselmiş. Başım dönüyor. Oturduğum yerde dahi her an düşecekmiş korkusu yaşıyorum. Artvin’lilerin bu zor coğrafyaya rağmen şehirlerine duydukları aidiyet duygularına şapka çıkarıyorum. Bir masanın etrafında o gün tanışanlar, bir hafta önce tanıştıklarına memnun olanlar ve birbirini otuz yıldır görmeyen iki kadınla kendi halimize bırakılmadan türküler söyledik. Kutlanacak ne varsa kutladık, saz çaldı Artvin’li dostlarımız, bugüne kadar duymadığımız Karadeniz ve Gürcü türküleri, iyi ki bırakmadılar bizi.
Yaylalar bozulup da, bağlardaki hasat toplanmadan, kız hazırlığını tamamlamadan, velhasıl karşı dağlara kar yağmadan gidiyoruz.
Sisler ardından gelen çan sesleri, tezek kokusu, boşluğa bakan teraslar, tepeden tırnağa yeşil tüten dağlar, sevgili şöförümüz Kartal ve rehberimiz Kaçkarlı Viking Muco, hoşçakalın. Her şey için çok ama çok teşekkürler!
Algo se muere en el alma cuando un amigo se va.
Bu da İspanyol kuzenlerimizden gelen duygusu bize epey tanıdık, melodram yüklü bir ayrılık şarkısı.
Bir arkadaş gittiğinde ruhta bir şey ölür. Ve silinemeyecek izler bırakır.
Bütün vadi sessizliğe büründü biz giderken, hoşçakal Karadeniz.
Duvar tarlalarda köke sap olmuş kadınlar çay topluyor, lahana, fasulye, pazı ekiyorlar.
Dağlar, kokulu dağlar
15/8/22 Pazartesi
Karadeniz’in en doğusu, Macahel’deyiz. Gürcistan’ın ufukta çizdiği sınıra iyice yaklaşmış ve zamansız bir anın içinde kala kalmıştık. Üzerimize inen buhar çisentiye çeviriyor, farkında olmadan yabani otlar gibi kırağı çalıyorduk. Utangaç kertenkeleler, kelebekler ve çiçekler güneşin rehberliğinden, bir o kadar da otoritesinden uzak yüzlerini sisler arasından gelen belli belirsiz bir ışığa dönmüş yapabileceklerinin en iyisini yapıyor, açıyorlardı. Her yer rengarenk çipçiçekti. Sarı,beyaz, mor kumarlar ya da orman gülleri. Yaylalar aniden bir masal sahnesinden çıkar gibi sisler arasından beliriyor, şeyler arasındaki tüm keskin çizgiler kaybolup varla yok arasında kalıyordu.
Dağlar kokuli dağlar, sevda okuli dağlar..
Hem sosyal hem ekonomik hayat, görünmez bir kadın gücünün sırtında. Erkekler için bu keyfiyet en azından artık iktisadi değil de sanki daha çok kültürel. Görev dağılımı çok net. Şehre gittiklerinde belki daha esnek olabilirler ama buralarda eski tas eski hamam. İremit adı Gürcüce‘den geliyor, dişi geyik manasında. Evinin adıyla müsemma Sevda hanım hafif ve esnek adımlarla yürüyor. Yürümüyor adeta süzülüyor. Ayak bileklerinde biten pantolon paçaları, sanki bir peri kızının dokunuşuyla değdikleri her yerde kusursuz bir iz bırakıyor. O, yeterki tahturlu odadan mutfağa, mutfaktan yeşil tüten sofaya bir kere salınsın. Temiz tertemiz bir ev, her yer sabun kokuyor. Sevda hanımın kocası ve kızlarıyla yaşadıkları 250 yıllık evlerinde uyandık bu sabah. Peynirden reçele, tereyağdan sütlaca, mıhlamaya, silordan, malaftoya, simindiye, taze fasulye turşusuna. Bitmedi, kuzinede patates, kara lahana, pazı kavurma, her şey güzel ve güleç yüzüyle Sevda hanım ve şürekasının eseri. Sabah bizi uğurlarken telaşsız acelesiyle, “çisenti olur,” diyor “en çok.” Ahıra yetişmesi lazımmış, bana, arkadaşlarıma, kocasına, hatta kendine bile mesafeli, toplantıya yetişmesi gereken bir iş kadını misali ahıra yürüyor. Dedim ya yürümüyor, süzülüyor.
Tahturlu odada hemşirelerim
Birbirlerinden uzak, çok uzak evler kaya diplerine kondurulmuş. Malum, ekilecek alan çok az. Duvar tarlalarda kökle sap olmuş kadınlar çay topluyor, lahana, fasulye, pazı ekiyorlar. Özel bir dilleri var. Uzaktan uzağa, kulaktan kulağa çalınan. Anlar anlamaz, bilir bilmez, ben de sesliyor, taklit ediyorum. Köyün delisi misali kimse oralı olmuyor.
İremit evi
Doğan ve Kartal neredeyse göz hizamızda uçuyorlar. Efeler köyüne yürüyoruz, uzak dağların konik tepeleri Gürcistan. İki yanımız diz boyu çortuk, fil kulaklı yaprakların yüzüne bakan yok, keçiler saplarına teşne. Birlik Avrupa Gürcistan ile çok derin ve kapsamlı bir ticari anlaşma yapmış. Ben duyduklarımın yalancısıyım, hani Putin’e diyorlar, Ruslara karşı filan. Önlem almak manasında. Ne olur ne olmaz. Gerisi anlaşma kadar derin bir mevzu. Türkler’e “gözünüzün üstünde kaşınız var, üzgünüz,” derken Gürcü’ler kolaylıkla alıyorlarmış vizelerini.
Sevda hanımın evinden Macahel
Lazlar serender diyor bizim nalyaya, mandalina, demir elması, ince hurma, mısır, kabak saklıyorlar buralarda. Artık biliyoruz, farelerden korumak için kalın direklere asılan ayaklı kiler evleri nerde olsa tanıyoruz.
Maral Şelalesi
Maral şelalesi 63 metreden tek bir kırılımla akıyor, nerden bakarsam bakayım ebem kuşağıyla göz göze geliyoruz. Şelaleye inen merdivenleri Murat bey yapmış, patika yolu da. Misafir karşılar gibi karşıladı bizi, doğruldu, çeki düzen verdi üstüne başına. Hayat ona güzelmiş. Öyle dedi Kartal, kırk yıllık ahbap gibi selamlaştılar. Ortancalar ekmiş girişe, bizimkiler hortensia dedi. Ne güzel geldi kulağa. Tanıdık bir tat gibi, az baharatlı gibi biri diğerinden, demek İspanyolcası benzermiş Türkçesine. Murat bey hem anlattı hem sepetini ördü biz gidesiye.
Murat bey
Ses veriyular, yalçın kayalıklar.
Bu maceralar parayla ölçülmez. İki milyon versen yaşanmaz.
Buranın yerli hayvanları burada güreşirler. Yusufeli, Ardahan, Şavşat otuyla tosun beslenir. Buranın otu nemli. Orda şimdi Temmuz Ağustos’un yoncasını otunu biçersin kışın verirsin hayvana yağlı otu. Ben burda bir ay oldu biçeli kurutamadım. Bunu yiyen tosunla onu yiyen bir midir?
Demirel gibi, mazot vardı da ben mi içtim. Başbakanım bu mazot işi ne olacak? Ben tanker miyim? Hahaha!!
Kivi var, yapana her şey var. Köyde çalışacaksın, beş dakika durmayacaksın. Hasat zamanı fasulye, lahana, armut, elma, böğürtlen toplayacaksın.
Karayemiş alın da! armut alın!
Ablam kalan karayemişleri iki peçetenin arasına sardı. Bin küsür kilometre yol gidecekler beraber. Enişteme götürüyor, en kuzeyden en güneye. Şekere iyi gelirmiş.
Yayla çolukla çocukla olur, sabah 5 te hayvana çıkacaksın.
Bir gün bir grup geldi, üç kere sordular, ne yemek var? boloki var dedim sonunda. Turp demek boloki. Turup turup haha haa!!.
Hep yağdı ya geç kaldı bu sene. “Nisan’da dedim herhalde bu sene fındık yok!” Mayıs ayında bir yürüdü.
Aşk kalmadı diyorsun. Sevgi yok...
Murat beyin sohbetine doyum olmaz, vedalaştık ve düşeyazdık yollara.
Çamlıhemşin’e bağlı Çat köyünden, bizi döşünde uyutan Toşi dağ evinden ayrılıyoruz bu sabah. İlk ziyaretimiz köyün hemen altı şimşir ormanları ya da mezarlığı. Olası sebeplerden biri, kızılağaçlar diğeri ise mantar hastalığı.
“Doğadan alaylı, okumamış biri olarak” diyor Muco, “kızıl ağaçlar heyelan bölgesinde hemen çoğalırlar. Sadece yakılmak için toplanır, başka da bir işe yaramazlar. Kızılağaç aşırı bir şekilde büyür, yapraklarını açınca orman nefes alamaz. Yukardan baktığında daha net görünür. Ormanı boğar, güneşi kapatır ve şimşir ağaçlarını kurutur. Yaklaşık on yıldır her gün ölüyorlar. Diğer sebebe gelirsek, Sibirya’dan gelen kömürle beraber kaçak yollardan içeri giren mantarlar.”
Şimşir ağaçları için çok üzgünüz, kel başa bile tarak yapacak ağaç kalmayacak yakında. Zilkale’ye uzaktan el salladık, İpek Yolu üzerinde bir otelmiş aslında, kapısı her yolcuya açık bir kervansaray. Belki konuk ettiği ağır misafirleriyle, çok gizli ticari toplantılarıyla, uzağı hatta çok uzağı gören kule odalarıyla öyle alelada bir yol geçen hanı olmasa da zamanının oteliymiş orası, Hiltonu.
Çinçave köyü
Şenyuva köyündeyiz. Nam-ı diğer Hemşin’in Çinçave köyü, yaban mersinli sakızlı muhallebiyle kahve içtik Zua Kafede. Köylerine sahip çıkmış, tası tarağı toplayıp gelmişler buraya. Yazın köy, kışın İstanbul. Sanki Moda veya Cihangir’de bu kafe, içerde Nora Jones çalıyor, “Come away with me!” Renkli kaplarda tek tutam ortanca dikili, limon otu kokuyor içerisi, biraz da adaçayı. Muco aklımıza sokmuş bir kere kuşlar, boynuzlar, gaga ağızlı sürahileri yapan kadınları bekliyoruz, Bozayı’nın açılmasını. Toprak renkleriyle, yeşilin tonlarıyla pişirilmiş enteresan takıları, Kaçkarlar’dan esinlenmiş seramik kapları.
Kardeş köprüler, Verda-Yelda-Işık
İki küçük kız kardeş denebilir
Arhavi-Ortacalar çifte köprüsüne
Eteğindeler Kamilet vadisi’nin
İki derenin birleştiği yerde
Dilerim bu şiir yazılmaktayken
Doğa onarmış olsun kendini
HES’ler kurulup bozulur ama
Yiterse bulnmaz Kamilet Vadisi
Ataol Behramoğlu’nun 2020’da yazdığı şiir büyük metal bir tabelaya yazılı, köprülerin hemen önünde, iki ayağı üzerinde duruyor iki insan boyunda. Yukarda ilk ve son kıtalarını aldım sadece. Uzun ve güzel bir şiir.
Sıcak, nemli, yapışkan bir hava. Havadaki nem yetmezmiş gibi arada bir şebnem tanesi kadar çisileyen ılık yağmur. Ağlayan yorgun ve ıslak çocuklar. “Daha karpuz kesecektik nereye gidiyorsunuz da!” Bizi uğurlayan mısırcı ve güleç karısı. Şelalenin aktığı dere huzursuz, beton kokusu alıyor, içi sızlıyor, iş makinaları açlıktan homurdanıyor, daha fazla ağaç daha fazla toprak istiyor, yerine moloz dökeceği büyük çukurlar açıyor. Doymuyor, çınar ağaçları kirli, üzgün ve kaygılı. Şelalenin asma köprüsü evlere şenlik, uzun yüksek ve pek oynak.
Zilkale
Delik deşik edilmiş vadi, sağımız moloz yığını, solumuz devasa iş makinalarından ödü kopan solgun ladin ve ardıç ormanı. 750 metre yükseklikteki Mençuna şelalesine merdivenle çıktık. Bacaklarım titriyor, kaçıp gidesim var buralardan. Bildik bir Ağustos buğusu değil bu incir yetiren. Suskun, içine ağlayan nemli bir öfke.
Mençuna şelalesi
Öğle yemeği için Hopa’ya uğradık. Sınır alameti tırlar kilometrelerce kuyruk olmuş, ölü dinazorlar gibi uç uca. Borçka’da durmadık. Şöförümüz Kartal’ı arı soktu. Kovanı varmış onun da Muco gibi köyde. Bize bal toplamak istemiş kahvaltı için bir tutam, “gerçek bal yesinler,” demiş, “tazecik, dumanı üstünde.” İyiyim filan diyor ama göz kapağı davul gibi şiş. Hava kararmadan Macahel’e yetişsek bari, Sevda hanımın 250 yıllık evi İremit’e.
Tek tük eski geçit taşları İpek Yolu’na bağlanan patikalardan kalmış,13. yy’dan. Buralardan anayola çıkar, gün öğlen olmadan öteberi satarlarmış kervanlara. Hayvancılık bitince patikalar da kaybolmuş.
#Uçurumlarda açan kır çiçeklerinin yanına yaz adımı. Refik Durbaş
13/8/22 Cumartesi
Palovit şelalesi bugün çok meşgul, malum cumartesi. Onunla fotoğraf çektirmek için bile sıraya girmek, beklemek gerekiyor. Bizim ne o kadar zamanımız ne de sabrımız var. Yol uzun. Amlakit’e kadar arabayla çıktık. Sağ tarafımız derin bir uçurum. Ölmez de sağ kalırsam, uçurumlarda açan kır çiçeklerinin yanına yazacağım adını söz. Bismillahirrahmanirrahim.
Mühürlenmiş (ağzına kadar balla dolu olan) kovanları toplamaya gelmiş, boz bir ayıyla göz göze gelmesin mi? Kartal kırılıyorlar gülmekten, sanırsın kırk yıldır görüşmüyorlar. Sonra Muco alıyor sazı eline, teleferiğe binmiş bir gün, yerden 400 metre yüksekte, yolculuk bir yayladan diğerine, tam ortasında asılı kalmasın mı? Elektrikler kesilmiş. Oysa benim ödüm kopuyor sağıma baktıkça. Hiç gülesim yok! Ne ayıyla burun buruna gelmeye ne de iki yayla arası salınmaya.
Pokut yaylası
Amlakit Hazindak arası zorlu bir parkur için hazırlanıyoruz. El ele tutuştuk, kutu kutu pense oynar gibi daire olduk. Gözlerimiz kapalı ve hepimiz kendi dilimizde ve dinimizde ona şükranlarımızı sunduk. Kartal ve Muco el çabukluğuyla iki basamak merdiven yapıverdiler kaşla göz arasında. Son yağmurlardan epey aşınmış önceki. Tüm yolu Hazindak yaylasına varıncaya kadar ormanın içinden tırmanarak kat edeceğiz. Dünden idmanlı olsak da ayı kaçırma ayini pek başarılı olmadı. Muco’ya göre bizden çıkan ses fare bile ürkütmezmiş. Sık ağaçların boyları neredeyse 60-70 metre. Bu kadar türlü çeşit ağacın, kayın, gürgen, kızılağaç ve kestanelerin arasından kaçmak da mümkün değil. Patika yol daracık, solumuz dik bir yamaç, sağımız daha dik bir yokuş.
Tek tük eski geçit taşları İpek Yolu’na bağlanan patikalardan kalmış,13. yy’dan. Buralardan anayola çıkar, gün öğlen olmadan öteberi satarlarmış kervanlara. Hayvancılık bitince patikalar da kaybolmuş.
Hazindak yaylasında Meryem hanıma uğradık. Mini Çamlık kafeye. Kahveyle olur mu? Bir tabak hamsili kek, kete ve efsane tat elmalı baklava da yanında. Tek başına çalışıyormuş. İçerde kuzine sobası, üstünde nefis yemek kokuları gelen dizi dizi tencereleri. Çocuklar yazın gelmek istemiyorlarmış, zira internet yokmuş. Kocası da ha keza, uzak diyarlarda. Parmaklarımızı yaladık nerdeyse, bir tabak bir tabak daha! Mahçup oldu. “Elma çok ya buralarda, onları değerlendiriyorum,” dedi. Sanki keramet elmadaymış gibi.
Hazindak yaylası
Meryem hanım bir sonraki misafirlerine hazırlana dursun biz yeniden düştük yollara. Yine çisenti başladı, yollar çamur, görüş mesafemiz belli belirsiz dağ zirveleri ve yol kenarlarındaki çiçekler kadar. Bulutlardan da yukardayız. Uzaktan, tüten ormanın az ilerisinden Pokut yaylası göründü. Artık neredeyse göz gözü görmüyor, büyülü bir gerçeklikle iç içeyiz sanki. Yine çatısı teneke saçtan tahta evler, tül perdenin arkasındaymış gibi fulü çiçekler, inekler, tosunlar ve tek tük insan silüetleri.
İspanya’nın köylerinde de nalyalar varmış, bizimkiler tanıdık birini görmüş gibi şaşırdılar. Bazıları sanat eseri gibi hakikaten, nakışlar filan kondurulmuş kapılarına, oymalar yapılmış çatı ağızlarına. Uzun uzun inceledi Salva, kendi dilindeki horreoların fotoğraflarını çekti. Galiçya’nın her bir yanı nalya, oralarda ince uzun olsa da yiyecekleri farelerden, börtü böcekten koruyan bu kiler evler birbirlerine çok benziyormuş.
Yayla kafede, sis manzaralı terasta çaylarımızı içerken nihayet sordum Muco’ya, bu Kaçkarlar ne ola ki, nerede başlar nerede biterler?
Rize İkizdere’de başlar. Denize göre Bayburt’un önünden. Denize paralel. Bir kol Batum’a iner, diğeri Şavşat’a. Erzurum İspir Hadeçur yaylasından Başhemşin yaylasına gelir. Oradan Kaleibala’ya ve Çat’a iner. Çat bizim konakladığımız Toşi dağ evlerinin bulunduğu, Fırtına deresinin yamacındaki köy. Ne diyordum? Kaçkarlar Zilkale’den geçer. Mollavesise iner, Üskürt’e çıkar. Üskürt’den Hemşin’e, Hemşin’den geçip Cia kalesinden gezer, Pazar’a, limana iner.
Aştım Üskürt dağını az vururum kar ilen
Uzun yollar tükenur
Gidilurse yar ilen
Pokut yaylasından sonrası yine bir hayal alemi, yine en çok mora, az biraz sarıya kesmiş kesintisiz bir çiçek bahçesi ve baştan ayağa çiy tanesi.
Galiçyalı Horreo,
“Benim tohumlarım,” dermiş Muco’nun babanesi, onları eski bezlerin arasında biriktirir, sarar sarmalar, dağıtırmış konu komşuya. Her türlü bitkinin tabirine hakimmiş zamanında. Akşam oturmasına gittik rehberimize, tohumcu nineyi dinlerken kuzinenin üstünde çay demledi. “Dedemin nalyasından getirdim bu direkleri” dedi, “tek başıma,” tevekkeli ona buralarda boşuna Kaçkarlı Viking demiyorlar. Tüm tavanı tutan uzun kalasa çevirdik başımızı, hepimiz o tarafa bakınca aheste bir kertenkele hızlandı. “Ot kabıydı,” dedi. “Demet demet ada çayı sarkardı tavan kirişlerinden, geven, ıhlamur, dul avrat, oğul otu.
Orada, ahşap bir nişi yuva bilmiş uzanmış yatıyor sere serpe. Çay demini ala dursun sayfalarını karıştırdık gelişi güzel. Her birimizin ağız kenarında az muzip bir yarık, elden ele dolaşıverdi kitap. Yazan tanıdık, oraya bırakan daha tanıdık, hem de bildik. Dünya ne küçük.
Havada odun ateşi, tezek ve belli belirsiz bir çiçek kokusu…
Elevit’in deresi iki taraflı akar, yüreğim seninledir gözüm ellere bakar.
12/8/22 Cuma
Pamuk prensesin yedi cücelerin kulübesinde uyandığı o ilk sabah misali cennette uyandık biz de. Çat köyündeyiz, Toşi dağ evlerindeki 7 ve 8 numaralı bungalovlarda. İki adım sonrası Fırtına Deresi, durmadan anlatıyor. Henüz dilini bilmesek de hep aynı nakaratı gece ninni, gündüz şarkı oluyor bize. Dağlar haberci bulutları salmış aşağı bir tutam gün ışığıyla gevezelik ediyor yukarda. Yanım yeşil, yönüm daha yeşil, karşım yemyeşil. Fatih Sultan Mehmet Amasra tepelerinden Karadeniz’i seyre dalarken hocası Akşemseddin’e sorar, “Lala lala çeşm-i cihan bu mu ola!?” Ne zaman bir manzara karşısında büyülensem, dünyanın gözbebeğinin orası olduğuna hükmeder, hemen yanımdakine sorarım. Ablam mest olmuş, beni duymuyor. Ne desem “he!” diyor. Kuzencem Işık teniyle, kaşıyla, gözüyle bütün yüzüyle gülümsüyor. Eniştem Salva temkini elden bırakmasa da ağzı kulaklarında “Muy bonito!!”
Çat köyünden Elevit yaylasına kadar arabayla çıktık. Kışın nüfus 5, rakım yaz-kış 1800. Yürüyeceğiz, tek bildiğimiz bu. Gerisi Muco’ya, rehberimize kalmış. Yerler ıslak, aralıksız tek düze çiseliyor. Saç tavanlı karaya çalmış baraka evlerin önü bostan, kara lahana ve patates ekili. Ermeni köyüymüş buralar, sonrası malum. Havada odun ateşi, tezek ve belli belirsiz bir çiçek kokusu. Sırtımda tuhaf bir ürperti fırsat kolluyor, ha dolaştı ha dolaşacak; gözü üstümde. Batonlar boyumuza göre, ayakkabı bağcıklarımız sımsıkı, yağmurluklar belimizde ve neye hazır olduğumuzu bilmesek de galiba hazırız. Yaylanın sayılı sakinleriyle vedalaştık ve düştük yola, yüz metre ya gittik ya gitmedik Muco’nun gümbürdeyen sesiyle durduk. Halbuki ne az gitmiştik daha ne de uz. Konuşma yasağı geldi. Nefesimizi idareli kullanmalı çene çalarak onu zayi etmemeliymişiz.
Gemi güvertesine benzeyen Karmik vadisinin başındayız, yine “Lala lala!” diyesim geldi ama yuttum. Hayatı ömrümde bu kadar geniş bir uzamın içinde bir zerre kadar olsun hükmümün olmayışını hatırlamıyorum. Büyülendim, çıldırdım, şükrettim, korktum, gözlerim doldu, nefesim kesildi ama sustum. Az sonra karşımıza çıkma ihtimali olan ayılara karşı nasıl bir pozisyon alacağımıza dair minik bir eğitim almak üzere mola verdik. En yüksek perdeden bağırıncaya kadar talim yaptık. Eğleniyoruz sandım, ta ki ayak izlerini görünceye kadar. Fakat kendileriyle karşılaşma şerefine nail olamadık.
Vargit çiçeği
Burası kesintisiz bir çiçek bahçesi gibi, 1500 tür bir arada, rengarenk. Hiçbir sarıya, hiçbir mora, hiçbir lilaya, kırmızıya, beyaza, turuncuya benzemeyen şebnem katreli çiçekler.
Soramıyoruz da isimlerini. Dağların adı dağ, göllerin adı göl, açanlar çiçek, uçanlar kuş. Dedi ve kestirip attı Muco.
Laleye benzer ince, narin bir çiçeğin önünde durdu ve eğildi. Tek bir istisna yapabilirmiş bu sarı vargitler için. Açtıklarında, “vakti geldi,” dermiş annesi, birkaç güne kalmaz çoluk çocuk toplanır, inerlermiş köylerine. Vargitler onun beden dili, sözcükleriymiş okumasını bilene. “Varın gidin” dermiş doğa. Alın gidin keçiyi, tosunu, ineği. Gidin de ben de bir kendime geleyim, yenileneyim, kuzey rüzgarlarıyla dölleneyim.
Üç bin metreye ramak kala nihayet bir düzlüğe vardık. Karşımızda krater bir göl, düzlüğün tam ortası. Muco’nun listesinde alt alta sıralı termal tayt ve yağmurluktan hemen sonra mayoları görünce gülmüş, kullanma ihtimalimiz olmasa da iki parça daha almıştık yanımıza. İyi ki almışız, 18 derecede, zirveleri karlı dağların eteklerinde kutsal yasayı delerek çığlık çığlığa, milyonlarca toplu iğne batığına rağmen nefes kesen sulara daldık. Aman Yarabbi! Ağustos’ta üşümek ne güzel!!
Biz tam dört kuzen; Nermin’in rızasını, Nurhan’ın duasını, Hasibe’nin kaya kurabiyelerini çıkın edip düştük yola. İstikamet Kaçkarlar, Rize-Artvin arası sıralı dağlar.
Çat Köyü
Ağaçlarla konuşan dayım, sevgili Mustafa Şerbetçi’nin anısına;
11/8/22 Perşembe
Koyu turkuaz rengi bir denizin üzerinden alana indik. Artvin-Rize havaalanına. Ordu-Giresun’dan sonra ülkenin deniz üzerine inşa edilen ikinci havaalanı. Kurdelesi dün kesilmişçesine çiçeği burnunda, yepyeni bir yer. Küçük, samimi bir kasaba havaalanı. Merdivenlerde yolcu bekleyen bir otobüsü bile yok. Yürüyerek girdik içeri. On beş, bilemedin yirmi beş adım sonra taşıma bandı döndü. Rize’nin Pazar ilçesindeyiz.
Hava sınır kapısı, Nato üssü, Rusya, kontrol, Ukrayna, Amerika, savaş…Kuzeydeki komşularla ilişkiler ve daha neler neler uçuşuyor havada. Yakalayabilene aşk olsun. Tam karşımız Soçi Limanı.
Bilmiyordum, horon tepilmez oynanırmış meğer. Karadeniz’i tanımayan, onun kültürüne uzak yapımcılardan kalan bu miras bize göre küçük, Muco’ya göre epey büyük bir yanlış ve sorumlusu da Yeşilçam. Düzeltiyoruz. Rehberimiz Muco, namı diğer Kaçkarlı Viking tahta haç anlamına gelen Haçapit’li.
Fırtına deresini aldık solumuza, yokuş yukarı çıkıyoruz alacakaranlıkta.Muhabbetin ritmi yavaş yavaş düşüyor. Arnavut kaldırımlı yolları gündüz gözüyle görmek vardı. Geçit taşları öyle davetkar, öyle tanıdık ki, otel tabelalarının yanar-döner menevişiyle tezat, terli terbiyeliler. Dört açsak da gözlerimizi, silecekleri aniden çalıştıran yağmurla iyice içimize çekildik. Artık bir şey görünmüyor, araba bir sağa bir sola yalpaladıkça farlardan yansıyan heyula ağaçlardan, kaya kesiği kızıl yarlardan ürküyoruz. İki yanımızda uzanan, yabancısı olduğumuz doğada artık en üst merciye, Allah’a emanet besmele çekiyoruz.
Manzara resimlerinden aşinayızdır. Dumanaltı, havasız kahvelerden, berber salonlarından, kebapçı, otogar yazıhanelerinin kirli duvarlarından beri biliriz. Rengi atsa da bu resimler ta çocukluğumuzdan beri belleğimize yerleşmiş; yeşile kesik dik yamaçları, bacası tüten ahşap evleri, teneke çatılı nalyaları, bulutları delen dağlarıyla, çay bahçeleriyle Karadeniz, hayalimiz. Şimdi hiç oralar gibi gelmiyor buralar, keskin virajlar, yokuşta homurdanan, çamurda patinaj yapan neşeli Kartal beni korkutuyor.
Yek, eve döndüğünde annesine “hayatım boyunca ben bu kızları anlamayacağım!” diyecek.
Hayretle karışık, sevinçle attığı çığlıkla hepimiz yüzümüzü ona döndük. Eğilmiş, defne dallarının arasından dikkatle bakıyordu. Seyrek yaprakların içinden, uzattığı kolunu büyük bir özenle kendine doğru çekerken, çocukla göz göze geldik. Belli ki, müjdesinin ilk habercisi olarak beni uygun görmedi. Gözlerini kaçırdı ve değecek başka bir çift göz aradı kendine. Neyseki çok geçmeden, aradığından daha fazlasını buldu. Herkes yeni doğmuş karetta karettayla ilgileniyor, sorular soruyordu. Acaba annesi nerdeydi? Bulduğu yerde yumurta kabuğu var mıydı? Bugünlerde ay hilalden halliceydi, yolunu şaşırmış, sahildeki cafenin ışığına mı yürümüştü yoksa? Ama ne kadar açık renkliydi, yeşil harelerle bezeli kabuğu yumuşacıktı daha. Gerçekten karetta mıydı yoksa vadiden gelen bir kara kaplumbağası mı? Sonunda miniği, onu bulan çocuğun elleri arasında dalgıç hocasına gönderdik. Hoca ne yapacağını bilirdi.
Karınca başı kumların üstünde zorlukla yürüyen çiftin ayak seslerine döndüm. Az ileriye, dağ keçilerinin ayakları altından yuvarlanan bir kaya parçasının yanına teşkilatı kurdular. İki sandalye, arkalarına sapını kuma gömdükleri rengarenk bir şemsiye, ortaya da, üzerine radyoyu yerleştirdikleri formika bir masa. Kadın daha oturmadan denize zor attı kendini, diğeri sandalyesinde öne doğru kaykıldı, birasının kapağını sonra da radyoyu açtı. Tanıdık bir erkek sesi, tanıyamadığım bir kadınla düet yapıyor. “beni sevmesen de, görmesen de hayat sürerdi yine ama kendimi sevmezdim şimdiki kadar” Şarkı derin mevzulara girdikçe kadın saçlarındaki deniz sularını kumlara damlatarak adama gülümsedi.
Milas’ın orta yerinden, o koca göbeğinden Muğla Yatağan yoluna zahmetsizce girdik. Usta şöförümüz, benim sakin ve her daim ne yapacağını bilen arkadaşım buraları avucunun içi gibi biliyor. Sıcak ama kuru bir Ağustos sabahı, Bodrum’dan aldığımız böreklerle kahvaltımızı yaptık. Çınar, akasya ve çam ormanlarının arasından geçerken gözüm bir köy kahvesi arıyor. Ah bir kahve molası versek! Ama ne gezer, köylüler polen, arı sütü, kekik balı, taze incir ve soğuk sıkım zeytin yağı dizdikleri tezgahları bekliyorlar. Sade, No Ordinary Love’ısöylüyor. “I gave you all the love I got” Yarı Açık pencereden tezek kokusu geliyor, belki çağrıştırdığı için, belki gerçekten çiğ süt kokusu da alıyorum.
Marmaris, Köyceğiz, Fethiye…rampa iniyoruz. Karşımızda Gökova Körfezi, her yüzyılda bir denizden doğan, gizemli bir ülke gibi heybetli dağları hala dumanlı. Köyceğiz’de çocuklara soruyoruz, “ne kadar kaldı?” diye, arka koltuktan çıt çıkmıyor, dönüp kulaklıklarını işaret ediyorum. Kulaklarımı göstererek, Dalyan’dan sonra lütfedip cevap veriyorlar. Tekneye iki saatimiz kalmış. Yol bizi nerdeyse Babadağ’a çıkaracakmış gibi yükseliyor. Deep Purple Soldier of Fortune’ı söylüyor. Güllerin arasından yürüyorum, beton yol ateş gibi yanıyor, Ümit apartmanı iki numaralı dairenin kapısının önündeyim. Öğrenci evinden sesler geliyor, bir müddet dinliyorum. “Many times I’ve been a traveller” diyor hepsi bir ağızdan. Kırmızı ışıkta durunca, Melt gülümsüyor, “nerelere gittin öyle” diyor.
Sabahları 06:00, 06:30 gibi kara sineklerin münasebetsiz öpücükleriyle uyanıyoruz. Güneş üstümüze doğuyor. Faralya’dan yükselip, saat 19:00 a kadar elinden geleni yapıyor. Küçük çadırımızın önünde, iki sünger şiltenin üstünden, uyku tulumlarımıza sarılı halde etrafı kolaçan ediyor, komşuları dikizliyoruz ister istemez. Dışarda uyanmak, yıldızların altında uyumak kadar tuhaf, yabancı, acayip ama büyüleyici bir şey.
Burası, sırtını dayadığı Babadağ’a doğru daralan, üç tarafı kaya duvarlarla çevrili bir vadi. Kelebekler vadisi, adı bu ama henüz sadece bir tane kelebek gördüm. O kadar büyük ve renkleri göz alıcıydı ki, galiba bir “kaplan kelebeğiydi” Nazlanarak geçti yanımdan. Velhasıl pek ilgilenmedim, “nasıl olsa” dedim “daha nicelerini göreceğim günler var önümde” Sen misin erteleyen..Vadi bir daha kelebekleri göstermedi bana. Tıpkı ilk geceki gibi, sırt üstü uzanmış yatıyorum, kollarım başımın altında, samanyoluyla uzun uzun bakışıyoruz. Daha Küçük Ayı’nın takım yıldızları dağın ardından kaybolmamış. Birden çizgi filmlerdeki gibi kuyruğundan ateşler saçarak bir yıldız kayıyor. Hiç istifimi bozmuyorum, “vay be!” Filan da demiyorum, yani olağan sanıyorum. Vadi buna da bozuluyor, gözümü kırpmadan saatlerce bakmama rağmen bir daha o kadar görkemlisine rastlamıyorum. Bizim keloğlana, “İstanbul’un taşı toprağı altın” demişler. O da kafaya koymuş bir kere, çıkınını sopasına bağlamış, düşmüş yollara. Az gitmiş, uz gitmiş. Neyse, varmış İstanbul’a. Kaldırım çatladığında parlayan bir şey görmüş, eğilmiş. Bir de bakmış ki bu bir altın para. Elinin tersiyle parayı fırlatmış bizimki, cebine atmaya gerek bile duymamış, nasıl olsa her yer bunlarla dolu diye.
Vadide zaman, uzayıp sünen, dertop olup kısalan kabuklu bir böcek gibi. Bazen bir saat beş dakikada geçiyor. Bazen beş dakika üç saat direniyor. Gece tuvalete gideceksen her saniye bir çelik çekirdek. Bugünün dün gibi olması, ya da tersi, tuhaf bir şekilde sıkıcı gelmiyor, bilakis şey gibi, nasıl desem? Hah! Mesela film setindeyiz. Yönetmen elinde megafonla komut veriyor. “Tamam, baştan alıyoruz…” Sanırım anlatamadım ama neyse.
Gençler, aynı yerde, aynı saatte yine karşımızdalar, chil out müzik dinliyorlar. Mütemadiyen çıs tak çıs tak çıs.. meğer “kafa güzel” ritmiymiş bu, ancak öyle tahammül edebilirmiş insan. “Ot kokusu da gelmiyor” diyorlar, “evet gelmiyor” diyorum, çok bilirmişim gibi. Kumların üstünde etrafa yayılmış altı kafası güzel kah ayakta, kah uzanmış, kah dizlerini karınlarına çekmiş, kıyıda demir atmış tekneler gibi sallanıyorlar. Rüzgar nerden eserse artık. Ne zamandır onları kesen bir adam aniden cebinden çıkarır gibi büyük bir hopörler getiriyor çocuklara. Adam ve arkadaşı İngilizce konuşuyor onlarla, daha kısa boylu, sakalları kırlaşmış olanın boynundan göbeğine kadar uzanan tespihe benzeyen kolyesi, eğildikçe beline sardığı peştamaline kadar iniyor. Uzun boylu iri yapılı olanı İsrail’den geldiklerini duyduğum anda tanıyorum. Gayrettepe’deki komşularımdan, filmlerden, Paris Charles de Gaulle havaalanında, Tel Aviv uçağının kapısına doğru ilerleyenlerin simalarından tanıyorum. Başına küçük bir takke konduruyorum, takkenin kenarlarından çıkan, kulak hizasına kadar inen zülüfler ekliyorum bir sağa bir de sola ve uzun ayak bileklerine kadar inen siyah bir cüppe giydiriyorum. İşte oldu! O kadar oralı yani. Kolonu görünce “no no no” ve bir daha “no” diyoruz Ortadoğulu komşularımıza, ama duymuyorlar bizi, kolonu bağlıyorlar. Müzik hakikaten fark ediyor, daha bir çekilir kılıyor kolon çıkan sesi. Kuru yaprak ve çalılarla yapılmış çardağın altındaki kafeden gelen çan sesinden sonra adımızı duyar duymaz kah kahveleri, kah biraları almaya giderken biz bile sallanıyoruz, kafamız güzelmiş gibi, yavaş yavaş. İsraillilere benzemeyen İsrailli, kızların fotoğraflarını çekiyor. Karşılığında bir tutam gençlik iksiri aldığını kimse fark etmiyor. Thomas Mann’ın Venedikte Ölüm’ü geliyor aklıma. Aschenbach’ın salgın hastalık günlerindeki ölüme, gençliğe, sanata ve güzele tutkusu. Melt’e “hadi!” diyorum, “denize girelim”
Çocuklar deneme dalışındalar, Def ikisine dalış hocasıyla beraber rehberlik ediyor. Nep daha önce gelmediği vadide “ilkler” biriktiriyor. Yek, döndüğünde annesine diyecek ki, “hayatım boyunca bu kızları anlamayacağım.” Ahşap şezlonga vuran hasır şemsiyenin gölgesine sığınan çocuğa babası çıkışıyor, “kalk” diyor. Bugün son günümüz, tadını çıkar, arkadaşlarınla oyna, denize gir!” Almanya görmüş Melt yine on ikiden vuruyor. “Çocuklarla ilgilenmenin onlara etkinlik bulmak olduğunu sanıyoruz.” Diyor. Müzik devam ediyor, ben arada bir sallanıyorum. Çocuk mevzusu peşimizi bırakmıyor. “Belki otuz yaşında bir kahve içerler ha!” Diye bu sefer çok ileri bir tarihe atıyoruz. İkimizin de kızlardan umudu kalmadı.
Seyrek gölgesine tünediğimiz Hayıt ağacının tohuma çalan çiçekleri ay çekirdeği gibi kokuyor. Bir tutam koparıp kitabımın arasına koyuyorum. Okuyamıyorum. Hep bir karşı argüman var, kale duvarı gibi kalın ve yüksek sarp kayalıklardan kopup gelen bir parçayı sahilden alıp kağıt tutamacı gibi yüreğime bastırıyorum, zapt edemiyorum kendimi.
Güneş denizden batacak. Yanımdaki çalılıktan gelen kekik kokusu genzimi yakıyor. Nep yanıma geldi, Melt yerini aldı ve ritüel başladı. Kara sinekler, küçük kara sinekler, İğne dişli, küçük kara sinekler, “iyi geceler” mi demeye geldiniz? Başını çıkaran asamı içine itiyorum, “Şşşşşt” diyorum, “hangi güzel olmayandan korkuyorsun?” Güneşin kızkardeşi Luna süzülerek geliyor.
Sabah 06:30 kahvaltı daha başlamamış ama bir fincan kahve almama izin veriyorlar. İnce yer yatağının yüzüme çektiği çizgiler ve üstüne yattığım buruşmuş sol göz altım, kahve iznimi kolaylaştırmış olmalı. Berbat görünüyorum. Kirke’nin en keskin büyüleri, meyve sinekleri gibi aklımda uçuşuyor, dile gelmeyi bekliyorlar. Direniyor, elimin tersiyle itiyorum. İçimde bir ateş beni akşamdan beri kavuruyor. Ufukta belli belirsiz duran mor perde birazdan kapanacak. Karaağacın dalları arasından denize bir pencereden bakar gibi bakıyorum. Dışarısı çok geliyor. Vadi daha fazla dayanamıyor halime, biraz fazla üstüme geldiğinin farkında, yüzlerce balık taş sektirir gibi defalarca denizin üzerinden yay çizerek uçuyorlar. Kılım kıpırdamıyor, “Gerek yoktu” diyorum, “ama yine de teşekkürler.” “O zaman” diyor, elini çenesine koymuş düşünüyor. Vadi bugün iyi gününde, vaz geçmiyor. “Sen seversin” diyor “böyle şeyleri.” Gözleri parlıyor, hiç oralı olmuyorum. Küçük bir çocuk gibi, koca vadiye kapris yapıyorum.
Kelebekler:))
Güneş Faralya‘dan kopmuş, oluk oluk akıyor üstümüze. Gölgeleri önlerine düşmüş, olduklarından daha yakın ve daha çoklar. Belli belirsiz anlar gibi oluyorum aralarındaki sırrı, bir hafiflik geliyor üstüme. Tekne uzaklaştıkça ellerimiz yağmuru yakalamaya çalışan silecekler gibi daha hızlı gidip geliyor. Kesmiyor, tişörtümü çıkarıp sallıyorum.
Yan yana oturmuş somurtan Nep ve Yek’e döndüm, “Çocuklar bana söz verin” dedim, şelalenin kalan kısmını bir dahaki sefere yürüyeceğiz ve ben ne kadar yaşlanırsam yaşlanayım koluma girecek, benimle geleceksiniz.” Bir gün tekrar vadiye dönecek olma fikri hoşlarına gitti. İki çocuk da tamam der gibi kafalarını sallayıp güldüler. Tekne ilerledikçe vadi küçüldü, küçüldü…duvarlarını arkamızdan bir kapı gibi ağır ağır birbirine yaklaştırıp kapattı ve görünmez oldu. Ölü Deniz’e kadar bir daha hiç konuşmadık.
Arnavut kaldırımlı Yazı köyünden geçip kuru ve sıcak güneşin altında Knidos antik kentine, sanki çıkmaz bir sokağa girer gibi aniden giriverdik
Saçlarıma ılgın ağacından düşen pürüleri temizleyip mor bandanamı taktım, sarısı da plaj çantasında, M için. Ama o takmıyor, severdi halbuki. Bu yazın favorisi Midilli‘den aldığımız beyaz üzerine lacivert “Lesvos” yazılı siperlikli şapkası. Laf aramızda, bir ara adanın nam-ı diğer Lesvos’dan evrilen, lezbiyen adını çağrıştıran şapkaya pek yüz vermiyordu ama bugünlerde gökkuşağı desenli maskesi yüzünden Kurtuluş’ta dövülen çocuk için çok üzülüyor. Pasif direnerek, şapkayı mızmızlanmadan takmaktan çok daha fazlasını aktif siyasi yaşamında yapmasına rağmen, memleketin her yanından kötü haberler gelmeye devam ediyor, çünkü -falan, filan.
Turkuaz rengi deniz sahile, Doğudan esen rüzgarın ittiği dalgalarını vuruyor. Vurdukça dağlar etek uçlarına eklenmiş sekiz kat dantel gibi kıyıya uzanıyorlar. Bir süredir deniz kenarında rüzgarın hangi yönden estiğini ve yönüne göre adını tahmin etmeye çalışıyorum. Gözüm açıkta demirlemiş teknelerin üstünde, burunları ne taraftaysa rüzgar ordan esiyor. Hmm! bu karayel, çünkü kuzeybatıdan geliyor.. yabancı bir dili bilmek gibi tatminkar ve güvenli bir bilgi. Uzaktan ahkam kesmesi de cabası. Bu yaz dünyada sahile inmem, insem de elimi sürmem dediğim şezlonga en kalın, en uzun, peştemallerden sonra demode olan havlumu serdim. Dizlerimi karnıma çektim, zira ayak ucum açıkta kaldı. Gökova’ya doğru uzanıyorum, Agatha Christie’nin On Küçük Zenci‘sini hatırlatan iki tel saçlı kel adadan alamıyorum gözlerimi. Böyle bir taş sektirme olamaz, sanki gri damarlı mermerden minik bir serçe 7-8 kere suyun yüzeyinden sekerek geçti. Siyah mayolu genç kadın etrafındaki arkadaşları tarafından alkışlanırken teknelerin burnu Güney Doğuya döndü. Yani keşişleme ama “Bu rüzgarın adı ne” adlı oyuna duyduğum hevesim yitip gitti.
Photo by Meysun Doralp
Denize girenler bir kaç adım sonra sendeleyerek düşüyorlar. Taşların üstünden yürümek çok zor. Su daha dizlerime bile gelmeden ben atlıyorum, çıkarken de kıyıya kadar kıçın kıçın emekliyorum. Deniz ayakkabılarıyla zahmetsizce yürüyen komşularıma imrenerek baktım. Palamutbükü kilometrelerce uzanıyor. Birazdan arabanın camından gerisin geriye, bir nokta kadar kalan kanarya sarısı havluma bakıyor olacağım. Mesudiye‘ye kadar bütün koyları tek tek geçiyoruz, bütün kapılar duvar ve nihayet açık bir sağlık ocağı bulduk. Mavi elbiseli hemşire “lütfen” diyor, doktoru dışarda bekleyin. Beton zemine ağaçtan düşmüş kabuklu bir bademi, üzerinde Hrant Dink’in anısına 2019 yazılı bez çantasına atan kadına gülümsüyorum, muhtemelen o da bana ama ikimiz de maskelerimizin altından yayılan ağızlarımızın köşelerini göremiyoruz. Teselli niyetine, kaz ayaklarımı daha da kırıştırıyorum. Anladı mı bilemem. M badem ağacının altında tozlu bir sandalyede oturuyor. “İyiyim” diyor eğilmiş ayak parmaklarını tutarken, ama biliyorum, o kadar ağrımasa gelmezdi doktora. Aralarda dolaşıyorum, hava çok sıcak, ağustos böceklerinin vokali, kara sineklerin solosunu bastırıyor. Otlar sarı ve kuru, arkada iki metruk taş bina arasından deniz görünüyor. Terbiyeli ve temkinli çocukluğuma inat, etrafında her an çıkabilecek bir sürüngene yakalansam da yılan çiçeğinin parlak mercan kırmızısı tomurcuklarının dayanılmaz cazibesine kapılıp fotoğraflarını çekiyorum. Mavi tshirt lü, gri canvas pantolonlu doktor kan ter içinde bize doğru homurdanarak ilerliyor. Sağlık ocağının girişine uygunsuz park edenlere verip veriştiriyor. Siyah deri laptop çantasını, saplarından zar zor tuttuğu iki mavi kutuyu, muhtemelen soğuk zincir tıbbi birşeyler var içinde. Beş basamaklı merdiveni tırmanırken “benim işim bitmeden kimse çıkamaz” diyerek tehditler yağdırsa da o hala bizim için yarımadanın Euryphan‘ı. Ona saygıyla karışık bir hayranlıkla bakıyoruz. Ya gelmeseydi?! On dakika sonra nihayet sıra bize geliyor. Doktor içerde, işinin başında bambaşka biri; kibar ilgili ve sakin. Dönerken içimiz rahat, kırık yok, en fazla çatlak olabilirmiş. N anlattıkça arka koltukta birbirimize lacivert koyları gösteriyoruz, sanki dönerken her şey daha güzel. N olmasaydı, bu kadar hafif ve kolay gelmezdi. M’yi de ikna edemezdim gelmeye.
Gezmek bize iyi geliyor
Her şey göründüğünün tersidir.
Arnavut kaldırımlı Yazı köyünden geçip kuru ve sıcak güneşin altında Knidos antik kentine, sanki çıkmaz bir sokağa girer gibi aniden giriverdik. Burdan öteye karadan yol yok. İki denizin, Akdeniz ve Ege‘nin birleştiği yer burası. Denizler bunu bilmese de kavuşmalarındaki hikmete bir esintiyle, taşların üstündeki deniz yıldızı desenleriyle ya da Güneş saatini tarif eden bekçinin gösterdiği terasta uçuşan beyaz elbiseli, fötr şapkalı esmer kadının, onlarca insan arasından İskenderiye Dörtlüsü’nün Justine‘i gibi yarı Ortadoğulu aksanıyla elindeki fotoğraf makinasını bana uzatırken, çoktan inanmıştım. Onu ve sevgilisi Baltahazar’ı, karşı tepedeki deniz feneriyle beraber kadraja aldım.
Yılan çiçeği
Antik kente daha kilometrelerce kala kıvrımlı yollardan, yabani meşe ağaçlarının, mor çiçekli hayıt çalıların arasından geçerken belli belirsiz beyaz bir nokta gibi duran şey büyüdü ve
“bir leylek yuvası,”
“yok o bir cami sanki,”
“olur mu canım kim oralara kadar çıkacak ibadet etmek için, sen Hiristiyan hacılarla karıştırıyorsun!” Trt2 de her güne ödüllü bir festival filmi seyredersen, burasını da San Diego hacı yolu sanırsın.
Ardından da deniz fenerine (deve boynu) dönüşen kireç badanalı nokta bizi defalarca uyarsa da Knidos antik kente geldiğimizi ancak bilet gişesini görünce anladık.
Afrodit’i arıyoruz
O zamanlar magazin ekli gazeteler olmadığı için kulaktan kulağa aldıkları bilgilerle buraya, Dünyanın ilk çıplak tanrıça heykelini görmeye karadan ve denizden akın akın insanlar gelir, Tanrıça Afrodit’i dünya gözüyle görmek isterlermiş. Knidos’lu heykeltraş Praksiteles Kos (İstanköy) adasından tanrıçanın heykelini yapması için sipariş almış ve dünyadaki ilk çıplak kadın heykeli de bu vesileyle doğmuş. Praksiteles müşterilerinin bu konuda nasıl bir tepki vereceklerini kestirememiş olmalı ki temkinli davranıp, bir diğer heykeli de giydirmiş. Sonuç malum, elbiseli olan Kos’a, çıplak olan da Knidos’a kısmet olmuş. Heykelde Tanrıça Afrodit, sol elinde kıyafetlerini tutarken, sağ eliyle de tende en kuytusunu kapatıyor. Nasıl olsa heykel British Museum‘dadır ve “ona bizden daha iyi bakıyorlardır!!” Diye düşünürken beterin beteri varmış meğer; heykelin akibeti maalesef meçhul!
Not: Bu yazıyı yayınladıktan günler sonra, Halikarnas Balıkçısı‘nın Merhaba Anadolu adlı kitabını karıştırıyordum ki, bir de ne göreyim? Diyor ki Cevat Şakir “O heykeli Bizans imparatoru Teodosyus İstanbul’a taşıttı ve heykel LavsosSarayı ile birlikte yandı gitti. Anısı, anıları kaldı.”
Karialı, neden bu kadar kibirlisin ve hepimizin üstünde onurlandırılmayı bekliyorsun?
Mausollos;
Her şeyden önce kral olmam dolayısıyla. Ben tüm Karia’nın kralıydım ve ayrıca Lydia’nın da bir kısmına hükmettim; bazı adaları da zapt ederek Miletus’a kadar uzandım, böylece İonia’nın çoğunu idarem altına aldım. Bunun yanında savaşta, yakışıklı, uzun boylu ve kudretliydim. Fakat hepsinden önemlisi, Halikarnasus’ta diğer bütün ölülerinkinden yalnız büyüklüğü ile değil ayrıca üstün güzelliğiyle ve en zarif mermerden mükemmel bir şekilde yapılmış insan ve atların olduğu, benzeri bir tapınağın bile zorlukla bulunabileceği muazzam bir anıtın üzerinde yatıyorum. Sence bütün bunlarla övünme hakkım olmadığını mı düşünüyorsun?
Diogenes;
Kral mevkiinde olman ve mezarının ağırlığından dolayı mı diyorsun?
Mausollos;
Elbette ki tabi,
Diogenes;
Fakat benim yakışıklı Mausollos’um, bahsettiğin kudretli güzellik artık burada seninle değil. Güzellik hakkında karar vermek gerekirse, senin kafatasının benimkinden niçin daha güzel olması gerektiğini anlamıyorum. Artık ikisi de çıplak ve kel, her ikimiz de dişlerimizi aynı şekilde gösteriyoruz, gözlerimizi kaybetmişiz ve burunlarımız ufalmış. Belki mezarınız ve o masraflı mermerler, Halikarnassos halkına gösteriş yapmaları ve yabancılara ne denli muhteşem yapıya sahip olduklarını göstermeleri için bir neden olabilir, lakin aziz dostum, seni ezen bütün bu mermerlerle herhangi birimizden çok daha ağır bir yük taşıdığını idda etmediğin takdirde, bunun sana ne yararı olacağını anlamıyorum.
Cevat Şakir İngiltere kraliçesine mektup yazarak mozoleyi geri istedi. Kraliçe nezaketle cevap verdi; “onu sizin adınıza biz koruyoruz”
Kireç badanalı evler koyu gölgelerini bıraktıkları caddeye sırtlarını dönmüş, iç avlularında artık sayılı kalan serin sabahların tadını çıkarıyorladı. Onlara tepeden bakan, sonradan görme uzun ince balkonluların zemin katları, anahtarcı, kundura tamircisi, kilimci, terzi, eczane ve hatta vitrininde dans ayakkabıları sergilenen küçük dükkanlara bırakılmış. Bu dükkanlar, sabah güneşini ciğerlerine kadar alır, esnaf da her sabah, kafasından tuttuğu sandalyesini karşı kaldırıma, bizim kadim Bodrum evlerinin şifalı gölgelerine atar, bugün kim daha iyi oturacak provası yapardı. Gümbet kavşağında başlayıp limana kadar inen Turgut Reis caddesini şehir mezarlığını sağımıza alıp yürümeye başladık.
Gülsüm teyzenin dokuma tezgahından,
Eskiden arabayla çıkılan uzun yolculuklarda, (ya da kısa,) mezarlıkların yanından geçerken, müziğin sesi kısılırdı, Sanki orda yatanlara, mezar taşlarında adı yazılı olanlara değil de ölüme duyulan bir saygı gibi yapılırdı bu kısacık hareket. ölümün sana ilişmeyeceğine dair n’olur n’olmaz diye alınan, tek kullanımlık güvenilmez bir geçiş izni. Bir kereyle de bitmez, yüz metre sonra pusuya yatmış, tek kişilik bir mezarlıkla karşılaşınca da ritüel tekrar edilir ve her seferinde aynı refleksle el, radyonun düğmesini kıvırırdı. Çocuksu bir naiflikle inanırsın; ne kadar sessiz, o kadar güvenli.
Tuhaf, geçmeyen bir iç sıkıntısı bırakan mezarlıklar; kuru, yalnız, sessiz, üzgün ve terk edilmiş. En iyisi bir an önce unutmaktır. Basıp gitmek.
Kasaba büyüdükçe mezarlıklar da büyür, şehir içinde kalır. Hatta tam ortasında. Bu sefer kalabalık, fakat hala kasvetlidirler. Şehitlik değilse ya da bir anıt mezar, taşlar arasından boy vermiş otlar vaktinden önce sararır, çiçekler solar ve gelen giden azalır. Mezarlıklar “her canlı ölümü tadacaktır” yazılı tabelalarla giriş kapısına reklam da alsa, köşe başında saf tutmuş bir dilenci durdurup “yok öyle geçip gitmek” der gibi uzattığı eliyle, hayatın fani olduğunu da mırıldansa, ölümden de, kodladıklarından da hiç haz etmeyiz.
Tarih ölüme çare arayan, ölümsüz olmak isteyen insanların hikayeleriyle dolu, ya da ölüm denen sırrı çözmek isteyen. Bunlardan en sevdiğim Uruk kralı Gılgamış’ın hikayesidir. Sevgili arkadaşı, can yoldaşı Enkidu ölünce, onun gömülmesini ya da yakılmasını (Sümerlerde bu işler nasıl yapılıyordu bilmiyorum) istemez, başucunda nöbet tutar. Bir kaç gün sonra ölü Enkidu‘nun burnunda bir kurtçuk çıkar ve Gılgamış gördüğü şeyin onun da başına gelmemesi için ölümsüzlüğü aramak üzere yollara düşer.
Antik dünyanın 7 harikasından biri olan anıt mezarı, Halikarnas Mozolesini ziyarete giderken, ölüm aklımdan bile geçmedi. Belki “harika” bir yere gittiğimizi düşündüğüm içindir. Burda, bu mavi kireç taşıyla yapılmış duvarlar arasındaki koca çukurda, 24 yıl boyunca Karya Satraplığı yapan Mausollos iktidarının büyüklüğünün ölümünden sonra da devamını sağlamak için M.Ö. 355’te kendine bir anıt mezar yaptırmaya karar vermiş. Görünürde Mozole filan yok, bir kaç taş parçası ya da mermer. Onlar da Mozole’ye ait mi, değil mi onu da bilmiyoruz. Bu anıt mezara ne olmuş da bugün yerinde yeller esiyor ve biz neden bu boş çukuru görmeye geliyoruz? Bu soruların cevabına da, anıtın akıbetine de geçmeden önce ölümle ilgili iki şey daha söylemek istiyorum. Bana kalırsa Satrap, Korktuğu ölümle bir anlaşma yaptı. Anıtı görenler hayran kalacak, baktıkça ölümü değil Pers valisi Mousollos’u hatırlayacak ve ona saygı duyacaklardı. Radyolarının sesini kısmak akıllarına bile gelmeyecek, ölüm de rahat rahat çalışacaktı.
Tahminen 55 m. olan Mozole kalsaymış, Bodrum’dan böyle görünecekmiş, temsili fotoğraf internetten
Turgut Reis caddesi Antik tiyatronun iki paralel altında, 93 numaralı müze kapısının geniş ağzı bir çamaşırhaneye bakıyor. Mozolenin inşaasınaKarya Satrabı Maussollos’un M.Ö. 353 te ölümünden sonra karısı Artemisia devam etmiş, M.Ö 351 de onun da ölümünden sonra yapı dönemin ünlü heykeltraşlarının gayretleri ile tamamlanabilmiş. Anıt yaklaşık 1600 yıldan fazla ayakta kalmış.
Dahası var; Mausoleum o kadar ünlü olmuş ki, kendinden sonra gelen büyük, küçük tüm anıt mezarlar “mozole” olarak anılmaya başlamış.
Müzeye sonradan eklenmiş galerilerde mozole hakkında detaylı çizimler ve Türkçe-İngilizce açıklamalar var; Antik kent merkezinde büyük bir terasla çevrili anıt mezar yaklaşık 50 metre yüksekliğinde. Yüksek bir podyum, sütunlu bir galeri, basamaklı piramidal çatı ve dört atlı araba üzerinde satrap Maussollos’la karısı ve aynı zamanda kız kardeşi olan Artemisia’nınheykeli olmak üzere 4 ana bölüme sahip. (O zamanlar hükümdar ailelerinde, Mısır, Yunanistan ve Pers gibi, aile içi evlilikler görülürmüş) Mermer süsleme, kabartma ve heykellerle donatılmış anıtta, resmi törenler, kurban ve av sahneleri gibi Maussollos’un yaşamından kesitler ve çeşitli mitolojik sahneler de tasvir edilmiş.
Dört at tarafından çekilen, anıtın üstüne yerleştirilmiş arabadakiler Mausollos’un ve Artemis’in heykelleri, (fotoğraf Miniatürk’ten)
Fresklerde ölünün onuruna yapılan at yarışları, hatiplik yarışmaları ve atletizm konuları işlenmiş. Hatiplikten kast edilen, Ezberden okunan mitolojik rivayetlerin aktarıldığı uzun şiirler, sözün eyleme üstün geldiği kahramanlık hikayeleri ya da zafer ve mutluluk dolu destanlar olmalı.
Mausollos Mylasa(Milas) da doğmuş olmasına rağmen sarayını Halikarnassos’a yaptırmış.
Çarşı (forum) meydanı liman boyunca şehrin en alçak seviyesinde kurulmuş, bu kavisin orta yüksekliğinde üzerinde çok geniş bir caddenin inşa edildiği ve bu caddenin ortasında yükselen Mausolleion o denli üstün bir işçilikle inşa edilmiş ki, yedi harikadan biri olmasının sebebi de bu ince işçiliğindenmiş. Kavis doruğun ortalarına içinde Maussollos’a Karialılar tarafından hediye edilen mermerden elleri ve ayakları zarif bir işçilikle işlenmiş dev bir heykelin bulunduğu Ares (Mars) tapınağı yer alıyor. Bu heykelin bazı kişilere göre Leochares diğerlerine göre ise Timotheos tarafından yapıldığı ileri sürülüyormuş. British Museum’a sormak lazım, onlar bilir.
Biz olmayan antik harikayı geziyormuş gibi anlatmaya devam edelim. Nerde kalmıştık?Sağ kanadın tepesinde ve Salmakis çeşmesine oldukça yakın bir yerde Afrodit (Venüs) ve Hermes(Merkür) tapınağı bulunuyor.
Maussolos’un ölümünden sonra başa geçen karısı Artemisia’nın tüm Karia kentlerine hükmetmesine bir kadın olması nedeniyle karşı çıkan Rodoslular krallığı ele geçirmek için bir donanma hazırlarlar.
Ama Artemisia, kadın başıyla topladığı kürekçi ve savaşçılarla teçhizatlandırdığı donanmayı limanında gizleyerek şehrin diğer vatandaşlarını savunma için surlara gönderir.
Mousollos ve Artemisia’nın heykelleri, fotoğraf British Museum’da çekilmiş, (internetten)
Rodoslular gemilerini terk ederek surlardan içeri girerler. Artemisia denize açılan yapay bir çıkış yoluyla aniden donanmasını küçük limandan büyük limana geçirir. Askerlerine çıkartma yaptırarak terk edilmiş Rodos donanmasını alır ve açık denize çeker.
Kraliçe, kendi asker ile kürekçilerini Rodosluların gemilerine bindirerek Rodos’a yelken açar.
Rodoslular defne buketleriyle bezenmiş gemilerinin döndüğünü görünce kendi vatandaşlarının zaferi kazandığını sanarak düşmanı içeri alır. Böylece Artemisia Rodos’u alarak zaferini simgeleyen bir de anıt diktirir. Bu anıt tabi ki, kraliçenin iki bronz heykelinden oluşur.
Kraliçe ile vedalaşıp, bir gün kızkardeşi Ada için geri dönmek üzere 2247 yıl sonrasına, 16.yy’a gelelim. Sultan Süleyman’ın Rodos’a hücum hazırlığı yaptığı yıllara. St. Peter kalesinin (Bodrum Kalesi) önemini ve Türkler’in ilk hücumdan burayı alabileceklerini bilen haçlılar birliği kalenin tamiri ve saldıracak düşmana karşı gerekli önlemlerin alınması için Hospitaller şövalyelerini Halikarnas’a gönderir. Bunlar arasında Lyon’lu bir şövalye olan komutan de la Tourette de bulunur. Daha sonra Rodos’un alınması sırasında görevli olan bu şahıs Fransa’ya gelir ve anlatır.
Mozole üzerine bir kitap olan Satyros ve Pytheos “iyi talih en yüksek mükafatı bahşetmiştir” diye başlar.
Şövalyeler Mesy’e (Bodrum) gelir gelmez kaleyi takviye işlemlerine başladılar ve kireç yapmak için gerekli taşları aramaya koyuldular. Bu iş için de en uygun malzeme liman yakınındaki ve evvelce muhteşem bir şehir olan Halikarnassos’un bulunduğu bir tarlanın ortasındataraçalar oluşturan beyaz mermer basamaklardan temin edildi. Böylece bütün bu mermer basamakları söküp attıktan sonra, kaliteli buldukları bu malzemeden daha fazla elde edebilmek ümidiyle toprak seviyesi üzerinde kalmış az miktardaki taş duvarları da yıkarak daha derinlere indiler.
Dört beş gün içinde büyük bir alanı yıkarak açtıktan sonra bir akşam üzeri mahzen girişini andıran bir açıklık buldular. Bir mum ile bu açıklıktan içeri girdiklerinde etrafı kaide, başlık, arşitrav, friz ve yarı kabartmalı kornişlerden oluşan mermer kolonlarla süslenmiş, geniş ve kare şeklindeki bir odaya girdiler.
Daha sonra bu odanın yanı sıra ikinci bir odaya geçen çok alçak bir kapı çıktı karşılarına. Burada içindeki çatı şeklindeki kapağıyla birlikte harika bir parlaklıktaki çok güzel beyaz bir mermerden yapılmış bir lahitin bulunduğu mezar odasıyla karşılaştılar. Fakat ricat borusunun çalınması üzerine mezarı açmaya fırsat bulamadan ayrılmak zorunda kaldılar.
Mozole kadar müzede ilgi odağı olan Bella Sombra (güzel gölge) ağacı, Cevat Şakir Brezilya kökenli bu ağacın tohumlarını Paris’ten, bir zarfın arasında getirtmiş. Sekiz tohumun ancak altısını kurtarabilmiş gümrükten,
Ertesi gün döndüklerinde mezarın açılmış ve etrafındaki toprağın üzerine altın kumaş parçacıklarının ve aynı metalden yapılmış parıltıların saçılmış olduğunu gördüler. Büyük bir olasılıkla kıyılarda kol gezen korsanlar buluntudan haberdar olmuş ve gece gelerek mezarın kapağını kaldırmışlardı. Kendilerinin burada büyük bir hazine buldukları sanılmaktaydı.
Bu rölyef ne anlatıyor, saçlarından tuttuğu kadına tekme savuran bu kalkanlı, çıplak asker de kim?
Böylece dünyanın 7 harikasından biri sayılan bu muhteşem mezar barbarların gazabına uğrayana dek iki bin küsür sene ayakta kalabilmiş fakat Rodos şövalyeleri tarafından bulunarak St Peter kalesinin onarımı için kullanılmış. Sonrası malum, Sultan Süleyman Rodos’u almış, Orta Çağ sanat ve edebiyatına ilham veren, Kutsal Kase ve Kral Arthur hikayelerinin kahramanları şövalyeler de evlerine dönmüşler.
Gelelim bu anıt mezar nerde? Bu tonlarca ağırlığındaki heykeller kuş olup uçmadı ya!
Maussolleion’un olduğu yerdeki kazı çalışmaları ilk defa 1857 yılında devrin sultanı 2. Abdülmecit’ten izin alan İngiliz arkeolog Charles Newton tarafından başlatılmış. Newton tarafından bulunan çok değerli ve önemli eserler şimdi British Museum’da sergileniyor. Şaşırdık mı? Hayır!
British Museum’dan
Anıt mezardan kalanları koruyan, en azından adres gösteren müze Carlsberg vakfının (şimdilerde Akdeniz Ülkeleri Akademisi olarak anılıyor) desteği ile Prf. Dr. Kristian Jeppesen’in başkanlığında 1966-1977 yılları arasında yapılan çalışmalarda oluşturulmuş, burda sergilenen eserlerin büyük çoğunluğu Danimarkalı arkeologlar heyetinin araştırmaları sonucu düzenlenmiş. Mausolleion açık hava müzesi Türk ve Danimarka hükümetlerinin işbirliği sonucunda planlanmış ve yapılmış.
7 Harikadan biri olduğunu, Mausolleion ve onu yapan ünlü sanatçılar hakkında çok önemli bilgileri bize nakleden Latin yazarları Plinius ve Vitrivius’den öğreniyoruz. 16yy başlarında anıt tamamen ortadan kaybolduktan sonra bu kaynaklar yapının orijinal görünümünün ne olduğu hakkında bize fikir verebilen tek yaşayan kanıtlar haline gelmişler.
Yazının başında, dünyanın bütün nimetlerinden, hatta günlük hayatta kullanılan en temel şeylerden bile uzak durarak kendini özgürleştiren Kinik Diogenes ile Mausollos arasında geçen, kurgu dialoğa dönecek olursak; bugün hala aynı soruları soruyor, aynı cevapları arıyoruz. Nasıl daha mutlu ve anlamlı yaşayabilir(dik)iz? Görünenin ötesinde anıtın Mausollos’a ne yararı olacağını öğrenme şansımız yok. Belki ancak, Diogenes’in son sorusuna verdiği cevabı tahmin edebiliriz. Ben bilgi diyorum.
Antik dünyanın yedi harikasına topluca bir bakış attıktan sonra, Myndos Kapısına, Karya prensesi Ada ve Makedonya İmparatoru Büyük İskender ile kesişen hayatına bi bakmaya gidiyoruz.
Şehir mezarlığından sola dönüce Büyük İskender caddesi, bakalım Myndos Kapısını bize kim açacak?
Dünyanın 7 harikası
1– Bir Amazon tarafından kurulan Efes’teki Artemis tapınağı
2– Karia’daki Mausolleion
3– Rodos’taki Colossus heykeli
4– Pheidas’ın Olympia’daki Zeus heykeli
5– Memnu’nun Ecbatan’da yaptığı kraliyet sarayı
6– Babil’de Semiramis tarafından yaptırılan duvar.
1975’te 82 yaşındaki Freya Strak’ın başında bir güneş şemsiyesi kadar geniş kenarlı kırmızı bir şapka, sırtında kıpkırmızı bir pelerinle, bir delikanlının mobiletinin arkasına binip beni görmek üzere Avcı Çıkmaz’ına gelmesi de ancak Bodrum’da olabilirdi. Freya Stark, roman değil de sadece seyahatname yazdığı için, ne yazık ki, Türkçe’ye çevrilmemiştir.
Mina Urgan, Bir Dinazorun gezileri
Bitez yalısı
Fabrikaların uzun, tuğla bacalarından çıkan duman gibi bir toz bulutu, günlerdir havada asılı kaldı. Sarımtırak bir gökyüzü, tıpkı renk ayarları bozulmuş bir televizyon gib..Korkunçtu. Afrika sıcaklarıymış, termometre nerdeyse 44 dereceyi gösterdi. Nem yükseldi, yürümek, uyumak, oturmak mümkün olmadı.. Denize girmek de yasak. Polis devriyeyi iki katına çıkarmış. Evde duramıyorum, yazamıyorum. İnsan sesine, bedeninin ağır, gevşek ve zamansız hareketine, kedilere, düşen yapraklara, titreyen telefonlara dahi tahammül edemiyorum. Ani bir kararla toparlanıp yalıya indim, işçiler açılacağı meçhul yeni sezon için durmadan çekiç sallıyorlar, sahile çekilmiş tekneler boya kokuyor. Yabancılara katlanmak daha kolay. Maskeyle nefes alamıyorum, gözlüğüm buğulanıyor. Sol ayağım bileğime kadar sızlıyor, parmak aralarım su toplamış. Durdum, burası iyi. Tavşan Adası karşıda. Görüş mesafesi o kadar daralmış ki, mesela şimdi biri gelse ve buraya ilk defa geliyor olsa, “şu karşıda gördüğün, yok o değil! Ufuk çizgisinde boydan boya uzanan, en arkadaki dağlar var ya! İşte orası Kos” dersin kolayca, onu şaşırttığın için keyiflenir, “Bodrumlular koy demez yalı derler” diye bir heves kaptırır gidersin. Bugün Kos filan yok. Önüm arkam nemden bir duvar. Sırt çantamdan küçük bir havlu çıkarıp denize serdim. Belediye çay bahçesinde kimsecikler yok, gün batımlarında yukardan gözetlediğim, direklerindeki beyaz ışığıyla hayallere daldığım teknede küçük bir erkek çocuk arkasındaki hayali ordusuyla at koşturuyor. Akvaryum Koyu’ndan sola doğru kıvrıldım. Gümbet‘e kadar bodur çam ağaçları mis gibi koktu, biraz esti sanki. Bodrum’da kalenin arkasından dolanıp açıklara çıktım, tersaneye doğru tekrar kıyıya. Yalıçiftlik‘ten sonrası mola.
Anastasiopolis
Deniz usul usul Doğu’ya doğru kırışıyor. Sonra Batı’ya, rüzgar nereye isterse oraya. Bir ters bir düz, eğer karadan eserse üşüyor, tüyleri diken diken, tabiatına ters, Güney’e gitmek istemiyor. Kıyıya vuran küçük dalgalar mutlu bir bebek gibi anlaşılmaz sesler çıkarıyor. Yukarda, zeytin ağaçlarının arasında dağlara doğru dikenli tellerle çevrili bir şehir hala gemisiz limanından gelen bin küsür yıllık sesleri dinliyor. Güneye bakan pencerelerin etrafında yıkık bir duvar parçası kalmış. Acaba bunlardan hangisi hamam, hangisi kilise? Arkamdaki tabelada KissebüküBodrum Su Altı Arkeoloji Müzesi Kazı Alanı yazıyor. Önce denizin içinde kazı yapılıyor sanıyorum, su altı filan deyince, sonra anlıyorum, Kalenin çindeki müzeyi kastediyor.
Yukarda, muhtemelen Mazı yolundaki taş ocaklarından buralara kadar gelmiş düz bir taşı masa yaptım, üstüne de bir kadeh şarap. Denizin içindeki taşlar daha yuvarlak, dışardan aydaki kraterler gibi belli belirsiz görünüyorlar. İçerden uyuyan kaplumbağalara benziyorlar, eski bir masal geliyor aklıma, uzun süre bakamıyorum. Masal bu ya, sevdiği kızın babası, delikanlıyı kata külleye getirip ıssız bir adaya gönderiyor. Ya da bırakıp kaçıyor. Kızını daha nüfuzlu, zengin bir adama verecek. Genç aşık sevgilisine kavuşabilmek için gece gündüz denize bakarak dua ediyor Tanrıya, yakarıyor. Aradan ne kadar zaman geçiyor bilinmez. Yine bir gün huşu içinde denizden gelecek yardımı bekleyen bi çare gözlerine inanamıyor, denizin içindeki her bir taş dönmeye başlıyor, deniz kabarıyor, kaynayan bir çorba gibi, dakikalarca belki saatlerce fokurduyor. Karadan esen kuvvetli bir rüzgarla deniz çekiliyor sonra. Bizim oğlan bir de ne görsün, deniz silme dev su kaplumbağalarıyla dolu. Bir tanesi başını yavaşça kabuğundan çıkarıp gülümsüyor. “gel” diyor dile gelip, oğlan kaplumbağaların sırtlarına basarak karşı kıyıya kadar yürüyor ve mutlu son.
Fonda kuş sesleri, rüzgarın hafif uğultusu ve deniz üçlü bir orkestra gibi. Ara sıra rüzgar öne çıkıyor, o durulunca kuşlar başlıyor ama deniz hep aynı nakaratla şırıl şırıl. Kıyı Karaia‘nın Keramos ve Halikarnassos kentlerinin kesiştiği Anastasiopolis koyunun, nam-ı diğer Kissebükü‘nün binlerce yıllık şarkılarını söylüyor. Kuzey Batı’da, kazı alanından az ilerde Ayşe ninenin ve torununun sembolik mezarı var. Güneş gri damarlı beyaz mermere vuruyor ama hala savaş gibi soğuk ve yalnız.
Bence burası bir hamam, yoksa o güzelim manzaraya bu kadarcık pencere yaparlar mıydı?
Güneş bulutların arasında kaybolunca deniz lacivert oluyor, kraterler kayboluyor. Akropolü çevreleyen koyda, yarım ay boyunca yürüyorum. Ta antik çağdan, Arkaik Dönem‘den beri kullanılan, etraftaki dağların arasından limana kadar gelen toprak yol sessiz. İlk yerleşim yeri, sahile 200 m mesafede tüm koya, Gökova‘ya uzanan manzaraya bakıyor. Bulutlar Datça‘ya doğru kümelenip ufku gizliyorlar. Kuzeyde yeşil yaprak bulutları, çayırda deve dikenleri, kedi otları, yollarda kantaronlar sapsarı ama daha Mayıs ayındayız, bunlar Haziran alametleri değil miydi? Demek ki Yaz, bu sene erkenci. Deniz çağırıyor, “hadi ama, oturmaya mı geldin?!”
Uzaktan çok havalı, beyaz bir tekne koyun batı tarafındaki tek cebine yerleşmeden önce müziğin sesini kısınca bi “oh be!” çıkıyor ta ciğerimden. Üç kişi tekneye bağlı sürat motoruyla koyu boydan boya boya tavaf ettikçe denizin keyfi kaçıyor. Rüzgar dağlardan estikçe ürperiyor.
Ara sıra telefon çekiyor, hemen mesajlara bakıyorum. Kızılcaköy‘lüler jeotermal istemiyor. Asker barikat kurmuş. “Bizim çocuklarımızla bizi karşı karşıya getiriyorlar, bizim vergilerimizle” diye basma şalvarlarını koca memelerine kadar çekmiş yaşlı kadınlar sitem ediyor. “Dokanmayın!” diyorlar “biz böyle iyiyiz”
Devedikeni
Sırtı fıstık yeşili, kanatlı bir böcek sıradaki kelimenin üstünde geziniyor, iki sayfa ancak okudum. “Tamam” diyor bırakıyorum kitabı. Böcek parmaklarımın arasında akrobasi hareketleri yapıyor. Güneş kollarımı yaktı. Bulutlar kenar çizgileri üstünden tekrar geçilmiş Datça‘nın tepesine küçük, sevimli bir dinazor gibi yerleşmiş.
Çok yakından boğuk bir ses geliyor, ses uzadıkça yırtılıyor. Kargaya da benziyor, martıya da. Başımı kaldırınca gözlerim kamaşıyor, elimi siperliyorum ama yine de uzun süre bakamıyorum. Koca gökyüzünde tek bir kuş bile yok. Görünmeyen ses kuş olup Doğu tarafındaki kayalıklardan havalanıyor. Leylek sandım önce, heyecanlandım. Altı tamamen siyah, üstü beyaz bir karga-martı. Etrafı kolaçan etmeye gönderilmiş gibi koyu boydan boya tamamen uçuyor. Görev tamamlandı ve kayboldu.
Yaralara, çatlaklara, yanıklara dertlere deva sarı kantaron
Kıyı çizgisine paralel uzanan şehir kalıntılarına doğru yürüyorum. Çakıldan irice yuvarlak taşların gölge sesleri ayağımın altında hep aynı şeyi söylüyorlar.
“hanımefendi maskeniz?”
uykuyla uyanıklık arası “ödümü kopardınız” dedim lacivertler içinde tere batmış polis memuruna. Rüzgar kumdaki kitabımın sayfalarını hızla çeviriyor, bir o tarafa bir bu tarafa. “burda” dedim, “çantamda, bunalınca çıkardım, hemen takıyorum.” Memur bey uzaklaşırken ortalığı toparlayıp ayaklandım, evdekiler merak etmiştir.
Önüm sıra yürüyen, beyaz saçlı cüsseli bir adam “Ben gazeteciyim” diyor biraz önceki polis memuruna, ufuk çizgisindeki mor dağları gösteriyor. “Gençliğimde burdan Kos‘a, İstanköy‘e kadar yüzerdim her yaz.”