Ne var ki yazmak, kişinin başkalarının onu görme biçimini boş vermesidir; kendisini her türden yargı, poz verme ve konumlandırma kaygısından kurtarmasıdır. Yazmak bir şeyin erişilebilir olmasını, ortaya çıkmasını sağlamaktır.
Karl Ove Knausgaard

Yıllardır onun ağzından duymak istediği şey buydu, nihayet itiraf etmişti ama durup dururken öyle beklenmedik bir anda oldu ki, şaşırdı; tadını çıkaramadı, neredeyse “estağfurullah!” diyecekti…İlk cümleyi arıyorum, kalemi kaldırmadan haldır haldır yazıyorum, koşar gibi. Kendisinden sonra gelenlerin kaderi ona bağlı olan şu malum cümleyi. Bu bir yöntem, metot ya da ısınma egzersizi…Yaratıcı yazma atölyelerinde herkes yazabilir motivasyonunun hemen arkasından gelir ve “bakınız yazabiliyorsunuz,” der hocalar. “Herkes yazabilir!”
Söyleyemediklerimi yazmak; istediğim buydu, kendimi kaybetmek ve aradan çekilmek. Kalemime ve onun istenç dışı oyunlarına bile isteye teslim olmak. Cesaretimden, daha doğrusu cahil cesaretimden dolayı kutluyorum kendimi. İçim dışıma çıkacakmış, ters yüz olacakmışım umurumda değil. Çünkü bunun farkında bile değilim. Terapistler de yapıyormuş, “Yazın!” diyorlarmış danışanlarına, yazanlar dökülüyor, onlar da topluyorlarmış. “Büyülü gerçeklik” bu olsa gerek; yazının ta kendisi.
Dün kuzenimden bir mektup aldım, o da söylüyor aynı şeyi. “Koşarak yazmalısın,” diyor “sonra ayıklarsın içinden, karakterlerini seçer, hikayeni yaratırsın. Yeter ki, aradığını bulabileceğin bir rehberin, yol haritan olsun, oraya buraya imleç bırak mesela, güvenme hafızana, renkli kalemle işaretle.”
Kuzen haklı. “Bir buçuk ay dene, ne kaybedersin? Ama disiplinli ama her gün iki saat ama aynı yerde aynı saatte” demiş, sıkı sıkı da tembihlemiş. “Bileğin kırılır, elin açılır, yazı kasın gelişir böylece. Ya rutinim şaşarsa? Dediğini duyar gibiyim. Olsun! Sen beşersem o da şaşar, yılmak yok!”
Karl Ove Knausgaard‘ın İstemsiz adlı bir kitabını okuyorum. Neden yazdığını anlatıyor. Allah’ım uğruna okuduğum bu kaçıncı kitap? her birinde verilecek olan “o” büyük sırrı sabırsızlıkla bekliyorum, bekliyorum…ha geldi, ha gelecek. Bir şey geldiği yok! O sırada evin fertlerinden çocuk olanı, anneee!! diye bağırıyor, bulaşık makinası deterjan kapağına hamle yapıyor, telefon çalıyor, çalmasa da bana öyle geliyor? Ses halüsinasyonları duyuyorum, endişem kabuslarımda gördüğüm ellerim kadar büyüyor. Bazen tüm düşüncelerim kuşkuyla doluyor. Geriye sarıyorum, bir daha bir daha okuyorum. Bu okumaların, tekrarların birinde nihayet bir şeye rastlıyorum, aradığım şey bu olabilir mi acaba? Satırların altını çiziyorum, söz veriyorum kendime, dönecek ve onun gibi yazmayı deneyeceğim. Devam ediyorum kazmaya, hazine daha derinlerde olmalı. Sebat etmeliyim.
Tıkanmanın nedeni yazarın kendine ördüğü duvarlarmış, eee ne var bunda, hiç de sır gibi gelmiyor kulağa. Ordan kuzene geliyorum tekrar, benim akıllı, çok akıllı kuzenime, annesi gibi, annesi de anneme “radyo,” derdi mektuplarında, “toz alırken, mercimek seçerken, yaprak sararken mesela, poacaların üstüne çörek otu serperken, çorbayı karıştırırken, yama yaparken içten dışa, sökük dikerken radyon her daim açık olsun. Çiçekleri sularken onlara radyodan duyduğun hikayeleri anlat. Sabah uyanır uyanmaz aç, aç ki, o fırsat düşkünü laf anlamayan, söz dinlemeyen meşum sesler sussun. Sarsak adımlarla istemeye istemeye gitmelerine hiç aldırış etme, bırak çıksınlar, ait oldukları yere, geçmişe dönsünler.”
Hemen itiraz ederdim, yok canım! Güldürme beni, ben açık fikirli, cesur bir kadınım, yazarken de öyle olmama ne engel olabilir ki? Bak yazıyorum, yazabiliyorum. Kurgu? Evet zorlanıyorum, fakat bu hep böyle devam etmez, açılırım biliyorum, az kaldı, dilimin ucunda, çağırsam gelecekler, çağırmıyorum. Neden mi? Doğru zamanı bekliyorum da ondan. “Hiç gelmeyecek mi?” “Yo hayır, niye öyle dedin ki? Bak şuraya yazıyorum işte! Gelecek!” Yaz ki gelsin, baktı sen yazıyorsun, o usul usul yaklaşır, omuzlarının üstünden yazdıklarını okuyacak kadar yaklaşır hem de. Hoop! Eğilir, işaret parmağını belli belirsiz uzatır ve der ki, “yağmur zaten dışarda yağar!” “telefon acı acı filan çalmaz sadece çalar.” Sen şaşırmaz kulak verirsin, uyarsın tavsiyelerine. Sonra bir sandalye çeker, yanına oturur. Bir de bakmışsın der top olmuş, kedi gibi kıvrılmış kucağında. Tanrının eli olur, seninle senin yerine yazar, sen ne kadar orada olursan o da sana o kadar sokulur. Başında beklenen çaydanlık misali sakın belli etme beklediğini kaynamaz. Geldiğinde de öyle yaygara koparma, uyku kadar incedir o, ürkütürsün!
Bu sınır mevzu var ya, hani kendi etrafımıza çevirdiğimiz, kendimizi hapsettiğimiz, alıkoyduğumuz yer. Yüksek duvarlarla örülü, tutunacak bir delik bile olmadığı. Çıkıntı? Hak getire! Labirente bile razıyım, o da yok! Hani bir şans vermeye kalksam diyorum…Ben vermemişim de sen kendin bulmuşsun gibi. İşte tam burada, kuzen ve Knausgaard el ele vermişler diyorlar ki, bir merdiven bul, olmadı bir bıçak, ip ne bulursan artık, hiç mi yok, olmuyor mu? İğne de mi yok? Tırnaklarınla kaz. Kaz ki çıksın, baş versin sıkıştığı yerden. Vakit çoktan geldi, yapabilirsin, haydi! Ellerini siper edecek yüzüne, ışıktan gözleri kamaşacak. Vücudu eğri büğrü, yanakları buruşmuş, kurumuş, rengi atmış dudaklarını yalayıp ısıracak, utanacak, yine saklanmak isteyecek ve sonra yine, sen onu ürkütmeden, korkutmadan o incecik, çelimsiz parmaklarından nazikçe tutup bir daha bir daha deneyeceksin. Güneş onu ısıttıkça kemikleri güçlenecek, kırlarda koşup oynayacak, bacakları açılıp esneyecek, başını gökyüzüne kaldıracak ve maviyi, bugüne kadar hiç bilmediği bir maviyi hayranlıkla övecek. Kan yürüyecek dudaklarına.
Beğenilme kaygısı, kaçırma korkusu…geçmişe, geleceğe, hatta gözümüzün önünden geçip gidenlere bile. İçim biliyor fırını erken açıp kekin kabarmasına engel olduğumu, içim biliyor mayalanmamış ekmeğin, demlenmemiş çayın mide bulandırıcı tadını. Biliyor da öbürü sıkıştırıyor, hayallere, gündüz düşlerine dalsın istiyor beriki, dalsın da, Kibritçi Kız gibi kalsın ortada, donsun, kanı vücudundan çekilsin, mora çalsın kılcal damarları. Clarissa Pinkola Estes, masamın üstünde, gözümün önündeyken bile özlüyorum…Büyüyünce ben de kurtlarla Koşan bir kadın olabilecek miyim senin gibi?
Öyle büyük yeminler etmeye, gidilebilecek en uçlara gitmeye gerek yok. Usul usul, yavaş yavaş, senin kendi hızında, belki belli sürelerde bir tık arttırarak. Hani geçen sene yapmıştın. Yapmıştın da ne iyi gelmişti. Elena Ferrante’nin son kitabı Yetişkinlerin Yalan Hayatı (Halam hakkında her şey yazacaktım neredeyse) Yayınlarız demişlerdi de yayınlamamışlardı kitap incelemeni. Yani öyle, bazen bir tık arttırarak, koş da demiyorum, korkma diyorum, yürü! Bak yumurta kafalı sığırcıklar geldi, sesleri nasıl da yumuşamış, sanki bütün yağmuru onlar toplamış, yorgun düşmüşler de neşeyle ocak üstündeki bir çaydanlık misali mırıldanıyorlar.
Kahvem buz gibi olmuş.
Güneyde, koyun açıklarında sağanaklar çıktı, rüzgar kuzeyden esiyor, bulutlar inceldi, aralarında masmavi derin bir delik açıldı, güneş sızar birazdan oradan, dağların çıplak tepelerini görüyorum penceremden. Hava soğuk ama yürürsem ısınırım. Astarsız paltomu giydim, koca cepli olanı. Metafor toplamaya gidiyorum, yağmurdan sonra kıyıya vuran “sanki” leri “gibi” leri, teşbihleri toplamaya.
Mor çiçekli biberiyeler mis gibi kokuyor, “bir tutam at!” dedi komşum, “mantarlı tavuk yahnisine çok yakışır.” Tel örgülere kadar yürüdüm, umudum dönüşteydi ama yüzleri koya dönük bankların ikisi de hala dolu. Kos adasına bakıyorlar. Memleketten daha yakın başka bir ülkeye. Birinde çocuk kitap okuyor, yaşlı kadın çantasına davranınca diğerinden kalkacak sandım. Kalkmadı, yüzünü güneşe döndü, bir sigara yaktı. Nasıl güzel, nasıl zerafetle kırışmış, buğday rengi teni yazdan kalmış da doymamış. Kim doyar ki kış güneşine, insanın ruhunu ısıtan parlak sarı ışığına? Kah binlerce ağzıyla denizi öpüyor, gümüşi menevişler saçıyor yanaklarına. Kah bulutlara vermiş bir tutam ışıltı, pembeye çalmış onları. Siz hiç pembe bulut gördünüz mü ya da fosforlu beyaz? Çıplak ayaklarımın altına kadifeden yosunlar topladım. Sabaha kadar sanki milyon tane örümcek dokumuş gibi hafif, yine uyku kadar ince.
22/02/22, Beşiktaş
Yelda ugan S.