Arkadaş

Ancak fanilerin eremeyeceği bir sırra.

Dicle

Sokak, dünyanın sonundaki çaya varmadan tavanı kalın, demir kancalı ıslak kalaslarla destekli, zemini sürülmemiş toprakla kaplı eski değirmenden almış adını.

Postacının bıraktığı zarflara adı yazılı Değirmen Sokak.

Baş harfleri büyük.

Okula başladığı sene kuzenlerden gelen ve maaile yeni yılını kutlayan posta kartlarına imrenmiş, heves edip o da yazmış.

İğne yapraklı çam ağaçları, ürkek bakışlı geyikler, sevimli ceylanlar rengarenk pul, yaldızlı sim olmuş da eline yüzüne bulaşmış, epey uğraşmış ama yorulduğuna da değmiş doğrusu.

Ne hala kızı kalmış, ne dayı oğlu, ne de amca. Dedeler zamansız göçüp gitmiş, büyükanneler gavur icadı saymış gelen yeni yılı kutlamayı.

Sıra zarflara gelince, durdu kız, kısacık düşündü.

En gizlide sakladığı define sandığına davrandı, turkuaz üstüne mor-turuncu, mine desenli teneke kutusuna.

Kurutulmuş papatyaların, ipe dizili mersinlerin, kullanmaya kıyamadığı tavşan başlı silginin, kaçamak gözlerle ona bakan gelinle damadın aile albümünden yürüttüğü tek düğün fotoğraflarının arasından, sol üst köşelerindeki pulları damgalı beyaz zarfları çıkardı.

Onları, yani kartları zarflarıyla beraber sakladığı için kendisiyle gurur duydu.

Ve az evvel en güzel yazısıyla inci gibi harfleri yan yana dizdiği kartların bulunduğu zarfların üstüne, Değirmen Sokaklı adresi yazdı.

Kendi ev adresini.

* * *

Yanı başında fısıldayarak akan derenin narenciye bahçelerine gidişini anlıyordu da suyun ta aşağıdaki çaydan buralara kadar gelişini anlamıyordu.

Göğüsledikleri buğdayı una çeviren birer tonluk iki ağır değirmen taşını çeviren suyun da çaydan nasıl geldiğini.

Bildiği fizik kurallarına aykırıydı.

Ne biliyordu ki?

Daha sekiz yıllık hayatcağızının ilk yazıydı bu sokakta geçen.

Bahçeler yukarıda yokuş başındaydı, değirmen aşağıda çayın yamacında.

Annesi köprünün öbür başı kadar uzak akrabaların davetine icabet eder, yürüdükçe göğsündeki ağırlık hafiflerdi.

Omuzlarını saran beyaz dantel şalı, saat sarkacı gibi bir sağa bir sola hevesle raks ederken

kız geride kalır, sarkaç duruncaya kadar korkuluklara abanır, akan çaya karışırdı yarı hülyalı.

Bahar yağmurlarıyla köprü gözünden deli divaneye dönen su yazın incelir, cılız, hastalıklı bir oğlana benzerdi.

Yaz geldi.

Saçlarından ayrı düşmüş bir toka gibi hem sokak hem de onun tek elma ağacı sustu.

Tam köşeden, eğilip meyvelerini cömertçe ikram etse de ağacın kökü bel hizasından başlayan dikenli tellerin ardındaydı.

Onları dalından koparmak yasak.

Dökülenlerle yetinmek zorunda.

Ademle Havva olmadan cennet olmaz.

Yazın sonunu bekle! Ademlerin ve Havvaların ovaya inmelerini.

Öteden beri Toros dağlarıyla yukarı ova arasında göç telaşına tutulur, yaz başında gider, Eylül’de gerisin geri dönerler nasılsa.

Kaderleri bu.

Anne migrenini beşikte tıngır mıngır sallarken, komşu kadınlar, bir sır verir gibi “saçına kına” yak dediler.

Yılda iki kere, baharlardan sonra!

“Gece boyunca gazete kağıdına sararsın” dediler.

Uzun kanaviçe yastık kirlenmedi, zira kadınların tembihlediği gibi sabah alnına ve yanaklarına bulaşmış kızıl lekelerle uyanıncaya kadar naylon bir poşet geçirdi kınasına.

Ormanda bir başına yaşayan tekinsiz ucubeler destanın kayıp satırlarını aradı.

Çocukların ödünü koparan.

Sabahla öğle arasını içine düştüğü sayfaların arasında geçirdi.

Kadın öğlene doğru yıkadığı saçlarını güneşte kuruturken kara büyü bozuldu, saçları kızıl bir alev gibi omuzlarından sarktı.

Komşu kadın, kınaya biraz da havanda ezilmiş ceviz yaprağı salık verdi vereli, arka bahçeye gider elmaları göz ucuyla süzerek, yanı başındaki ceviz ağacından annesi için 7-8 dal yaprak isterdi.

Evde biten her şey için çocukların komşuya yollandığı günlerdi.

Bazen bir yumurta, bazen de sütü mayalamak için bir kase yoğurt, yarım bardak toz şeker, ağrı kesici hatta dikiş iğnesi.

Çocuklar mahalleye yeni taşınan memur çocuklarıyla öğretilmiş mesafeyi korur, eşikten bile geçmeye yeltenmezlerdi, alimallah evden tembihliydiler, bir öncekilerden de idmanlı.

Kavak ağaçlarının beri tarafında durur, bir şey istedikleri ya da iki kardeşi oyuna çağırdıkları zaman bile suyun öte tarafından seslenirlerdi.

Uzun yaz günlerinde gökyüzüne doğru uzanan kavak ağaçlarının sesini dinledi kız.

Rüzgârın dokunduğu yapraklar belli belirsiz kımıldamaya başlar başlamaz dışarı çıkma vakti gelir, ağaçların altına oturur annesinin elindeki bakır tepsiyi dünyayı taşıyan Atlas gibi yüklenir, patiska bezinden torbalara kışlık erzak olmadan önce, onları kelebek ölülerinden ya da kendini bilmez minik taşlardan ayıklardı.

Baklagillerin yaşadığı yalancıktan bir dünyaydı bu.

Nohuttan, fasulyeden arkadaşlar…

Çatlaması eli kulağında bir tomurcuk baharı muştular muştulamaz portakal çiçekleri açar, mahlukatın içini genişleten ılık bir koku yayılırdı.

Çabucak geldi yaz, yerini sıcak, terli bir sıkıntıya bıraktı.

İşte şimdi sadece onlar kaldı, kapağı açık kalmış bir fırın gibi üflüyordu hava.

Fırında ilk yaz, ilk imtihan.

Gözden kayboluncaya kadar arkalarından baktı, birinin elinde yarım kova yoğurt, diğer ikisinin kucaklarını dolduran çarşı ekmekleri.

Babasına sordu.

Tütün rengi büyük taş evin tek odasında yaşarlarmış.

Çoluk çocuk sıkış tepiş.

Bağa bahçeye göz kulak olurlar da kurda kuşa yem etmezlermiş sahibin emanetini.

Uzaktan, çok uzak diyarlardan gelirler, dil diş bilmezlermiş sözüm ona.

Halbuki evvel söz vardı.

Sessizlik sinirine dokunur, öğle saatlerinde Ağustos böcekleri o sevimsiz nakaratlarına başlar başlamaz huzursuz olurdu.

En ufak bir hışırtıda dahi aniden sıçrar, ürperirdi.

Sırtını kavak ağaçlarından birine dayar, karnına çektiği dizlerine tepsiyi yerleştirirdi.

Mercimeği ötekilerden ya da pirinci berikilerden ayırmadan önce.

Kah Tom Sawyer olur hayalindeki arkadaşına çitleri boyatır, kah bir su perisi olur ablalarıyla bütün gün rengarenk balıkların arasında neşeyle yüzerdi.

Meraklı karıncalar ayaklarına, oradan da dizine kadar çıkar, sonrasına izin vermez elinin tersiyle bildirirdi hadlerini, Güliver’i yani onu ele geçirmeye çalışan Lilliputlar’a.

Kavakların şaşmaz çağrısıyla avluya çıkan merdivenleri eteğini savurarak atlaya zıplaya indi.

Beton zemin hâlâ sıcaktı ve çıplak ayakları onları ateşe tutmuşcasına yandı.

Her zamanki yerine ağaçların altına oturdu.

Kitabın en heyecanlı yerindeydi, son 7-8 sayfa kalmıştı, bitmeden hiçbir şey ayıklayamazdı.

Cır cır böcekleri moladayken kuru, ince bir dal kırıldı sessiz kuyuda.

Çıt çıkmadı.

Annesi mutfaktaydı, unla suyu buluşturmadan az evvel paşa oğlunu kümese göndermiş allayıp pullamıştı, aslandı o, akıllıydı, var mıydı ondan daha güzeli bu dünyada?

Korkusunu güçlükle bastırdı.

İzleniyor gibi geldi ona, tuhaf bir hisle ürperdi, bir tutam saçı kuru rüzgârda dağıldı, gözlerinin önüne bir perde gibi indi de kımıldamaya cesaret edemedi.

Uçurumların dibinde parlayan deniz gibi iki kara zeytin tanesiyle göz göze geldi.

Hiç deniz görmemişti hayatında, elindeki kitapta Akdeniz için böyle yazıyordu.

Çatlamış kuru toprak çayın suları daha bahçelere varmadan onu içine çekti, su inceldi, geveze yapraklar susmak bilmedi.

O günden sonra sektirmedi, her gün aynı saatte geldi.

Ateşe yaklaşan yabani bir hayvan gibi, ürkek adımlarla yavaşça sokulur, sınırı ihlal etmeden, bir adımlık derenin öbür tarafından ilahi bir sırrı ifşa eder gibi boşluğa bakardı.

Ancak fanilerin eremeyeceği bir sırra.

İlk zamanlar onu öyle aniden karşısında görmekten ödü kopuyor, yaklaşan hastalıklı bir sokak köpeğini kovar gibi evine gitmesini söylüyordu.

5-6 yaşlarında cılız, sümüklü bir oğlandı.

Kara kafalı, kıvırcık saçlı, yassı burunlu.

Eski, çişli bir don olurdu ayağında, çoğu zaman o da olmaz, yara bere içindeki bacaklarının arasında bir bamya gibi sallanan çüküyle dikiliverirdi.

Ta ki babaları talimsiz bir karganın ötüşü gibi yapmacık bir şefkatle adını çağırıncaya kadar.

Zamanla oğlanın ziyaretlerine alıştı.

Biraz gecikse merak eder geldiğinde cevabını alamadığı sorular sorardı.

Oğlan belli belirsiz gülümser, ağzından birkaç söz olsun çıkmazdı.

Annesinin yaptığı çöreklerden, hatta babasının ay başında getirdiği içi marşmelov kaplı, bitmesin diye üstündeki ince çikolatasını yalayarak yedikleri bisküvilerden verdi ona.

Hareket devindi, kendi zamanına haber etti, sonsuz gibi gelen yaz nihayet bitti.

Kavak ağaçları daha erken ve daha uzun salınır oldu.

Güneş ısrar etmiyor, hükmü yavaş yavaş geçiyordu.

Oğlan yine aynı saatte geldi.

Kucağına sığmayan paketi çıplak ayaklarının dibine, ısırgan otlarının arasına bıraktı ve sanki peşinde avcının kovaladığı bir tavşan gibi koşarak uzaklaştı.

Dere kenarından başı bozuk iki damla düştü de gazete kağıdına sarılı paket aralandı.

Isırgan otları ayak bileklerinden yakalıyor, yara oluncaya kadar kaşıması için küçücük bir dokunuşları yetiyordu.

Bereket ki adam otları teyakkuza geçmiş sahra çadırında ağrı dindirmeye yeminli bekleşiyordu.

Etrafa baktı, uzun bir sopa arandı ama bulamadı.

Avluda oynayan kardeşine mutfaktan oklavayı getirmesini buyurdu, omuzlarını silkti çocuk.

Zorladı, tehditler savurdu, sonra teneke kutuda sakladığı iki cam bilyeyle kandırdı onu.

İstediği zaman oynayabilirdi.

Uçları içe kıvrılmış sayfalar, yer yer inceldiği yerden kırılmış kitabın solgun kapağı taşa oyulu anlamsız şekillerle doluydu.

Kardeşin heceleyerek, ablanın bir çırpıda okuduğu kitap, ölümsüzlüğü arayan Sümer’li bir kralla ilgiliydi.

Daha önce adını hiç duymadığı kral Gılgameş ve arkadaşı.

Ertesi gün daha kavaklar çağırmadan kitap okuma bahanesiyle dışarı çıktı, arka bahçeyi kümesten ayıran çitlere doğru yürüyerek yerden iri bir taş aldı ve duvar dibine özenle yerleştirdiği yeni kitabın üzerine taşı bir kâğıt ağırlığı gibi ortaladı.

Bu sefer yasağı delmek için kimsenin ovaya göç etmesini bekleyemezdi.

Yaşam olağan telaşıyla başlarken aşınmış toprak çukurdan, annesine “neden oraya giremem?” diye sorduğunda, “orası dünyanın sonu da ondan”, dediği bahçeye, en dar en karanlık yoldan dünyanın sonuna güç bela vardı.

Yarı beline kadar kireç aşılı ağaçların arasından, onları sulayan küçük derelerin üstünden atlayarak koştu.

Kalbi deli gibi çarpıyordu.

Özgürlükten ve arzudan oluşan bir gezginin mutluluğuna bürünmüştü ki önünden sürünerek hızla bir şey geçti.

Boğuk bir çığlık attı, kimsenin, hatta kendisinin bile duymadığı.

Küçük kara bir yılandı bu.

Ter içinde kaldı, evet, kesinlikle bir yılandı.

Kurbağa olsa sıçrardı.

Kertenkele olsa, ne bileyim, bilirdi işte.

Koşmaya başladı.

Sonu gelmeyecekti ki aniden bitti.

Sararmış otların üstünde oturup biraz soluklandı.

Sonbaharda ekilmeyi bekleyen tarlanın ortasında, iki katlı taş evden gelen belli belirsiz çocuk ağlamalarını öfkeli bir erkek sesi bastırdı.

Korkusu merakına yenik düştü, daha iyi duyabilmek için oturduğu yerden iyice öne doğru eğildi.

Sesler çok yakın, ev çok uzaktı.

Üzerinde tepeleme kuruyemiş bulunan dört tekerlekli seyyar arabayı bayır aşağı sürmeden önce adam başını omuzunun üstünden çevirerek içerdeki çocuklara son bir kez baktı.

Onca destan yazıyla mı yazılmıştı? Velakin evvel söz vardı.

Döndüğünde ya o kitap bulunurdu ya da çocukları, kendi çocuklarını külah yapardı.

Gerçekten böyle mi söylemişti?

Arkadakilerin çıtı çıkmadı.

“Leblebiiiiiii, çekirdeeeeek, kavrulmış fıstııık…eğlencelik bunlar” nameli bir tüccar ağzıyla adam ses tellerini her makamdan akord ede dursun, beriki bir uçtan bir uca kat ettiği evin yolunu tuttu.

Dönüş yolu göz açıp kapayıncaya kadar geçer, eve gelenle çıkan bir olmazdı.

* * *

Tozlu kapılar gıcırdayarak bir bir açılmaya başladı.

Boy atmış, gürbüz yanaklarından kan damlayan akranları ovaya iner inmez geçmek bilmeyen yazı ve onu hatırlatan her şeyi bile isteye unuttu.

Değirmen sokak tekrar çocuk sesleriyle doldu. Herkes pür telaş sokaktaydı. Oğlanlar itişip kakışırken kızlar turuncular ve sarılar arasında değirmene kadar bir aşağı bir yukarı kol kola gidip geliyor, erkekler sigaralarını tüttürürken yaklaşan kışa hazırlanıyor, bodrum katlarında ne kadar ıvır zıvır varsa elden geçiriyor, kadınlar onca işlerinin güçlerinin arasında kocalarına da yetişiyor komşuya geçmek için fırsat kolluyorlardı.

İki kardeş de mal bulmuş mağribi gibi akşama kadar dışarda oyunlar oynuyor, eve girmek bilmiyorlardı.

Kara gözlü oğlan yine aynı saatte yine aynı yere geldiyse de onu fark eden olmadı, olan da ses çıkarmadı.

Tanrı’nın yıkayıp ellerini bir parça çamurla yarattığı Kralın arkadaşı Enkidu gibi oğlan yitip gitti ve bir daha görünmedi.

“Birdenbire hiçbir şey kalmaz geriye
akarsuya karışan susineklerinden, güneşi gören yüzlerden!”*


*: Gılgamış Destanı, çev. Orhan Suda, Yapı Kredi Yayınları

Yelda Ugan S.

17/07/22, Bitez

Kayıp Rıhtım, 13. yıl özel sayısı

https://oykuseckisi.com/.arkadas-yelda-ugan-saltoglu/.

Reklam

Diken Yapraklarıyla Haymeler Kuralım

“Küçükken” dedim, “gökkuşağının altından geçersen erkek olursun derlerdi de ödüm kopardı, vişne çürüğü eteğimi, prenses yakalı elbisemi düşünürdüm. Sanki en önemli şeyler de onlarmış gibi.” 

Ev

Kapıyı açarken eli hala belimdeydi. Böyle küs gibi gitmek istemedim, zira küsmek de sevdaya dairdi. Güya son anda hatırlamış gibi döndüm. Belimi tutan eli havada kaldı. Güvensiz, niyetli ama kırılgan bir el. “Yedek bezler yeşil çantada, burun damlası da fermuarlı gözde, uyumadan önce iki damla, sakın unutma.” Gözleri benimkileri aradıysa da bulamadı. Huyum kurusun, hani sevdaya dair olanlar? En sevecen sesiyle bütün talimatlarımı onayladı. Merak etmeyecek, iyi vakit geçirecekmişim. “Kızlara selam söyle,” dedi. O zamanlar yalnızlığın verdiği böylesine bir zihin açıklığına sahip değildim. Cevap vermedim.    

 

Arabanın silecekleri beni hipnotize eden bir metronom gibi çalışıyor, kaba, gürültülü ve uyumsuz. Sanayi tipi dev bir metronom. Sanki buzlu bir camın ardından bakıyor, yirmi metre ötesini dahi göremiyoruz. Dörtlüler kalp atışı gibi sinir bozucu bir ritimde yanıp sönüyor.  

Yanımda oturan, direksiyona hakim olmaya çalışan sana ve herkese bugün burada olmamı ve evden çıkmamı tetikleyen nedeni inkar ediyorum, özellikle de kendime, öyle değilmiş gibi yapıyorum. 

Kırmızı damperli otoban müdavimleri, ağır gövdelerini üstümüze silkeleyen koca kamyonlar, tehditkar homurtular savurarak geçip gidiyorlar.

“Sevgilim!” arka arkaya tekrar ediyorum, ne kadar zorlasam da adı ağzıma sığmıyor. Ne adı ne de tadı, paslı bir çivi gibi. Sanki aradığın eksik parça, ya da gerçek oradaymış gibi ellerin ceplerinde olduğu halde ayakkabının burnuyla toprağı eşeliyorsun.   

Okulu kırmış çocuklar gibiyiz. Uzaklaştıkça endişeleniyor ama her şey yolundaymış gibi yapıyoruz, iyiymişiz gibi. Olmak istediğimiz yerdeymişiz, olmamız gereken yer burasıymış gibi. Madem o gün bugündü öyleyse yarına kalamazdı. 

Sana elimi uzatmış, sol elimle de güneş gözlüğümü çıkarmıştım, seni daha iyi görebilmek için mi yoksa nezaketen mi yapmıştım? Kim bilir? Mayıs sonlarıydı, yazın habercisi pırıl pırıl bir gün. Pembe bir bulutun içinden geçiyordum, İçimde, derinlerde bir yerde gizlenen bu yaşlı dünya kadar eski kuşkularım, gün yüzüne çıkmadan önce katlanmamı sağlıyordu, dayanmamı.   

Memnun olmuştuk. Atölyede sadece sen ve ben yetişkin sayılırdık, diğerleri hala üzerlerinde öğrenci iyimserliği taşıyan üniversitelilerdi. Tepkileri fazla abartılı, isyanları biraz sahte, hayalleri tutarsız olsa da bir yerden tanıdık geliyordu ve içten içe onları kıskanıyorduk; daha bizim kadar uzun menzilli, çığırtkan bir sessizlikle kuşatılmamış olmalarına, aymazlıklarına katlanamıyorduk.  

Kuvvetli, soğuk bir rüzgar esti. Tabelalar değişmiş, otobana çıkamıyoruz. Eski kentin dar sokakları bizi içeri almıyor. Pencere macunları kurumuş, çatı kasaları bükülmüş, ahşap bakımsız evler küskün. Sanki cahil cesaretimizle bir safariye çıkmışız da tek kurtarıcımız olan lütuf yasasına sıkı sıkı sarılmışız. Kendi meselelerimize bizi daha çok yaklaştıran “girilmez” tabelalarını birer bariyer gibi, etraflarında dönerek nihayet atlattık. Şehir artık belli belirsiz bir silüet olarak epey geride kaldı. Yer yer portakal bahçelerini gölgeleyen küçük bulutlar kaşla göz arasında büyüdü, karardı ve şaşırtıcı bir hızla yayıldı. Bütün gökyüzü bizden önce varacağımız yöne koşar adım hareket eden başıboş bir karanlığa kesildi. Uzaklardaki tarlaların üzerine şimşekler iniyor, zamansız gelen parlak ışık gözlerimizi alıyordu. Mikail bize mi kızmıştı? Yoksa Daphne kehanetinden mi kaçıyordu? Omuzlarımı kasmaktan oturduğum yerde büzüldüm. Elimden gelse koltukta bir kedi gibi kıvrılır, başımı kucağıma gömer, der top olur, küçülürdüm. Vücudumu çapraz saran kemer bana, ben de ona sımsıkı tutundum. Nahoş bir tat vardı ağızımda ama söylemedim, “güzelmiş” dedim, “çok güzelmiş.” Hatta çaldığım zamana bir tutam tuz attım, kucağımda duran köpük tabaktaki limonlardan birini sana uzattım, sen de bana avuçlarını. Gülüştük. Bu iyi geldi bize, rahatladık. Fakat bir türlü o aradığım şeyi, yaz boyu atölyeden çıktığımız akşam üstlerini, evlerimize gitmeden hemen önce az daha uzamasını istediğimiz o dakikaların tadını bulamıyordum. Bir aradayken aklımdan geçenleri ilk kez içimde tuttum. Orada, hiç hoş olmayan bulanık bir duygu vardı, yüreğim avazı çıktığı kadar bağıran gerçeği biliyordu. Ne büyülü düşünceler ne şiirsel hayaller kar etmiyordu artık. Doğru gelmeyen bir şeyler vardı, hatta çok yanlış gelen bir şeyler ama ne olduğunu bilmiyordum. “Hayır doymadım; biraz daha olsa onu da yerim,” böyle söyledim.

Safari devam ediyor, ejderhanın kırmızı bir halı gibi uzattığı dilinden kolaylıkla ilerliyorduk. “Korkuyor musun?” diye sordun. Çok düşünceli görünüyordun, yüz kasların gerilmiş, sanki içinde benim olmadığım, bana ait olmayan bir dünyada oradan oraya koşturuyordun, kim bilir belki küçük kızı keman dersine, büyüğü dershaneye bırakıyordun. Belki maaile gidilen bilmem kaçıncı geleneksel piknik bu hafta sonuydu ve düşündükçe canın sıkılıyordu. “Hayır,” dedin, “Ya sen?” Cevap vermek yerine öne savrulup, torpidoya olanca gücümle bastırdım ve avazım çıktığı kadar bağırdım. Sesim hiç de bağırıyormuş gibi çıkmadı. Dik bir rampadan saatte yüz, hayır hayır iki yüz kilometre hızla ilerliyorduk, o kadar karanlık ve dar bir geçitten dönerek iniyorduk ki, arabanın farları çarptığı duvarlardan tekrar bize dönüyor, gözlerimiz kamaşıyor, birkaç saniye hiçbir şey göremiyorduk. “Kontrolümü kaybettim,” diyordun, “direksiyona hakim olamıyorum…” Sonuna kadar basıyordun frene ama ne gezer. Uçurumdan denize atılan bir taş gibi düştük suyun içine.  

Göz kapaklarıma inen birkaç iri damlayla kendime geldim. Yukardan belli belirsiz bir ışık nemli duvarlardan sızan sulara yansıyor, birkaç saniyeliğine mağarayı aydınlatıyordu. Şey gibi, sanki deniz fenerinden gelen, kendi etrafında dönen bir işaret ışığı gibi. Kıpırdanmaya başladın, başını duvara çarpmış, alnından şakalarına ince bir yol gibi kan sızıyordu. Elini elimde dinlendirdim. Çıkıntı yapmış kayaya zorlukla çektim kendimi, nemli kaygan duvara sırtımı verdim. Senden de aynını yapmanı bekledim. Yaratığın da bizden beklediği buymuş gibi, ikinci level butonuna bilmeden basmışız gibi ejderhanın başı iki yana adeta bir yol gibi bölünerek açıldı, alt çeneye oturmana yardım ettim, sümüksü dişlere tutunarak üst çeneye geçtim. Midem kalkıyor, ağzıma kadar gelenleri güç bela geri gönderiyordum. Uzun, kırmızı dil ortadan ikiye ayrıldı, biri benim, diğeri senin için birer lal kürek oldular. Bir türlü ritim tutturamıyorduk, kendi etrafımızda dönüyor, yalpalayarak gerisin geri gidiyorduk.  Kafa yana savruldu ve bir an dengemi kaybettim. Çaresiz ıslak, kaygan taşlardan birine tutunmaya çalıştım, içim bulandı yine. Bu sefer ağzıma kadar gelenler söz dinlemedi, dudaklarımın kenarından sarı, safran rengi bir sızıntı çeneme doğru yola koyuldu. Birkaç dakika daha böyle debelendikten sonra nihayet yolumuzu bulduk, dilin yarısı suya dalarken diğer yarısı çıkıyordu, her dönemeçte sinek sürüsü gibi binlerce yarasa kanat çırpıyor, kırmızı gözlerinden, tehditkar ağızlarından ateş fışkırıyor, bir sonraki köşeye, yerini diğerlerine bırakıncaya kadar tüyler ürperten çığlıklar atıyorlardı.

Taş ocağını, kızıl kayaları, eski yol üzerinde küçük bir çam ormanının içinden yükselen tepedeki kaleyi seçebiliyorduk artık. Rüzgâr, emrine amade bulutları bir araya topladı, pamuk gibi bembeyaz olanları biraz oraya biraz buraya bir çocuk pijaması süsler gibi gelişigüzel serpiştirdi. Önümüzde mavi bir halı gibi açıldı gökyüzü. Derin bir nefes aldım, taze toprak kokusunu çektim içime, sobanın üstünde çıtırdayan portakal kabuklarının kokusunu duydum. Birbirimize, ufukta bir bitiş çizgisi gibi uzanan kavisli gökkuşağını gösterdik.        

“Küçükken” dedim, “gökkuşağının altından geçersen erkek olursun derlerdi de ödüm kopardı, vişne çürüğü eteğimi, prenses yakalı elbisemi düşünürdüm. Sanki en önemli şeyler de onlarmış gibi.” 

“Bir de öyle deneyelim mi?” dedin gülerek, gülünce gözlerin iki çizgi gibi kalırdı. Samimiydin, hayranlıkla bakışın alçakgönüllülüğünle dirsek temasındaydı. Evet, öyleydi ama yine de birinin söylemesi gerekiyordu ve “Dönelim” dedim, bu sefer içimden geldiği gibi, eve gitmek istiyordum. Sinyal verdin ve biz yolun karşı tarafına geçtik sevgilim.   

Buradan denizi görebiliyorum, oturduğum yerden. Bir nehir gibi hareketli. Öğleden önce koyun sonuna kadar yürüdüm. Parlak, cömert bir kış güneşi yarenlik etti bana. Bilgisayarın şarjı bitince çizgili defterimi alıp masaya geçtim. Buradan da dağları görüyorum, yarımadayı ortadan ikiye bölen dağın tepesini, az önce bacaklarıma yaslanmış uyuklayan kediyi. Burada uzun süre mutsuz olamazsın, müsaade etmez, havası gibi, bakarsın bulutlar toplanmış kapkara, sığırcıklar oval daireler çiziyorlar kıyıda, ayine çıkmışlar, yağmur topluyorlar. En fazla on dakika ince ince yağan yağmuru. Davetine direnemez çıkarsın dışarı, biraz denize yağar, biraz toprağa, begonvillere, mimozalara, kaktüslere, zeytinlere, sakız ağaçlarına. Okaliptüs ağaçları uzun boylarıyla ilk onlar yakalar damlaları, süzüle süzüle iner çakıl taşlarına, denize akarlar yine. Hiçbir şey gibi yağmur da uzun sürmez, bulutlar aralanır, yüzünü gökyüzüne döner deniz, o ne derse o olur, mavi, buz mavi, deli mavi, laci ya da bir tutam güneş, salınır enginlerine gümüşi olur.

 “Sabret” diyorlar bana, ben düzgün bir kadınmışım. Senin biraz sinirli olduğunu filan söylüyorlar. Bir kedi minik dil darbeleriyle su içiyor; ıslak, pürüzlü dili zımpara gibi. Hakkında pek bir şey bilmediğim arayışlara çıkıyorum. Saman alevi gibiymiş öfken, baban da böyleymiş.

 Sakin, serin bir yeşile kesiyor etraf. Diken yapraklarından *haymeler kuruyorum. İçim içime sığmıyor, sırtımı denize yaslamak istiyorum, avuç içlerimle toprağı kavramak, ayaklarım kum, gözlerim cennetle buluşuyor. Çok; daha çok, biraz daha çok istiyor, günlerdir, aylardır aç gibi, kana kana içime çekiyorum. Bildiğim hiçbir yerde, evdeyim. 

Yelda Ugan Saltoğlu,

25 Mayıs 2022, Beşiktaş

*Hayme; çadır  

1 Nisan 2022 tarihinde Kayıp Rıhtım’da yayınlanan öyküm.

Uyku Kadar İnce

Ne var ki yazmak, kişinin başkalarının onu görme biçimini boş vermesidir; kendisini her türden yargı, poz verme ve konumlandırma kaygısından kurtarmasıdır. Yazmak bir şeyin erişilebilir olmasını, ortaya çıkmasını sağlamaktır.

Karl Ove Knausgaard
Bitez

Yıllardır onun ağzından duymak istediği şey buydu, nihayet itiraf etmişti ama durup dururken öyle beklenmedik bir anda oldu ki, şaşırdı; tadını çıkaramadı, neredeyse “estağfurullah!” diyecekti…İlk cümleyi arıyorum, kalemi kaldırmadan haldır haldır yazıyorum, koşar gibi. Kendisinden sonra gelenlerin kaderi ona bağlı olan şu malum cümleyi. Bu bir yöntem, metot ya da ısınma egzersizi…Yaratıcı yazma atölyelerinde herkes yazabilir motivasyonunun hemen arkasından gelir ve “bakınız yazabiliyorsunuz,” der hocalar. “Herkes yazabilir!”

Söyleyemediklerimi yazmak; istediğim buydu, kendimi kaybetmek ve aradan çekilmek. Kalemime ve onun istenç dışı oyunlarına bile isteye teslim olmak. Cesaretimden, daha doğrusu cahil cesaretimden dolayı kutluyorum kendimi. İçim dışıma çıkacakmış, ters yüz olacakmışım umurumda değil. Çünkü bunun farkında bile değilim. Terapistler de yapıyormuş, “Yazın!” diyorlarmış danışanlarına, yazanlar dökülüyor, onlar da topluyorlarmış. “Büyülü gerçeklik” bu olsa gerek; yazının ta kendisi.

Dün kuzenimden bir mektup aldım, o da söylüyor aynı şeyi. “Koşarak yazmalısın,” diyor “sonra ayıklarsın içinden, karakterlerini seçer, hikayeni yaratırsın. Yeter ki, aradığını bulabileceğin bir rehberin, yol haritan olsun, oraya buraya imleç bırak mesela, güvenme hafızana, renkli kalemle işaretle.”

Kuzen haklı. “Bir buçuk ay dene, ne kaybedersin? Ama disiplinli ama her gün iki saat ama aynı yerde aynı saatte” demiş, sıkı sıkı da tembihlemiş. “Bileğin kırılır, elin açılır, yazı kasın gelişir böylece. Ya rutinim şaşarsa? Dediğini duyar gibiyim. Olsun! Sen beşersem o da şaşar, yılmak yok!”  

Karl Ove Knausgaard‘ın İstemsiz adlı bir kitabını okuyorum. Neden yazdığını anlatıyor. Allah’ım uğruna okuduğum bu kaçıncı kitap? her birinde verilecek olan “o” büyük sırrı sabırsızlıkla bekliyorum, bekliyorum…ha geldi, ha gelecek. Bir şey geldiği yok! O sırada evin fertlerinden çocuk olanı, anneee!! diye bağırıyor, bulaşık makinası deterjan kapağına hamle yapıyor, telefon çalıyor, çalmasa da bana öyle geliyor? Ses halüsinasyonları duyuyorum, endişem kabuslarımda gördüğüm ellerim kadar büyüyor. Bazen tüm düşüncelerim kuşkuyla doluyor. Geriye sarıyorum, bir daha bir daha okuyorum. Bu okumaların, tekrarların birinde nihayet bir şeye rastlıyorum, aradığım şey bu olabilir mi acaba? Satırların altını çiziyorum, söz veriyorum kendime, dönecek ve onun gibi yazmayı deneyeceğim. Devam ediyorum kazmaya, hazine daha derinlerde olmalı. Sebat etmeliyim.

Tıkanmanın nedeni yazarın kendine ördüğü duvarlarmış, eee ne var bunda, hiç de sır gibi gelmiyor kulağa. Ordan kuzene geliyorum tekrar, benim akıllı, çok akıllı kuzenime, annesi gibi, annesi de anneme “radyo,” derdi mektuplarında, “toz alırken, mercimek seçerken, yaprak sararken mesela, poacaların üstüne çörek otu serperken, çorbayı karıştırırken, yama yaparken içten dışa, sökük dikerken radyon her daim açık olsun. Çiçekleri sularken onlara radyodan duyduğun hikayeleri anlat. Sabah uyanır uyanmaz aç, aç ki, o fırsat düşkünü laf anlamayan, söz dinlemeyen meşum sesler sussun. Sarsak adımlarla istemeye istemeye gitmelerine hiç aldırış etme, bırak çıksınlar, ait oldukları yere, geçmişe dönsünler.” 

Hemen itiraz ederdim, yok canım! Güldürme beni, ben açık fikirli, cesur bir kadınım, yazarken de öyle olmama ne engel olabilir ki? Bak yazıyorum, yazabiliyorum. Kurgu? Evet zorlanıyorum, fakat bu hep böyle devam etmez, açılırım biliyorum, az kaldı, dilimin ucunda, çağırsam gelecekler, çağırmıyorum. Neden mi? Doğru zamanı bekliyorum da ondan. “Hiç gelmeyecek mi?” “Yo hayır, niye öyle dedin ki? Bak şuraya yazıyorum işte! Gelecek!” Yaz ki gelsin, baktı sen yazıyorsun, o usul usul yaklaşır, omuzlarının üstünden yazdıklarını okuyacak kadar yaklaşır hem de. Hoop! Eğilir, işaret parmağını belli belirsiz uzatır ve der ki, “yağmur zaten dışarda yağar!” “telefon acı acı filan çalmaz sadece çalar.” Sen şaşırmaz kulak verirsin, uyarsın tavsiyelerine. Sonra bir sandalye çeker, yanına oturur. Bir de bakmışsın der top olmuş, kedi gibi kıvrılmış kucağında. Tanrının eli olur, seninle senin yerine yazar, sen ne kadar orada olursan o da sana o kadar sokulur. Başında beklenen çaydanlık misali sakın belli etme beklediğini kaynamaz. Geldiğinde de öyle yaygara koparma, uyku kadar incedir o, ürkütürsün!

Bu sınır mevzu var ya, hani kendi etrafımıza çevirdiğimiz, kendimizi hapsettiğimiz, alıkoyduğumuz yer. Yüksek duvarlarla örülü, tutunacak bir delik bile olmadığı. Çıkıntı? Hak getire! Labirente bile razıyım, o da yok! Hani bir şans vermeye kalksam diyorum…Ben vermemişim de sen kendin bulmuşsun gibi. İşte tam burada, kuzen ve Knausgaard el ele vermişler diyorlar ki, bir merdiven bul, olmadı bir bıçak, ip ne bulursan artık, hiç mi yok, olmuyor mu? İğne de mi yok? Tırnaklarınla kaz. Kaz ki çıksın, baş versin sıkıştığı yerden. Vakit çoktan geldi, yapabilirsin, haydi! Ellerini siper edecek yüzüne, ışıktan gözleri kamaşacak. Vücudu eğri büğrü, yanakları buruşmuş, kurumuş, rengi atmış dudaklarını yalayıp ısıracak, utanacak, yine saklanmak isteyecek ve sonra yine, sen onu ürkütmeden, korkutmadan o incecik, çelimsiz parmaklarından nazikçe tutup bir daha bir daha deneyeceksin. Güneş onu ısıttıkça kemikleri güçlenecek, kırlarda koşup oynayacak, bacakları açılıp esneyecek, başını gökyüzüne kaldıracak ve maviyi, bugüne kadar hiç bilmediği bir maviyi hayranlıkla övecek. Kan yürüyecek dudaklarına. 

Beğenilme kaygısı, kaçırma korkusu…geçmişe, geleceğe, hatta gözümüzün önünden geçip gidenlere bile. İçim biliyor fırını erken açıp kekin kabarmasına engel olduğumu, içim biliyor mayalanmamış ekmeğin, demlenmemiş çayın mide bulandırıcı tadını. Biliyor da öbürü sıkıştırıyor, hayallere, gündüz düşlerine dalsın istiyor beriki, dalsın da, Kibritçi Kız gibi kalsın ortada, donsun, kanı vücudundan çekilsin, mora çalsın kılcal damarları. Clarissa Pinkola Estes, masamın üstünde, gözümün önündeyken bile özlüyorum…Büyüyünce ben de kurtlarla Koşan bir kadın olabilecek miyim senin gibi?

Öyle büyük yeminler etmeye, gidilebilecek en uçlara gitmeye gerek yok. Usul usul, yavaş yavaş, senin kendi hızında, belki belli sürelerde bir tık arttırarak. Hani geçen sene yapmıştın. Yapmıştın da ne iyi gelmişti. Elena Ferrante’nin son kitabı Yetişkinlerin Yalan Hayatı (Halam hakkında her şey yazacaktım neredeyse) Yayınlarız demişlerdi de yayınlamamışlardı kitap incelemeni. Yani öyle, bazen bir tık arttırarak, koş da demiyorum, korkma diyorum, yürü! Bak yumurta kafalı sığırcıklar geldi, sesleri nasıl da yumuşamış, sanki bütün yağmuru onlar toplamış, yorgun düşmüşler de neşeyle ocak üstündeki bir çaydanlık misali mırıldanıyorlar.

Kahvem buz gibi olmuş. 

Güneyde, koyun açıklarında sağanaklar çıktı, rüzgar kuzeyden esiyor, bulutlar inceldi, aralarında masmavi derin bir delik açıldı, güneş sızar birazdan oradan, dağların çıplak tepelerini görüyorum penceremden. Hava soğuk ama yürürsem ısınırım. Astarsız paltomu giydim, koca cepli olanı. Metafor toplamaya gidiyorum, yağmurdan sonra kıyıya vuran “sanki” leri “gibi” leri, teşbihleri toplamaya.

Mor çiçekli biberiyeler mis gibi kokuyor, “bir tutam at!” dedi komşum, “mantarlı tavuk yahnisine çok yakışır.” Tel örgülere kadar yürüdüm, umudum dönüşteydi ama yüzleri koya dönük bankların ikisi de hala dolu. Kos adasına bakıyorlar. Memleketten daha yakın başka bir ülkeye. Birinde çocuk kitap okuyor, yaşlı kadın çantasına davranınca diğerinden kalkacak sandım. Kalkmadı, yüzünü güneşe döndü, bir sigara yaktı. Nasıl güzel, nasıl zerafetle kırışmış, buğday rengi teni yazdan kalmış da doymamış. Kim doyar ki kış güneşine, insanın ruhunu ısıtan parlak sarı ışığına? Kah binlerce ağzıyla denizi öpüyor, gümüşi menevişler saçıyor yanaklarına. Kah bulutlara vermiş bir tutam ışıltı, pembeye çalmış onları. Siz hiç pembe bulut gördünüz mü ya da fosforlu beyaz? Çıplak ayaklarımın altına kadifeden yosunlar topladım. Sabaha kadar sanki milyon tane örümcek dokumuş gibi hafif, yine uyku kadar ince.

22/02/22, Beşiktaş

Yelda ugan S.  

Yangın

Merdivenleri hışımla çıktı kadın, ona neyin iyi geleceğini gayet iyi biliyordu.

O bir bıcır

O gece ikisi de erken yattılar, saat on bile olmamıştı daha. Alışık olmadıklarından olacak, uyuyamadılar hemen, bir o yana bir bu yana dönüp durdular. “Çernobil gibi mi?” diye sordu kadın, “alevler santralin etrafını sarmış,” diyen kocasına. Sorar sormaz da pişman oldu, konuyu değiştirmek için “masken,” dedi “her seferinde at, yenisini tak.” Bu saatte kötü şeylerden konuşulmaz. Hayra alamet değil gece gece yangın filan. Hakkında konuşursa eğer, sesi rüzgara karışacaktı kadının, bir ağaç, sonra bir ağaç daha, dağlara taşlara. En iyisi beklemek. Sessizlik tefekkürün ilk şartıdır. Uçağa binerken, taksi beklerken, takside, yemek yerken yani o zaman çenenin altını değil de burnunu kapat” dedi maskenle, itiraz etmesine ramak kala adamın, “yemek yerken de mi” diyecek, adı gibi biliyor kadın. Oracıkta uyduruverdi “burnuna,” diye. “Odaya girer girmez pencereleri aç, resepsiyonda dahi çıkarma, en iyisiymiş bunlar.” Hatta eczacı hanım yangın yerine mi göndereceksiniz diye sorunca yanmaz kumaştan yapıldığını sanmış ama öyle bir özelliği yokmuş, oksijeni süzerek alıyorlarmış da o da ondan öyle söylemiş. 

Yüzünü kapıya döndü adam, “hayır o öyle değil” dedi homurdanarak, en rahat pozisyonu alıncaya kadar yastığını çekiştirdi, bacaklarını karnına çekti, bir türlü vücudunun şeklini almayan yatakla kavga etti durdu. Yok o öyle değil(miş) dedi kadın içinden. O da ona arkasını döndü. Omuzlarına kadar çektiği çarşaftan ayaklarını dışarı çıkardı. “İyi geceler” demekle yetindi. “Çernobil nükleer santraldi” derken adam karısından tarafa döndü, sağ eli şimdi çarşafın üzerinden kadının sırtında geziniyor. “Bu termik,” dedi sevecen bir sesle. Kadın ona, kocasından tarafa dönmek istediyse de kolunun altında kalan, sıkışıp ona engel olan çarşaftan kurtulamadı, bir hışım beline kadar sıyırdı oflayarak. Kocası kadının kendisine poyrazlandığını sandı da yüzünü kapıya döndü tekrar. Döner dönmez de havayı kesik kesik dışarı, sonra kısa nefeslerle içeri almaya başladı. Uykunun ona sunduğu cömertliğe imrenerek “sana da iyi geceler,” dedi kadın. Ne de olsa insan söylemedikleri kadardı. 

Bu sefer çarşafla didişmemek için daha sakin bir dönüş yaptı. Bir türlü gelmek bilmeyen uyku kapısına dayanmadan evvel zihnine üşüşenlere kulak asmadı, ta ki tepesinde dönen tavan pervanesi koparsa muhtemel yatakla balkona açılan cam kapının önüne düşer diye kendini ikna edinceye kadar sağa sola ve sırt üstü olmak üzere sayısız kereler pozisyon değiştirdi. 

Rüyasında (rüyaydı rüya olmasına ama ona kalırsa hiç uyumamıştı) gökten kozalak yağdığını gördü. Yanık kül rengi, mangalda yanan kömürler gibi kora çalan ve kat yerleri henüz açılmamış yeşil, reçine kokulu, çam sakızlı kozalaklar. Sitenin boş havuzuna gök taşı gibi tek tek düştüler. İçlerinden bazıları havuzu tutturamadı, sekerek limon servilerin arasında kayboldu. Belli belirsiz, sanki radyodan geliyormuş gibi cızırtılı bir sesin peşinden gitti kadın, odaları dolaştı, ortasından kirli, paslı bir bacanın geçtiği banyo çok sıcaktı, çıplak ayakları yanıyor, onları soğutacak beton zeminde bir boşluk arıyordu ki karanlıkta bahçeye bakan pencerede gördüğü karaltı “kimyasal değil,” bunlar dedi fısıltıyla. Korkuyla bağırmak istedi ama sesi çıkmadı kadının. Kedinin sinekliği tırmalayan sesine uyandılar. İkisi de hayvanın mama kabını akşamdan doldurmayı unutmuşlardı, beş dakika sonra alarm çaldı. 

Adeti olmadığı üzere rüyalarını anlatmaktan pek haz etmese de sabah “kabus mu gördün yine?” diye soran kocasına hevesle anlatmaya başladı.  Bölük pörçük kelimeler, gerçeklik algısını zorlayan benzetmeler, zaman ve mekan arasına kurulan tüm bu komik hatta absürd saydığı şeyler kendine kahve hazırlayan adamın ilgisini dağıttı. Kocası, “kimmiş peki penceredeki, görebildin mi diye sormasa da kadın dolaptan yumurtaları çıkarırken “Hasan beymiş” meğer dedi gülerek, “Hasan bey dedim ya canım işte, site görevlisi.”    

Kadının kocası o sabah ilk uçakla başkente gidecek. Neredeyse altı aydır bu seyahat için hazırlanıyor. O ve arkadaşları sunacakları yeni şeyi yetkililere elden bizzat kendileri verecekler. Büyük kırmızı kapıya vardıklarında, içinde hazırladıkları modelin bulunduğu A4 büyüklüğündeki sarı zarfı, üzerinde kalın siyah puntolarla gözbağı yazan kutuya bırakacaklar. Model’i kadın uydurdu, “şey” demekten daha iyidir diye. Onlar öyle demiyorlar “önerge veyahut yönerge” gibi bir şey diyorlar. Arkadaşlarıyla konuşurken kocasını can kulağıyla dinliyor kadın, ama yine de tutamıyor onları, en küçük bir esintide karahindiba tüyleri gibi dört bir yana savruluyorlar. “Baskı,” diyorlar, ayrımcılık, tüzük, kurul, metalaştırma, iltica. Ve yetmezmiş gibi durmadan, sabah akşam tespih çeker gibi bıkmadan usanmadan tekrar ediyorlar aynı şeyleri. Söyledikçe dillerinden kalplerine giden yollar daralıyor, gönül gözleri kapanıyor yavaş yavaş. Onlar kızgın, onlar öfkeli, birbirlerine bile tahammülleri yok. Yaşam alanı tahrip edilenler, siyasetler üstü, sosyal güvenlik, kolektif haklar, toplumsal cinsiyet, iklim sorunu. 

Belki de bu yüzden, kırmızı kapının arkasındakiler, yanmaz-beyaz eldivenli, siyah fraklı uşaklarının getirdiği tanıdık şeyi aldıkları her seferinde olduğu gibi bu sefer de “kusura bakmayın ama şimdi olmaz!” diyecekler, ya da “durumunuzu dikkatle inceliyoruz, en iyisi siz bugün gidin, yarın gelin!” Kadın onların kapı deliğinden bakıp yine yüzlerini buruşturduklarını görür gibi, zihninde canlandırdığı sahnede o da onlarla beraber yüzünü buruşturuyor. Adam “bu sefer olacak,” diyor, kadının aklına eski bir şarkının sözleri takılıyor.  “Oldu olacak söyle, aklım fikrim yalnız, yalnız sende…” Üstünde sarı zarfın durduğu masanın etrafında toplanacak, biyoloji ödevi için iki hafta boyunca küçük ellerin her sabah suladığı pamuklara sarılı, baş vermiş fasulye filizlerine bakar gibi bakacak, onların neşesine dudak bükecekler, o büyük adamlar. Pantolonları diz verdiği için canları sıkılacak, otur kalk. Kravatları sabit eksenlerinde sarkaç gibi bir o yana bir bu yana sallandıkça yarattıkları sahipsiz hava akımı, her açılıp kapandığında çekmecelere girip çıkacak. Gürültüyle boğazlarını temizleyecekler. “Hayır!” diyecek en uzunları, diğerleri de yüksek sesle onu taklit edecek, “hayır!”  “Kesinlikle olmaz!” diyecek “kesinlikle olmaz” diyecekler. “Asla, katiyen…ispat etsinler o zaman!” “Asla, katiyen…ispat etsinler o zaman.”  “Mümkün değil.”

“Onların işi bu,” diyor adam “yapmaları gerekiyor, o yüzden orda oturuyorlar” ve yine başlıyor, kaynaklar, adalet, vergi, eğitim, sağlık, kültürel değerler, dünya mirası filan. Bir sürü yorgun kelime yine yan yana. Belli belirsiz bir şey ifade ediyormuş gibi. Konuşamasa da anlıyor kadın ama böyle arka arkaya olunca ipin ucu kaçıveriyor. O da, hayali bir ipe “yok artık, daha neler, koskoca şey,” leri asıyor. Hiçbir yere varmayan kürek boşa mı dese, yoksa akıntıya mı dese bilemiyor.  

Sımsıkı sarıldılar birbirlerine, İyi yolculuklar diledi kadın kocasına, gidince aramasını filan söyledi, ilaçlarını hatırlattı, silindir metal kutudan sabah akşam günde iki kere, vitamin kahvaltıdan sonra. Her sabah okula gönderdiği bir okul yolcusu gibi kapıya kadar geçirdi adamı, yaşlı bir öğrenci gibiydi kocası. Ağır sırt çantası alaca karanlıkta gözden kayboluncaya kadar arkasından baktı. Beyaz spor ayakkabıları daha şimdiden, birkaç adım atar atmaz griye çaldı, havalanan küller ayaklarının altında iz bıraktı. Dışarısı is kokuyordu, dışarısı duman altı. Göğe kadar uzanan koca fırın, sabahın bu saatinde bile fön makinası gibi çalışıp sıcak üflese de canı eve girmek istemedi kadının. Bahçede gezindi biraz, ağaçlar süzülmüş, onca kaybın yasını tutuyorlar, solgun, başları önde, endişeyle ayak uçlarına bakıyorlar. “Hadi ama” dedi onlara, olur böyle şeyler, doğa bu, ne sandınız ki yeniler o kendini. Gözlerine milyon tane toplu iğne battı kadının, boğazı düğümlendi, “hadi ama” dedi bu sefer kendi kendine, “ne oluyor şimdi sana durup dururken.” 

Merdivenleri hışımla çıktı kadın, ona neyin iyi geleceğini gayet iyi biliyordu. Elinin tersiyle kirpiklerini kurularken yarısına kadar doldurduğu kovaya bir ölçü çamaşır suyu bir ölçü yer temizleyici ile karıştırdı, üzerinde bitkisel yazan plastik şişeleri az önce koyduğu yerden geri aldı, birer ölçü daha koydu köpürmeyen suya. Bu alengirli, organik şeylere heves etti edeli tadı tuzu kalmamıştı temizlik yapmanın. Bir de “bu ev hiç temizlik kokmuyor” demiyor mu kocası, iyice asabı bozuluyordu. Eskiden olsa, “ekolojik ürünler kullanıyorum da ondan,” derdi gururla. “Gücün yetiyorsa plastik üretimini durdur o zaman” diyen kocasına laf yetiştirmek istemiyordu artık.  

Evi dip köşe (az) köpüklü sularla sildi, yeşil fiber optik nemli bezi sehpaların, kapıların, mutfak tezgahının, cam kenarlarının, kolçakların üzerinde gezdirdi. Yıkıcı arzulardan başladı, ne kadar manasız dilek, güzel olmayan istek varsa, bugün git yarın gel’ler, oldu olacaklar, eli kulağındalar, durumunuzu dikkatle inceliyoruz’larla beraber, bu sonu gelmez ertelemeleri, burun kıvırmaları, kibirli göz süzmeleri, çürümüş anılarla dolu evin ağır havasını da battal boy çöp poşetine, etrafa saçılmış ne kadar “olmayacak” “yok artık” “daha neler” “koskoca şey” varsa toplayıp ağzını sıkıca kapattı. Hala “oldu olacak…” diyen şarkıcı kadının sesini kıstı. Neşeli bir şeyler mırıldanmak istedi ama dilinin ucuna gelenler hep hüzünlü aşk şarkılarıydı, kavuşamayanların, karşılıksız sevenlerin, severken ayrılanların filan. Sıra kocasınınkilere geldiğinde ıslak bezi kovaya bıraktı. Yere çömelip teker teker topladı onları, atmaya kıyamadı. Her birinin tozunu alıp, emanetleri sehpanın üzerine yan yana dizdi. 

Televizyonun önünden, divanın altından, buzdolabının arkasından çıkardıklarını topladı. Ertesi gün atölyesine kapanıp rüyasını gördüğü kıvrımların heykelini yapan adamın, şampanya koyunu unutan, bir zeytin tanesini üç yudum rakıya meze yapan kadının hikayesini defterin arasına koydu. Gökyüzünden süzülen bulutlar gibi zaman akıp gitti, kapı çaldığında gün öğlen olmuştu.           

O gece ikisi de erken yattılar, saat on bile olmamıştı daha. Alışık olmadıklarından olacak, uyuyamadılar hemen, bir o yana bir bu yana dönüp durdular. “Çernobil gibi mi?” diye sordu kadın, “alevler santralin etrafını sarmış,” diyen kocasına. Sorar sormaz da pişman oldu, konuyu değiştirmek için “masken,” dedi “her seferinde at, yenisini tak.” Bu saatte kötü şeylerden konuşulmaz. Hayra alamet değil gece gece yangın filan. Hakkında konuşulursa eğer, sesi rüzgara karışacaktı kadının, bir ağaç, sonra bir ağaç daha, dağlara taşlara. En iyisi beklemek. Sessizlik tefekkürün ilk şartıdır. Uçağa binerken, taksi beklerken, takside, yemek yerken yani o zaman çenenin altını değil de burnunu kapat” dedi maskenle, itiraz etmesine ramak kala adamın, “yemek yerken de mi” diyecek, adı gibi biliyor kadın. Oracıkta uyduruverdi “burnuna,” diye. “Odaya girer girmez pencereleri aç, resepsiyonda dahi çıkarma, en iyisiymiş bunlar.” Hatta eczacı hanım yangın yerine mi göndereceksiniz diye sorunca yanmaz kumaştan yapıldığını sanmış ama öyle bir özelliği yokmuş, oksijeni süzerek alıyorlarmış da o da ondan öyle söylemiş. 

Yüzünü kapıya döndü adam, “hayır o öyle değil” dedi homurdanarak, en rahat pozisyonu alıncaya kadar yastığını çekiştirdi, bacaklarını karnına çekti, bir türlü vücudunun şeklini almayan yatakla kavga etti durdu. Yok o öyle değil(miş) dedi kadın içinden. O da ona arkasını döndü. Omuzlarına kadar çektiği çarşaftan ayaklarını dışarı çıkardı. “İyi geceler” demekle yetindi. “Çernobil nükleer santraldi” derken adam karısından tarafa döndü, sağ eli şimdi çarşafın üzerinden kadının sırtında geziniyor. “Bu termik,” dedi sevecen bir sesle. Kadın ona, kocasından tarafa dönmek istediyse de kolunun altında kalan, sıkışıp ona engel olan çarşaftan kurtulamadı, bir hışım beline kadar sıyırdı oflayarak. Kocası kadının kendisine poyrazlandığını sandı da yüzünü kapıya döndü tekrar. Döner dönmez de havayı kesik kesik dışarı, sonra kısa nefeslerle içeri almaya başladı. Uykunun ona sunduğu cömertliğe imrenerek “sana da iyi geceler,” dedi kadın. Ne de olsa insan söylemedikleri kadardı. 

Bu sefer çarşafla didişmemek için daha sakin bir dönüş yaptı. Bir türlü gelmek bilmeyen uyku kapısına dayanmadan evvel zihnine üşüşenlere kulak asmadı, ta ki tepesinde dönen tavan pervanesi koparsa muhtemel yatakla balkona açılan cam kapının önüne düşer diye kendini ikna edinceye kadar sağa sola ve sırt üstü olmak üzere sayısız kereler pozisyon değiştirdi. 

Rüyasında (rüyaydı rüya olmasına ama ona kalırsa hiç uyumamıştı) gökten kozalak yağdığını gördü. Yanık kül rengi, mangalda yanan kömürler gibi kora çalan ve kat yerleri henüz açılmamış yeşil, reçine kokulu, çam sakızlı kozalaklar. Sitenin boş havuzuna gök taşı gibi tek tek düştüler. İçlerinden bazıları havuzu tutturamadı, sekerek limon servilerin arasında kayboldu. Belli belirsiz, sanki radyodan geliyormuş gibi cızırtılı bir sesin peşinden gitti kadın, odaları dolaştı, ortasından kirli, paslı bir bacanın geçtiği banyo çok sıcaktı, çıplak ayakları yanıyor, onları soğutacak beton zeminde bir boşluk arıyordu ki karanlıkta bahçeye bakan pencerede gördüğü karaltı “kimyasal değil,” bunlar dedi fısıltıyla. Korkuyla bağırmak istedi ama sesi çıkmadı kadının. Kedinin sinekliği tırmalayan sesine uyandılar. İkisi de hayvanın mama kabını akşamdan doldurmayı unutmuşlardı, beş dakika sonra alarm çaldı. 

Adeti olmadığı üzere rüyalarını anlatmaktan pek haz etmese de sabah “kabus mu gördün yine?” diye soran kocasına hevesle anlatmaya başladı.  Bölük pörçük kelimeler, gerçeklik algısını zorlayan benzetmeler, zaman ve mekan arasına kurulan tüm bu komik hatta absürd saydığı şeyler kendine kahve hazırlayan adamın ilgisini dağıttı. Kocası, “kimmiş peki penceredeki, görebildin mi diye sormasa da kadın dolaptan yumurtaları çıkarırken “Hasan beymiş” meğer dedi gülerek, “Hasan bey dedim ya canım işte, site görevlisi.”    

Kadının kocası o sabah ilk uçakla başkente gidecek. Neredeyse altı aydır bu seyahat için hazırlanıyor. O ve arkadaşları sunacakları yeni şeyi yetkililere elden bizzat kendileri verecekler. Büyük kırmızı kapıya vardıklarında, içinde hazırladıkları modelin bulunduğu A4 büyüklüğündeki sarı zarfı, üzerinde kalın siyah puntolarla gözbağı yazan kutuya bırakacaklar. Model’i kadın uydurdu, “şey” demekten daha iyidir diye. Onlar öyle demiyorlar “önerge veyahut yönerge” gibi bir şey diyorlar. Arkadaşlarıyla konuşurken kocasını can kulağıyla dinliyor kadın, ama yine de tutamıyor onları, en küçük bir esintide karahindiba tüyleri gibi dört bir yana savruluyorlar. “Baskı,” diyorlar, ayrımcılık, tüzük, kurul, metalaştırma, iltica. Ve yetmezmiş gibi durmadan, sabah akşam tespih çeker gibi bıkmadan usanmadan tekrar ediyorlar aynı şeyleri. Söyledikçe dillerinden kalplerine giden yollar daralıyor, gönül gözleri kapanıyor yavaş yavaş. Onlar kızgın, onlar öfkeli, birbirlerine bile tahammülleri yok. Yaşam alanı tahrip edilenler, siyasetler üstü, sosyal güvenlik, kolektif haklar, toplumsal cinsiyet, iklim sorunu. 

Belki de bu yüzden, kırmızı kapının arkasındakiler, yanmaz-beyaz eldivenli, siyah fraklı uşaklarının getirdiği tanıdık şeyi aldıkları her seferinde olduğu gibi bu sefer de “kusura bakmayın ama şimdi olmaz!” diyecekler, ya da “durumunuzu dikkatle inceliyoruz, en iyisi siz bugün gidin, yarın gelin!” Kadın onların kapı deliğinden bakıp yine yüzlerini buruşturduklarını görür gibi, zihninde canlandırdığı sahnede o da onlarla beraber yüzünü buruşturuyor. Adam “bu sefer olacak,” diyor, kadının aklına eski bir şarkının sözleri takılıyor.  “Oldu olacak söyle, aklım fikrim yalnız, yalnız sende…” Üstünde sarı zarfın durduğu masanın etrafında toplanacak, biyoloji ödevi için iki hafta boyunca küçük ellerin her sabah suladığı pamuklara sarılı, baş vermiş fasulye filizlerine bakar gibi bakacak, onların neşesine dudak bükecekler, o büyük adamlar. Pantolonları diz verdiği için canları sıkılacak, otur kalk. Kravatları sabit eksenlerinde sarkaç gibi bir o yana bir bu yana sallandıkça yarattıkları sahipsiz hava akımı, her açılıp kapandığında çekmecelere girip çıkacak. Gürültüyle boğazlarını temizleyecekler. “Hayır!” diyecek en uzunları, diğerleri de yüksek sesle onu taklit edecek, “hayır!”  “Kesinlikle olmaz!” diyecek “kesinlikle olmaz” diyecekler. “Asla, katiyen…ispat etsinler o zaman!” “Asla, katiyen…ispat etsinler o zaman.”  “Mümkün değil.”

“Onların işi bu,” diyor adam “yapmaları gerekiyor, o yüzden orda oturuyorlar” ve yine başlıyor, kaynaklar, adalet, vergi, eğitim, sağlık, kültürel değerler, dünya mirası filan. Bir sürü yorgun kelime yine yan yana. Belli belirsiz bir şey ifade ediyormuş gibi. Konuşamasa da anlıyor kadın ama böyle arka arkaya olunca ipin ucu kaçıveriyor. O da, hayali bir ipe “yok artık, daha neler, koskoca şey,” leri asıyor. Hiçbir yere varmayan kürek boşa mı dese, yoksa akıntıya mı dese bilemiyor.  

Sımsıkı sarıldılar birbirlerine, İyi yolculuklar diledi kadın kocasına, gidince aramasını filan söyledi, ilaçlarını hatırlattı, silindir metal kutudan sabah akşam günde iki kere, vitamin kahvaltıdan sonra. Her sabah okula gönderdiği bir okul yolcusu gibi kapıya kadar geçirdi adamı, yaşlı bir öğrenci gibiydi kocası. Ağır sırt çantası alaca karanlıkta gözden kayboluncaya kadar arkasından baktı. Beyaz spor ayakkabıları daha şimdiden, birkaç adım atar atmaz griye çaldı, havalanan küller ayaklarının altında iz bıraktı. Dışarısı is kokuyordu, dışarısı duman altı. Göğe kadar uzanan koca fırın, sabahın bu saatinde bile fön makinası gibi çalışıp sıcak üflese de canı eve girmek istemedi kadının. Bahçede gezindi biraz, ağaçlar süzülmüş, onca kaybın yasını tutuyorlar, solgun, başları önde, endişeyle ayak uçlarına bakıyorlar. “Hadi ama” dedi onlara, olur böyle şeyler, doğa bu, ne sandınız ki yeniler o kendini. Gözlerine milyon tane toplu iğne battı kadının, boğazı düğümlendi, “hadi ama” dedi bu sefer kendi kendine, “ne oluyor şimdi sana durup dururken.” 

Merdivenleri hışımla çıktı kadın, ona neyin iyi geleceğini gayet iyi biliyordu. Elinin tersiyle kirpiklerini kurularken yarısına kadar doldurduğu kovaya bir ölçü çamaşır suyu bir ölçü yer temizleyici ile karıştırdı, üzerinde bitkisel yazan plastik şişeleri az önce koyduğu yerden geri aldı, birer ölçü daha koydu köpürmeyen suya. Bu alengirli, organik şeylere heves etti edeli tadı tuzu kalmamıştı temizlik yapmanın. Bir de “bu ev hiç temizlik kokmuyor” demiyor mu kocası, iyice asabı bozuluyordu. Eskiden olsa, “ekolojik ürünler kullanıyorum da ondan,” derdi gururla. “Gücün yetiyorsa plastik üretimini durdur o zaman” diyen kocasına laf yetiştirmek istemiyordu artık.  

Evi dip köşe (az) köpüklü sularla sildi, yeşil fiber optik nemli bezi sehpaların, kapıların, mutfak tezgahının, cam kenarlarının, kolçakların üzerinde gezdirdi. Yıkıcı arzulardan başladı, ne kadar manasız dilek, güzel olmayan istek varsa, bugün git yarın gel’ler, oldu olacaklar, eli kulağındalar, durumunuzu dikkatle inceliyoruz’larla beraber, bu sonu gelmez ertelemeleri, burun kıvırmaları, kibirli göz süzmeleri, çürümüş anılarla dolu evin ağır havasını da battal boy çöp poşetine, etrafa saçılmış ne kadar “olmayacak” “yok artık” “daha neler” “koskoca şey” varsa toplayıp ağzını sıkıca kapattı. Hala “oldu olacak…” diyen şarkıcı kadının sesini kıstı. Neşeli bir şeyler mırıldanmak istedi ama dilinin ucuna gelenler hep hüzünlü aşk şarkılarıydı, kavuşamayanların, karşılıksız sevenlerin, severken ayrılanların filan. Sıra kocasınınkilere geldiğinde ıslak bezi kovaya bıraktı. Yere çömelip teker teker topladı onları, atmaya kıyamadı. Her birinin tozunu alıp, emanetleri sehpanın üzerine yan yana dizdi. 

Televizyonun önünden, divanın altından, buzdolabının arkasından çıkardıklarını topladı. Ertesi gün atölyesine kapanıp rüyasını gördüğü kıvrımların heykelini yapan adamın, şampanya koyunu unutan, bir zeytin tanesini üç yudum rakıya meze yapan kadının hikayesini defterin arasına koydu. Gökyüzünden süzülen bulutlar gibi zaman akıp gitti, kapı çaldığında gün öğlen olmuştu.           

Yelda Ugan S.

29/09/21 Gayrettepe

Küçük Kırmızı Radyo

“Günaydın, nasılsınız bu sabah?” diye sordu hemşire canlı, cıvıl cıvıl bir sesle. Yaşlı kadın bir çocuk gibi dudağını büzerek “kötü” demek isterdi ama o güngörmüş, eski bir İstanbul’luydu.

İstabul Sarıyer

Ferhunde Hanım uyuyamıyordu. Çünkü endişeliydi. Şubat sonunda evini kapattığı günden beri her gece gözünü kırpmadan tavana bakıyor, saatlerce kaderin ona biçtiği bu acıklı sonu bir türlü içine sindiremiyordu. Seksen üç yaşındaydı ve geçen ay bayramdan bayrama çıkardığı kristal şekerliği raftan alırken tabureyi tutturamamış, düşüp kalçasını kırmıştı. Bu kazada baş dönmelerinin müsebbibi olarak doktorun yasakladığı ama Ferhunde hanımın bir türlü vazgeçemediği topuklu terliklerin payı da yok değildi. Tabureye çıkarken bir an terliklerini çıkarmayı akıl etse de büyük oğlan ta Amerikalardan görüntülü aramış, telefonu kapattıktan sonra da aklından uçup gitmişti. Tabiri caizse, sevinçten nereye bastığını bilmiyordu. İki oğlan da bayram tatilinde yanında olacaklardı. 

Aradan haftalar geçti ve hastaneden çıktıktan sonra Ferhunde hanımın hayatında bir sürü değişiklik oldu. İki oğlu da artık onun için, 7/24 sağlık hizmeti alabileceği bu huzurevini uygun görmüş, küçük bir odadan ibaret olan yeni hayatında yine onu yalnız bırakıp uzaklara gitmişlerdi. Bir kere artık eski hayatına, kedisi Müren’e ve musiki cemiyetine dönemeyeceği gerçeğini kabulleniyordu. Bunun değişebileceğini umut etmeyi bırakmıştı. Altı hafta önce, evinin anahtarını siyah rugan çantasının çıtçıtlı bölmesine koyduğu günden beri hayatının yeni bir döneme girmekte olduğunu kabullenmekte epey zorlandı. Bazı geceler, dolabın en dip köşesine sakladığı ayakkabı kutusuna uzanıyor, yanına aldığı seksen küsur çiftten ikisini, ki seçerken çok zorlandı, ponponlu ve gül kurusu olanı, nadide bir parçayı gün yüzüne çıkarır gibi kutudan çıkarıyor, onları incitmekten korkar gibi ayaklarına geçiriyor, Münir Nurettin Selçuk’dan şarkılar mırıldanarak, odasında birkaç adım attıktan sonra özenle yerlerine yerleştiriyordu.  

Hemşire odasına girdiğinde Ferhunde Hanım hala yataktaydı. Elindeki tansiyon aletini turkuaz rengi önlüğünün cebine koyar koymaz hemşire perdeyi sonuna kadar çekti ve pencereyi açtı. Hemşirenin kalıp gibi ütülenmiş formasından insanın içini ferahlatan, şu parfümlü deterjan kokusundan geliyordu. Ferhunde hanım prensip sahibi bir kadındı, mesafeye önem verir, hizmet aldığı insanlarla samimi olmazdı. Asla bugün değildi ama birkaç hafta sonra deterjanın markasını soracak, onu cömertçe övecekti.    

“Günaydın, nasılsınız bu sabah?” diye sordu hemşire canlı, cıvıl cıvıl bir sesle. Yaşlı kadın bir çocuk gibi dudağını büzerek “kötü” demek isterdi ama o güngörmüş, eski bir İstanbul’luydu. Soruya cevap vermeden, keyifsiz bir, “günaydın” demekle yetindi. Oda çam ağaçlarının keskin kokusunu da beraberinde getiren nemli ve serin bir havayla doldu. Evvelsi gece şiddetli bir yağmur yağmış, her şimşek çaktığında gökyüzü neredeyse ortadan ikiye ayrılacakmış gibi çatırdamıştı. 

“On bire sekiz, gayet iyisiniz,” dedi hemşire, pembe dudaklarını sonuna kadar yayarak. Ferhunde hanım bundan böyle herkes gibi yemeklerini aşağıda, yemek salonunda yiyebilecek ve isterse kahvesini bahçede içebilecekti. Hava çok güzeldi. Yaşlı kadın, otuzlarında, uzun boylu, sarı saçlarını ensesinde toplamış, vücuduna göre kalçaları biraz geniş olan bu hemşirenin nasıl da bu kadar neşeli olduğuna ikna olamadı bir türlü. Böyle yerler için bu biraz fazlaydı. Dur bakalım dedi içinden. Açık pencereden, fıstık çamlarının arasından belli belirsiz bir ses duyuldu, bir müzik sesi çalındı kulağına Ferhunde hanımın, onun hiç bilmediği, daha doğrusu pek kulak asmadığı türden bir sesti bu. 

Ona göre fazla yanık, fazla oynaktı. İnsanı utandıracak kadar da kıpır kıpırdı üstelik. Merdivenleri silen kadının yüksek sesle mırıldandığı şarkılardan, yönetici uyarmış, “böyle açık saçık…” diyememişti de işaret parmağını dudaklarına götürmüş, “hasta var” demişti. Ayıp, konuşulmaması gereken bir şey gibi hiç oralı olmadı Ferhunde Hanım. Ses odanın içinde dolaştıktan sonra usulca çekilip gitti.      

O sabah ve ondan sonraki her sabah Ferhunde Hanım bahçeye çıktı. Yumuşak, ortopedik ayakkabılarına göz ucuyla bile bakmadan bahçenin bittiği yere, limon çiçeklerinin açtığı taş duvara kadar yürüdü. Nisan güneşinin tadını çıkardı. Keskin kokulu sardunyalar, mavi ortancalar, akşamları bir başka kokan yaseminler içini ferahlattı. Güneşin toprakla buluştuğu her adımı dolaşan türkülerin sesini aşina bir merakla arıyor, ağlamanın eşiğine gelmeden geçmiş güzel günlerini düşünebildiğini fark edebiliyordu. 

Sesin gittikçe yaklaştığı sırada, birkaç gün önce yanındaki odaya yerleşen Ayşe hanımla beraber gül fidanlarının sardığı banka oturdular. Ferhunde hanımın parçaları birleştirip sonradan anladığı kadarıyla Ayşe Hanım kendi isteğiyle buradaydı. Tası tarağı toplayıp, kimselere haber vermeden gelmişti İstanbul’a. Rahmetli kocası söz vermiş ama kısmet olmamıştı bir türlü, “seni gezdireceğim,” dermiş, “Eyüp Sultan’ı, Süleymaniye’yi, Üsküdar’ı.” Ayşe Hanım, baş örtüsünü çenesinin altında sıkıca bağlar, kocasına inanırmış.  

Bahçıvan fıskiye havuzunu temizledikten, kuru yaprakları mermer zeminin bir köşesine topladıktan sonra, kamelyadan sarkan petunyalara, plastik şişeden iki fıs, belki de üç, vitaminli su verdi.  Ayşe Hanım kıpırdandı, beyaz ferforje masaya telvesine kadar içtiği kahve fincanını bıraktı ve bahçıvanın kemer tokasına, ince bir kancayla tutturduğu küçük, kırmızı radyosundan gelen türküye eşlik etti.  

“O Süsem O Sümbül O Gül O Bağındır 
O İnci O Mercan Beyaz Gerdanındır

Oynamak Sıçramak Eylenmek Çağındır.”

“Memleket türküleri,” dedi, “heyecanlandım.”  Gözkapaklarının ardında biriken yaşlar gözlerine battı. Eşarbının ucunu gözlüklerinin altından, kirpiklerinde gezdirdi.  

Ferhunde Hanımın hemşireye, “ne yapsam benim çamaşırlarım böyle kokmaz,” dediği gün Haziran’ın başıydı. Kapı komşusu Ayşe Hanım’la beraber ara öğünlerine sevgili hemşirelerini de davet etmişler, buz gibi karpuzu, can eriklerini, yeni dünyaları büyük bir iştahla yemiş, önlerinde ne var ne yok silip süpürmüşlerdi.  Ferhunde Hanım daha fazla uzatmadan, lafı ağırbaşlı bahçıvana getirdi.    

Yelda Ugan S.

13/05/2021, Bitez

Shakespeare

“Çay içer misiniz?” dedi Marzo, “hayır teşekkür ederim,” dedim, “annem bekliyor,” diyecek oldum, vazgeçtim, “fazla zamanım yok,” dedim, başka da bir şey gelmedi aklıma.  Az önce benim durduğum yerden içeri bakan tuhaf bir adam yaklaştı, kafasındaki o modası geçmiş şeyle selam verdi bize. İşaret parmağını bana mı uzatıyordu yoksa, neler oluyordu?

Fotoğraf Lizbon’dan bir duvar resmi

Engel olamadığı bir hıçkırık gibi “Shakespeare ölmüş!” dedi. Kapının ağzında öylece kala kaldım. Odada hareket eden tek şey elimdeki fincandan bir hayalet gibi yükselen çayın dumanıydı. Kocamın hiç dermanı kalmamış gibi, kolları iki yana düştü. Sehpaya yığılan, tomar halindeki gazetenin yanına koydum çayını. Dükkanı kapatırken bu çay takımından kalan üç beş parçayı da eve getirmiştik. Öyle incelerdi ki, mavi desenli çiçekler içerden bile görünürdü. “Soğutma” diyecek oldum, diyemedim. Tepesinde birkaç sararmış yaprağın direndiği ıhlamur ağacı beşik gibi sallandı. Neredeyse yağacak.  

Ölüm ilanlarıyla dolu sayfaya bir göz attıktan sonra İçi dışına çıkmış gazeteleri eskiden olduğu gibi özenle katladı kadın. Dükkanda çok lazım olurdu, kristal bardakları, antika lambaların cam gölgeliklerini, sarı yaldızlı porselen tabakları iki kat, bazen üç kat sarmak gerekirdi paketlerken, kıymetliydi okunmuş gazeteler. Ziyan edilemezdi. 

Boynundan yağmur damlası gibi sarkan boncuklu vazoyu kalın bir örtüyle sarmış, “Tiyatro sokağına gideceksin,” demişti annem. “Levanten’in karşısındaki antikacıya, Leroy ustayı bulacaksın, o yoksa oğlu Marzo’yu

“Ben biraz dolaşacağım” dedi Marzo. Terliklerini sürüyerek çıktı odadan. Karısı,”Eldivenlerini giy!” dedi arkasından, “üşütme.”

Sigorta eksperi, annemin imzaladığı antetli kağıtları rengi atmış bir deri çantaya yerleştirdiği gün, üzerinde babamın adı yazılı ikiye katlanmış dolgun, sarı bir zarfla baş başa bıraktı bizi. O günden sonra babamla korsancılık oynadığım, camlı dolaplardaki hazineleri ele geçirip babamı esir aldığım odaya giremedim. Annem, denizden gelen esintiyle havalanan tülleri çekti, pencereleri kapattı, kalın kadife perdeleri altın rengi sırmalarından çözdü ve odayı karanlığa boğdu. Zarf inceldikçe, koynundan çıkardığı anahtarıyla sessizce içeri girer, bazen Güneyli ustaların elinden çıkmış, gümüş saplarında baş harfleri olan bir bıçak setiyle, bazen babamın Doğu seferinden getirdiği gül motifli isimsiz bakır bir tepsiyle ortadan kaybolurdu.  

“Batmaz derdi babam, benim gemim batmaz,” Ona inanırdım. “Koca gemi bu, nasıl batardı?”     

Tramvaydan iner inmez annemin defalarca tekrarladığı, sonunda ne olur ne olmaz diyerek bir kağıda çizdiği kabala haritadaki gibi çiçekçilerin önünden sola döndüm. Arnavut kaldırımlı çıkmaz sokağın sonuna kadar yürüdüm.   

“Usta rıhtıma indi” dedi genç adam, “bugün dönmez, nasıl yardımcı olabilirim?” Bir baş hareketiyle alnına düşen saçlarını önünden çektiği bal rengi gözleriyle gülümsedi. Nadide bir parçaya bakar gibi vazoyu dikkatle inceledi. Uzun ince parmaklarını mercan damlaların etrafında gezdirerek nazik fiskeler attı. “Birazdan oyun başlayacak, içeri gelin” dedi, “Yutmasın kalabalık sizi.” Sihirli bir dokunuşla sanki görünmez bir kapıyı açtı ve yüzlerce porselen biblonun, revaklı aynaların, müzik kutularının arasından gittikçe hareketlenen sokağı, tiyatro kapısı önünde bekleşen insanları, birbirleriyle konuşan çiftleri hayranlıkla seyre daldım. Bütün tedirginliğim geçmişti. Levitan’dan belli belirsiz bir müzik sesi geliyor, İçerde bir kadın cama yansıyan görüntüsünde piyano çalıyordu. 

“Çay içer misiniz?” dedi Marzo, “hayır teşekkür ederim,” dedim, “annem bekliyor,” diyecek oldum, vazgeçtim, “fazla zamanım yok,” dedim, başka da bir şey gelmedi aklıma.  Az önce benim durduğum yerden içeri bakan tuhaf bir adam yaklaştı, kafasındaki o modası geçmiş şeyle selam verdi bize. İşaret parmağını bana mı uzatıyordu yoksa, neler oluyordu?  

“Nasıl kızmam, sizi cadılar sizi, sizi yüzsüzler, sizi başından büyük işlere kalkışanlar, siz nasıl Macbhet’le anlaşır alışverişe girersiniz de bana anlatmazsınız bu yaptıklarınızı…” 

Elim ayağım birbirine karıştı, korkudan ne yapacağımı bilemeden geri geri birkaç adım attım, tutacak bir yer arıyordum ki, can havliyle Marzo’nun kadife ceketinin eteğine yapıştım, ardından uzattığı eline. Yere bir biblo düştü. Sokaktakiler dikkat kesilmiş, bize bakıyorlardı. Marzo çenesini hafifçe kaldırdı, göğsünü şişirdi, annemin vazoyu sardığı örtüyü yere düşen biblodaki yaşlı adam gibi bir omuzuna atarak, dışardaki kalabalığın bakışları altında gösteriye devam etti.

“Ben ki başıyım bu işlerin, sanatımızın sırlarını, büyü yapmasını, ben öğrettim sizlere, üstelik bu yaptıklarınız da ne? Bir azgın, bir dik kafalı insan oğluna hizmet etmek mi? Gidin ve gün doğarken Akheron kıyısında bulun beni, balıkların karıncaları yediği yerde.” 

Marzo dükkanın ışıklarını yaktı, sokak tekrar eski ritmine dönerken ampullerin sarı ışığı altında silindir şapkalı adam, kol uçları eprimiş kalın, siyah paltosunun göğüs cebinden iki bilet çıkardı, “biri küçük hanım için.”

Annemi meraktan öldürme pahasına o akşam Marzo’nun uzattığı koluna girdim ve kalabalığın ardından kanatları sonuna kadar açılmış kapının eşiğinden birlikte geçtik. Burası bir tiyatroydu, gözlerimi kamaştıran, karanlığı ışıklı, ışığı karanlık bir dünya. Marzo ön sırada, en uçtaki yerimizi kolaylıkla buldu. Arkaya doğru yükselen sıralarda kadınlar ve erkekler uğultulu bir sesle yerlerini aldılar. Ağır kadife perde yavaş yavaş açılırken seyirciler arkalarına yaslandı, elbise hışırtıları durdu, boğazlar temizlendi, son öksürük ve sessizlik. 

Sanki davullar göğsümde çalıyor, kalbim heyecandan deli gibi çarpıyordu. Oturduğumuz yerden onu duyabiliyorduk, davudi sesini kısıyor “Koca Neptün’ün elleri yıkayabilir mi bu denizleri?” diyor, oyunculardan önce replikleri fısıldıyordu. Sahnede sözler ete kemiğe bürünüyor, intikam alıyor, yanlış anlıyor, seviyor, kin tutuyor, yalvarıyor, güldürüyor, korkutuyordu. Bütün duyguların peş peşe izini sürdüğüm, zamansız bir mekandaydım sanki.     

Ayın bulutlarla oynaştığı o gece, Marzo’yla eve kadar yürüdük. Daha önce hiç duymadığım tiradlar okudu bana. Ne o gitmek istiyordu kapıda beklerken, ne de ben içeri girmek.       

Herkes tanırmış onu tanımasına da kimse bilmezmiş aslında kim olduğunu. Oyunların tüm repliklerini ezbere bildiğinden mi?  Bilinmez, Shakespeare demişler ona. Gerçek adını bilen yokmuş. Tiyatronun her şeyiymiş, daha seyirciler kapıya doğru ilerlerken koltukları düzeltir, etrafı temizlermiş, oyunların afişlerini değiştirir, oyuncuları giydirir, kostümleri onarırmış. O daha küçük bir çocukmuş buraya geldiğinde, kimilerine göre gişede bilet satan, kimilerine göre tiyatronun göz bebeği güzeller güzeli annesi amansız bir hastalığa yakalanıp öldüğünde küçük Shakespeare’e oyuncular bakmış, sahnede büyütmüşler onu.  

Güneş hastalıklı bir sarıya döndü. Çok geçmedi, kara bulutların arkasında görünmez oldu. Beyaz boyun bağlı sığırcıklar, yağmuru karşılamaya çıktılar çoluk çocuk. Anahtar kapıda iki kere döndü. “İçim geçmiş,” dedi kadın adama, adam elini uzattı, “masum uykuya” dedi, kadın “yorgunlukları yıkayan suya,” adam, “her günkü hayatın ölümünü, yaralı canların merhemini,” kadın “Yüce tabiatın baş yemeği, hayat sofrasının cana can katan ziyafetini” Birbirlerine sarıldılar. Yarın erkenden Shakespeare’i uğurlamaya gideceklerdi, uyumaya hazırlandılar.  

Yelda Ugan S.

Bitez

08/04/21

Koyu renk bölümler, Shakespeare’in Macbeth adlı eserinden alıntıdır. İlk bölüm, cadı Hekate’nin tiradından.

Dijital Teneffüs

Koridorda burun buruna geldik, kucağında bir top A4 kağıdı, daha dumanı üstünde 70 sıcak sayfa.

Kendimi güncelliyorum,

Okuma kitapları, kaynak kitaplar, soru bankaları, birinci yabancı dil, ikinci yabancı dil, derken bir kamyon dolusu kitap taşıdık eve. Tam bitirdim dersin, yaslanırsın arkana. Odasından etini koparmışlar gibi bağırır. Ödev yapacakmış ama kitap yokmuş, öğretmen demiş ki, “o da olur, ama bu olmadan olmaz. Çünkü bu, ana kaynağın birinci yardımcı kitabının seçilmiş soruları ve İngilizce.” “Hay Allah! Ne yapalım? Külliyat orda madem! Getir bakalım şu listeyi, yarın hallederiz.” der, der demez de, çıkması olası bir ev krizini daha bertaraf etmenin iç huzuruyla rahat bir uyku uyursun. Ta ki, harıl harıl çalışan printerin sesiyle uyanıncaya kadar.

Koridorda burun buruna geldik, kucağında bir top A4 kağıdı, daha dumanı üstünde 70 sıcak sayfa. 

“Bunlar da Ne?!”  

“Kit”

“Ney?”

“Ders föyü işte!”

“Hangi ders?”

“Tarih,”

“Ha! Tamam”

Kimya deseydi, hı!? Tamam. Derdim, böyle durumlarda “takip” önemli

Sınav yılı değilse, LGS ya da YKS, TYT, AYT Ekim ayında azalan oranda artarak durulur, huzura erersin. Velevki o yıl sınava girecek, yandın! 

Haziran…temizlik ayı. Geldiğinde raflar boşaltılır. Çöp torbaları elden ele kapıya kadar taşınır, iş işten geçse de kayıplar bulunur. Akibeti meçhul bir bere, sömestr tatilinde uçakta unuttuğuna yemin billah ettiği ve son dakika yenisi alınan Ateşten Gömlek, 211 syf, Can Yayınları, yazan, Halide Edip Adıvar. Yarısı yenmiş bir gofret. Şöyle bir göz gezdirilmiş, bir kaç kıvrılmış sayfa kenarı, avunacak kadar çiziktirilmiş satırlar. Kapağı bile açılmamış, duvarla, ahşap raf arasına sıkışıp kalmış, karton kapağıyla ikiye katlanmış iki kitap. Hayatında kurşun kalem yüzü görmemiş, görmeyi bırak kokusunu bile duymamış, beklemekten beti benzi kaçmış sorular ve burda ne işleri olduğunu asla öğrenemeyecek bahtsız a) b) c) d) e) şıkları.

Zarflarıyla aynı desende avuç içi kadar kartpostallar, rengarenk çıkartmalar, yaldızlı etiketlerin dizili olduğu metal rafın önünde oyalanıyorum. Ağzı açık kolilerde kitaplar, açılmamış kolilerde kitaplar, masa boyunda, tezgah boyunda kitaptan kuleler, raflardan taşan defterler, kalemler, yüzüne bakılmayan boy boy mataralar. Eskiden ana-baba günü olurdu buralar, sonbahar habercilerini gönderir göndermez adım atacak yer kalmazdı, 

“o kalemliğin aynısından var evde” 

“Fermuarı bozuk”

“ama öğretmen istedi!”

“çift çizgili olacaktı, bunun çizgileri tek!”

“O silgiyi kardeşime verdim”

“Ben kullanmam onu!”

“Beyaz!”

“Yok, o kadar beyaz değil!”

“5. Ya da 6. Yok, 4. Sınıf?!”

Artık ne bu sesler var içerde ne de çocuklar. Tuhaf bir Eylül. Döner rafı defalarca kendi etrafında çeviriyorum. Ellerim bir çocuk eli olmasa da, kendi etrafındaki turunu her tamamladığında gıcıırtt diye seviniyor. Okul çıkışı kırtasiyeye uğramadan olur mu? Oraya gitmek, kitap, defter almaktan çok daha fazlasıdır. Bir tek kalem almak için bile gidersin, kulaktan kulağa duyulur alacağın kalem ve çıkışta bir de bakmışsın beş, altı kişi toplanmışsınız. Yol boyunca gülüşür, konuşursun, belki köşedeki pastaneye oturmana, hatta bir cafe latte almana bile izin çıkmıştır. Yeni bir ders yılı, yeni bir başlangıç. Bir yaş daha büyümüşsün, koskoca yaz geçmiş aradan, anlatacak çok şeyin var. Sabredemez ortasından dalarsın muhabbete. Beş dakikada geçer saatler, yarın sabaha kadar zor dayanırsın.

Ekran başında da olsa, kaldıkları yerden devam edecek, yollarını bulacaklar elbette. Biz onlardan daha çok kaygılıyız, gözlerinin içine bakıyoruz, “aman! Ruh sağlıkları” diye. Bir an önce gitsinler, çıksınlar evden istiyoruz “aman! Ruh sağlığımız” diye. Bilmiyoruz ki, ne salgın gördük bugüne kadar ne de karantina, alerjisi olan insanlar takardı tıbbi maskeleri, onları da havaalanlarında görürdük, ameliyat sahneli filmlerde, evlerden uzaktı eskiden.       

İki adet çıkartma seçtim; birinin minik, siyah-beyaz desenleri var, ayakkabı, gülen yüz, pos bıyık, birbirine geçmeli dişli çarkları filan. Diğeri rengarenk baykuşlarla dolu. Kasadaki genç “iadeleri düşüp hesapladığımda…” dedi. O an aklıma gelmiş gibi, elimdekileri de uzattım. Tekrar hesapladı. Cebindeki harçlığı çıkışmayan çocuklar gibi “Baykuşlu olan kalsın o zaman” dedim.  

İri siyah puntolarla, “Küçük Kara Balık” yazılı ve turuncu bez torbamı kaptığım gibi telaşla çıktım kırtasiyeden. Çocuk 12:30 da yemek molası verecek, çok hızlı davranırsam eğer ucu ucuna da olsa yetiştirebilirim. Çantamdan alışveriş listemi çıkardım. Yanıma, yönüme baktım, yok! Market için bez torba almayı unutmuşum, balıklı bez çantayı arabanın arka koltuğuna boca ettim. Kitapların arasından, ayaklarımın dibine beyaz bir kağıt düştü. Gömleğimin koluyla maskemi düzelttim. İnce jelatinli, küçük karton kağıdın arka yüzünü çevirdim ve morlu-turunculu, yeşilli-mavili, çizgili-kareli, pullu-şeritli,  on acayip bilge baykuşla aynı anda göz göze geldik.

Onlar da sizi özlemişler,   

29/09/2020, İstanbul

Yelda Ugan S.