Tek tük eski geçit taşları İpek Yolu’na bağlanan patikalardan kalmış,13. yy’dan. Buralardan anayola çıkar, gün öğlen olmadan öteberi satarlarmış kervanlara. Hayvancılık bitince patikalar da kaybolmuş.
#Uçurumlarda açan kır çiçeklerinin yanına yaz adımı. Refik Durbaş
13/8/22 Cumartesi
Palovit şelalesi bugün çok meşgul, malum cumartesi. Onunla fotoğraf çektirmek için bile sıraya girmek, beklemek gerekiyor. Bizim ne o kadar zamanımız ne de sabrımız var. Yol uzun. Amlakit’e kadar arabayla çıktık. Sağ tarafımız derin bir uçurum. Ölmez de sağ kalırsam, uçurumlarda açan kır çiçeklerinin yanına yazacağım adını söz. Bismillahirrahmanirrahim.
Mühürlenmiş (ağzına kadar balla dolu olan) kovanları toplamaya gelmiş, boz bir ayıyla göz göze gelmesin mi? Kartal kırılıyorlar gülmekten, sanırsın kırk yıldır görüşmüyorlar. Sonra Muco alıyor sazı eline, teleferiğe binmiş bir gün, yerden 400 metre yüksekte, yolculuk bir yayladan diğerine, tam ortasında asılı kalmasın mı? Elektrikler kesilmiş. Oysa benim ödüm kopuyor sağıma baktıkça. Hiç gülesim yok! Ne ayıyla burun buruna gelmeye ne de iki yayla arası salınmaya.
Pokut yaylası
Amlakit Hazindak arası zorlu bir parkur için hazırlanıyoruz. El ele tutuştuk, kutu kutu pense oynar gibi daire olduk. Gözlerimiz kapalı ve hepimiz kendi dilimizde ve dinimizde ona şükranlarımızı sunduk. Kartal ve Muco el çabukluğuyla iki basamak merdiven yapıverdiler kaşla göz arasında. Son yağmurlardan epey aşınmış önceki. Tüm yolu Hazindak yaylasına varıncaya kadar ormanın içinden tırmanarak kat edeceğiz. Dünden idmanlı olsak da ayı kaçırma ayini pek başarılı olmadı. Muco’ya göre bizden çıkan ses fare bile ürkütmezmiş. Sık ağaçların boyları neredeyse 60-70 metre. Bu kadar türlü çeşit ağacın, kayın, gürgen, kızılağaç ve kestanelerin arasından kaçmak da mümkün değil. Patika yol daracık, solumuz dik bir yamaç, sağımız daha dik bir yokuş.
Tek tük eski geçit taşları İpek Yolu’na bağlanan patikalardan kalmış,13. yy’dan. Buralardan anayola çıkar, gün öğlen olmadan öteberi satarlarmış kervanlara. Hayvancılık bitince patikalar da kaybolmuş.
Hazindak yaylasında Meryem hanıma uğradık. Mini Çamlık kafeye. Kahveyle olur mu? Bir tabak hamsili kek, kete ve efsane tat elmalı baklava da yanında. Tek başına çalışıyormuş. İçerde kuzine sobası, üstünde nefis yemek kokuları gelen dizi dizi tencereleri. Çocuklar yazın gelmek istemiyorlarmış, zira internet yokmuş. Kocası da ha keza, uzak diyarlarda. Parmaklarımızı yaladık nerdeyse, bir tabak bir tabak daha! Mahçup oldu. “Elma çok ya buralarda, onları değerlendiriyorum,” dedi. Sanki keramet elmadaymış gibi.
Hazindak yaylası
Meryem hanım bir sonraki misafirlerine hazırlana dursun biz yeniden düştük yollara. Yine çisenti başladı, yollar çamur, görüş mesafemiz belli belirsiz dağ zirveleri ve yol kenarlarındaki çiçekler kadar. Bulutlardan da yukardayız. Uzaktan, tüten ormanın az ilerisinden Pokut yaylası göründü. Artık neredeyse göz gözü görmüyor, büyülü bir gerçeklikle iç içeyiz sanki. Yine çatısı teneke saçtan tahta evler, tül perdenin arkasındaymış gibi fulü çiçekler, inekler, tosunlar ve tek tük insan silüetleri.
İspanya’nın köylerinde de nalyalar varmış, bizimkiler tanıdık birini görmüş gibi şaşırdılar. Bazıları sanat eseri gibi hakikaten, nakışlar filan kondurulmuş kapılarına, oymalar yapılmış çatı ağızlarına. Uzun uzun inceledi Salva, kendi dilindeki horreoların fotoğraflarını çekti. Galiçya’nın her bir yanı nalya, oralarda ince uzun olsa da yiyecekleri farelerden, börtü böcekten koruyan bu kiler evler birbirlerine çok benziyormuş.
Yayla kafede, sis manzaralı terasta çaylarımızı içerken nihayet sordum Muco’ya, bu Kaçkarlar ne ola ki, nerede başlar nerede biterler?
Rize İkizdere’de başlar. Denize göre Bayburt’un önünden. Denize paralel. Bir kol Batum’a iner, diğeri Şavşat’a. Erzurum İspir Hadeçur yaylasından Başhemşin yaylasına gelir. Oradan Kaleibala’ya ve Çat’a iner. Çat bizim konakladığımız Toşi dağ evlerinin bulunduğu, Fırtına deresinin yamacındaki köy. Ne diyordum? Kaçkarlar Zilkale’den geçer. Mollavesise iner, Üskürt’e çıkar. Üskürt’den Hemşin’e, Hemşin’den geçip Cia kalesinden gezer, Pazar’a, limana iner.
Aştım Üskürt dağını az vururum kar ilen
Uzun yollar tükenur
Gidilurse yar ilen
Pokut yaylasından sonrası yine bir hayal alemi, yine en çok mora, az biraz sarıya kesmiş kesintisiz bir çiçek bahçesi ve baştan ayağa çiy tanesi.
Galiçyalı Horreo,
“Benim tohumlarım,” dermiş Muco’nun babanesi, onları eski bezlerin arasında biriktirir, sarar sarmalar, dağıtırmış konu komşuya. Her türlü bitkinin tabirine hakimmiş zamanında. Akşam oturmasına gittik rehberimize, tohumcu nineyi dinlerken kuzinenin üstünde çay demledi. “Dedemin nalyasından getirdim bu direkleri” dedi, “tek başıma,” tevekkeli ona buralarda boşuna Kaçkarlı Viking demiyorlar. Tüm tavanı tutan uzun kalasa çevirdik başımızı, hepimiz o tarafa bakınca aheste bir kertenkele hızlandı. “Ot kabıydı,” dedi. “Demet demet ada çayı sarkardı tavan kirişlerinden, geven, ıhlamur, dul avrat, oğul otu.
Orada, ahşap bir nişi yuva bilmiş uzanmış yatıyor sere serpe. Çay demini ala dursun sayfalarını karıştırdık gelişi güzel. Her birimizin ağız kenarında az muzip bir yarık, elden ele dolaşıverdi kitap. Yazan tanıdık, oraya bırakan daha tanıdık, hem de bildik. Dünya ne küçük.
Biz tam dört kuzen; Nermin’in rızasını, Nurhan’ın duasını, Hasibe’nin kaya kurabiyelerini çıkın edip düştük yola. İstikamet Kaçkarlar, Rize-Artvin arası sıralı dağlar.
Çat Köyü
Ağaçlarla konuşan dayım, sevgili Mustafa Şerbetçi’nin anısına;
11/8/22 Perşembe
Koyu turkuaz rengi bir denizin üzerinden alana indik. Artvin-Rize havaalanına. Ordu-Giresun’dan sonra ülkenin deniz üzerine inşa edilen ikinci havaalanı. Kurdelesi dün kesilmişçesine çiçeği burnunda, yepyeni bir yer. Küçük, samimi bir kasaba havaalanı. Merdivenlerde yolcu bekleyen bir otobüsü bile yok. Yürüyerek girdik içeri. On beş, bilemedin yirmi beş adım sonra taşıma bandı döndü. Rize’nin Pazar ilçesindeyiz.
Hava sınır kapısı, Nato üssü, Rusya, kontrol, Ukrayna, Amerika, savaş…Kuzeydeki komşularla ilişkiler ve daha neler neler uçuşuyor havada. Yakalayabilene aşk olsun. Tam karşımız Soçi Limanı.
Bilmiyordum, horon tepilmez oynanırmış meğer. Karadeniz’i tanımayan, onun kültürüne uzak yapımcılardan kalan bu miras bize göre küçük, Muco’ya göre epey büyük bir yanlış ve sorumlusu da Yeşilçam. Düzeltiyoruz. Rehberimiz Muco, namı diğer Kaçkarlı Viking tahta haç anlamına gelen Haçapit’li.
Fırtına deresini aldık solumuza, yokuş yukarı çıkıyoruz alacakaranlıkta.Muhabbetin ritmi yavaş yavaş düşüyor. Arnavut kaldırımlı yolları gündüz gözüyle görmek vardı. Geçit taşları öyle davetkar, öyle tanıdık ki, otel tabelalarının yanar-döner menevişiyle tezat, terli terbiyeliler. Dört açsak da gözlerimizi, silecekleri aniden çalıştıran yağmurla iyice içimize çekildik. Artık bir şey görünmüyor, araba bir sağa bir sola yalpaladıkça farlardan yansıyan heyula ağaçlardan, kaya kesiği kızıl yarlardan ürküyoruz. İki yanımızda uzanan, yabancısı olduğumuz doğada artık en üst merciye, Allah’a emanet besmele çekiyoruz.
Manzara resimlerinden aşinayızdır. Dumanaltı, havasız kahvelerden, berber salonlarından, kebapçı, otogar yazıhanelerinin kirli duvarlarından beri biliriz. Rengi atsa da bu resimler ta çocukluğumuzdan beri belleğimize yerleşmiş; yeşile kesik dik yamaçları, bacası tüten ahşap evleri, teneke çatılı nalyaları, bulutları delen dağlarıyla, çay bahçeleriyle Karadeniz, hayalimiz. Şimdi hiç oralar gibi gelmiyor buralar, keskin virajlar, yokuşta homurdanan, çamurda patinaj yapan neşeli Kartal beni korkutuyor.
“Küçükken” dedim, “gökkuşağının altından geçersen erkek olursun derlerdi de ödüm kopardı, vişne çürüğü eteğimi, prenses yakalı elbisemi düşünürdüm. Sanki en önemli şeyler de onlarmış gibi.”
Ev
Kapıyı açarken eli hala belimdeydi. Böyle küs gibi gitmek istemedim, zira küsmek de sevdaya dairdi. Güya son anda hatırlamış gibi döndüm. Belimi tutan eli havada kaldı. Güvensiz, niyetli ama kırılgan bir el. “Yedek bezler yeşil çantada, burun damlası da fermuarlı gözde, uyumadan önce iki damla, sakın unutma.” Gözleri benimkileri aradıysa da bulamadı. Huyum kurusun, hani sevdaya dair olanlar? En sevecen sesiyle bütün talimatlarımı onayladı. Merak etmeyecek, iyi vakit geçirecekmişim. “Kızlara selam söyle,” dedi. O zamanlar yalnızlığın verdiği böylesine bir zihin açıklığına sahip değildim. Cevap vermedim.
Arabanın silecekleri beni hipnotize eden bir metronom gibi çalışıyor, kaba, gürültülü ve uyumsuz. Sanayi tipi dev bir metronom. Sanki buzlu bir camın ardından bakıyor, yirmi metre ötesini dahi göremiyoruz. Dörtlüler kalp atışı gibi sinir bozucu bir ritimde yanıp sönüyor.
Yanımda oturan, direksiyona hakim olmaya çalışan sana ve herkese bugün burada olmamı ve evden çıkmamı tetikleyen nedeni inkar ediyorum, özellikle de kendime, öyle değilmiş gibi yapıyorum.
Kırmızı damperli otoban müdavimleri, ağır gövdelerini üstümüze silkeleyen koca kamyonlar, tehditkar homurtular savurarak geçip gidiyorlar.
“Sevgilim!” arka arkaya tekrar ediyorum, ne kadar zorlasam da adı ağzıma sığmıyor. Ne adı ne de tadı, paslı bir çivi gibi. Sanki aradığın eksik parça, ya da gerçek oradaymış gibi ellerin ceplerinde olduğu halde ayakkabının burnuyla toprağı eşeliyorsun.
Okulu kırmış çocuklar gibiyiz. Uzaklaştıkça endişeleniyor ama her şey yolundaymış gibi yapıyoruz, iyiymişiz gibi. Olmak istediğimiz yerdeymişiz, olmamız gereken yer burasıymış gibi. Madem o gün bugündü öyleyse yarına kalamazdı.
Sana elimi uzatmış, sol elimle de güneş gözlüğümü çıkarmıştım, seni daha iyi görebilmek için mi yoksa nezaketen mi yapmıştım? Kim bilir? Mayıs sonlarıydı, yazın habercisi pırıl pırıl bir gün. Pembe bir bulutun içinden geçiyordum, İçimde, derinlerde bir yerde gizlenen bu yaşlı dünya kadar eski kuşkularım, gün yüzüne çıkmadan önce katlanmamı sağlıyordu, dayanmamı.
Memnun olmuştuk. Atölyede sadece sen ve ben yetişkin sayılırdık, diğerleri hala üzerlerinde öğrenci iyimserliği taşıyan üniversitelilerdi. Tepkileri fazla abartılı, isyanları biraz sahte, hayalleri tutarsız olsa da bir yerden tanıdık geliyordu ve içten içe onları kıskanıyorduk; daha bizim kadar uzun menzilli, çığırtkan bir sessizlikle kuşatılmamış olmalarına, aymazlıklarına katlanamıyorduk.
Kuvvetli, soğuk bir rüzgar esti. Tabelalar değişmiş, otobana çıkamıyoruz. Eski kentin dar sokakları bizi içeri almıyor. Pencere macunları kurumuş, çatı kasaları bükülmüş, ahşap bakımsız evler küskün. Sanki cahil cesaretimizle bir safariye çıkmışız da tek kurtarıcımız olan lütuf yasasına sıkı sıkı sarılmışız. Kendi meselelerimize bizi daha çok yaklaştıran “girilmez” tabelalarını birer bariyer gibi, etraflarında dönerek nihayet atlattık. Şehir artık belli belirsiz bir silüet olarak epey geride kaldı. Yer yer portakal bahçelerini gölgeleyen küçük bulutlar kaşla göz arasında büyüdü, karardı ve şaşırtıcı bir hızla yayıldı. Bütün gökyüzü bizden önce varacağımız yöne koşar adım hareket eden başıboş bir karanlığa kesildi. Uzaklardaki tarlaların üzerine şimşekler iniyor, zamansız gelen parlak ışık gözlerimizi alıyordu. Mikail bize mi kızmıştı? Yoksa Daphne kehanetinden mi kaçıyordu? Omuzlarımı kasmaktan oturduğum yerde büzüldüm. Elimden gelse koltukta bir kedi gibi kıvrılır, başımı kucağıma gömer, der top olur, küçülürdüm. Vücudumu çapraz saran kemer bana, ben de ona sımsıkı tutundum. Nahoş bir tat vardı ağızımda ama söylemedim, “güzelmiş” dedim, “çok güzelmiş.” Hatta çaldığım zamana bir tutam tuz attım, kucağımda duran köpük tabaktaki limonlardan birini sana uzattım, sen de bana avuçlarını. Gülüştük. Bu iyi geldi bize, rahatladık. Fakat bir türlü o aradığım şeyi, yaz boyu atölyeden çıktığımız akşam üstlerini, evlerimize gitmeden hemen önce az daha uzamasını istediğimiz o dakikaların tadını bulamıyordum. Bir aradayken aklımdan geçenleri ilk kez içimde tuttum. Orada, hiç hoş olmayan bulanık bir duygu vardı, yüreğim avazı çıktığı kadar bağıran gerçeği biliyordu. Ne büyülü düşünceler ne şiirsel hayaller kar etmiyordu artık. Doğru gelmeyen bir şeyler vardı, hatta çok yanlış gelen bir şeyler ama ne olduğunu bilmiyordum. “Hayır doymadım; biraz daha olsa onu da yerim,” böyle söyledim.
Safari devam ediyor, ejderhanın kırmızı bir halı gibi uzattığı dilinden kolaylıkla ilerliyorduk. “Korkuyor musun?” diye sordun. Çok düşünceli görünüyordun, yüz kasların gerilmiş, sanki içinde benim olmadığım, bana ait olmayan bir dünyada oradan oraya koşturuyordun, kim bilir belki küçük kızı keman dersine, büyüğü dershaneye bırakıyordun. Belki maaile gidilen bilmem kaçıncı geleneksel piknik bu hafta sonuydu ve düşündükçe canın sıkılıyordu. “Hayır,” dedin, “Ya sen?” Cevap vermek yerine öne savrulup, torpidoya olanca gücümle bastırdım ve avazım çıktığı kadar bağırdım. Sesim hiç de bağırıyormuş gibi çıkmadı. Dik bir rampadan saatte yüz, hayır hayır iki yüz kilometre hızla ilerliyorduk, o kadar karanlık ve dar bir geçitten dönerek iniyorduk ki, arabanın farları çarptığı duvarlardan tekrar bize dönüyor, gözlerimiz kamaşıyor, birkaç saniye hiçbir şey göremiyorduk. “Kontrolümü kaybettim,” diyordun, “direksiyona hakim olamıyorum…” Sonuna kadar basıyordun frene ama ne gezer. Uçurumdan denize atılan bir taş gibi düştük suyun içine.
Göz kapaklarıma inen birkaç iri damlayla kendime geldim. Yukardan belli belirsiz bir ışık nemli duvarlardan sızan sulara yansıyor, birkaç saniyeliğine mağarayı aydınlatıyordu. Şey gibi, sanki deniz fenerinden gelen, kendi etrafında dönen bir işaret ışığı gibi. Kıpırdanmaya başladın, başını duvara çarpmış, alnından şakalarına ince bir yol gibi kan sızıyordu. Elini elimde dinlendirdim. Çıkıntı yapmış kayaya zorlukla çektim kendimi, nemli kaygan duvara sırtımı verdim. Senden de aynını yapmanı bekledim. Yaratığın da bizden beklediği buymuş gibi, ikinci level butonuna bilmeden basmışız gibi ejderhanın başı iki yana adeta bir yol gibi bölünerek açıldı, alt çeneye oturmana yardım ettim, sümüksü dişlere tutunarak üst çeneye geçtim. Midem kalkıyor, ağzıma kadar gelenleri güç bela geri gönderiyordum. Uzun, kırmızı dil ortadan ikiye ayrıldı, biri benim, diğeri senin için birer lal kürek oldular. Bir türlü ritim tutturamıyorduk, kendi etrafımızda dönüyor, yalpalayarak gerisin geri gidiyorduk. Kafa yana savruldu ve bir an dengemi kaybettim. Çaresiz ıslak, kaygan taşlardan birine tutunmaya çalıştım, içim bulandı yine. Bu sefer ağzıma kadar gelenler söz dinlemedi, dudaklarımın kenarından sarı, safran rengi bir sızıntı çeneme doğru yola koyuldu. Birkaç dakika daha böyle debelendikten sonra nihayet yolumuzu bulduk, dilin yarısı suya dalarken diğer yarısı çıkıyordu, her dönemeçte sinek sürüsü gibi binlerce yarasa kanat çırpıyor, kırmızı gözlerinden, tehditkar ağızlarından ateş fışkırıyor, bir sonraki köşeye, yerini diğerlerine bırakıncaya kadar tüyler ürperten çığlıklar atıyorlardı.
Taş ocağını, kızıl kayaları, eski yol üzerinde küçük bir çam ormanının içinden yükselen tepedeki kaleyi seçebiliyorduk artık. Rüzgâr, emrine amade bulutları bir araya topladı, pamuk gibi bembeyaz olanları biraz oraya biraz buraya bir çocuk pijaması süsler gibi gelişigüzel serpiştirdi. Önümüzde mavi bir halı gibi açıldı gökyüzü. Derin bir nefes aldım, taze toprak kokusunu çektim içime, sobanın üstünde çıtırdayan portakal kabuklarının kokusunu duydum. Birbirimize, ufukta bir bitiş çizgisi gibi uzanan kavisli gökkuşağını gösterdik.
“Küçükken” dedim, “gökkuşağının altından geçersen erkek olursun derlerdi de ödüm kopardı, vişne çürüğü eteğimi, prenses yakalı elbisemi düşünürdüm. Sanki en önemli şeyler de onlarmış gibi.”
“Bir de öyle deneyelim mi?” dedin gülerek, gülünce gözlerin iki çizgi gibi kalırdı. Samimiydin, hayranlıkla bakışın alçakgönüllülüğünle dirsek temasındaydı. Evet, öyleydi ama yine de birinin söylemesi gerekiyordu ve “Dönelim” dedim, bu sefer içimden geldiği gibi, eve gitmek istiyordum. Sinyal verdin ve biz yolun karşı tarafına geçtik sevgilim.
Buradan denizi görebiliyorum, oturduğum yerden. Bir nehir gibi hareketli. Öğleden önce koyun sonuna kadar yürüdüm. Parlak, cömert bir kış güneşi yarenlik etti bana. Bilgisayarın şarjı bitince çizgili defterimi alıp masaya geçtim. Buradan da dağları görüyorum, yarımadayı ortadan ikiye bölen dağın tepesini, az önce bacaklarıma yaslanmış uyuklayan kediyi. Burada uzun süre mutsuz olamazsın, müsaade etmez, havası gibi, bakarsın bulutlar toplanmış kapkara, sığırcıklar oval daireler çiziyorlar kıyıda, ayine çıkmışlar, yağmur topluyorlar. En fazla on dakika ince ince yağan yağmuru. Davetine direnemez çıkarsın dışarı, biraz denize yağar, biraz toprağa, begonvillere, mimozalara, kaktüslere, zeytinlere, sakız ağaçlarına. Okaliptüs ağaçları uzun boylarıyla ilk onlar yakalar damlaları, süzüle süzüle iner çakıl taşlarına, denize akarlar yine. Hiçbir şey gibi yağmur da uzun sürmez, bulutlar aralanır, yüzünü gökyüzüne döner deniz, o ne derse o olur, mavi, buz mavi, deli mavi, laci ya da bir tutam güneş, salınır enginlerine gümüşi olur.
“Sabret” diyorlar bana, ben düzgün bir kadınmışım. Senin biraz sinirli olduğunu filan söylüyorlar. Bir kedi minik dil darbeleriyle su içiyor; ıslak, pürüzlü dili zımpara gibi. Hakkında pek bir şey bilmediğim arayışlara çıkıyorum. Saman alevi gibiymiş öfken, baban da böyleymiş.
Sakin, serin bir yeşile kesiyor etraf. Diken yapraklarından *haymeler kuruyorum. İçim içime sığmıyor, sırtımı denize yaslamak istiyorum, avuç içlerimle toprağı kavramak, ayaklarım kum, gözlerim cennetle buluşuyor. Çok; daha çok, biraz daha çok istiyor, günlerdir, aylardır aç gibi, kana kana içime çekiyorum. Bildiğim hiçbir yerde, evdeyim.
Yelda Ugan Saltoğlu,
25 Mayıs 2022, Beşiktaş
*Hayme; çadır
1 Nisan 2022 tarihinde Kayıp Rıhtım’da yayınlanan öyküm.
Ne var ki yazmak, kişinin başkalarının onu görme biçimini boş vermesidir; kendisini her türden yargı, poz verme ve konumlandırma kaygısından kurtarmasıdır. Yazmak bir şeyin erişilebilir olmasını, ortaya çıkmasını sağlamaktır.
Karl Ove Knausgaard
Bitez
Yıllardır onun ağzından duymak istediği şey buydu, nihayet itiraf etmişti ama durup dururken öyle beklenmedik bir anda oldu ki, şaşırdı; tadını çıkaramadı, neredeyse “estağfurullah!” diyecekti…İlk cümleyi arıyorum, kalemi kaldırmadan haldır haldır yazıyorum, koşar gibi. Kendisinden sonra gelenlerin kaderi ona bağlı olan şu malum cümleyi. Bu bir yöntem, metot ya da ısınma egzersizi…Yaratıcı yazma atölyelerinde herkes yazabilir motivasyonunun hemen arkasından gelir ve “bakınız yazabiliyorsunuz,” der hocalar. “Herkes yazabilir!”
Söyleyemediklerimi yazmak; istediğim buydu, kendimi kaybetmek ve aradan çekilmek. Kalemime ve onun istenç dışı oyunlarına bile isteye teslim olmak. Cesaretimden, daha doğrusu cahil cesaretimden dolayı kutluyorum kendimi. İçim dışıma çıkacakmış, ters yüz olacakmışım umurumda değil. Çünkü bunun farkında bile değilim. Terapistler de yapıyormuş, “Yazın!” diyorlarmış danışanlarına, yazanlar dökülüyor, onlar da topluyorlarmış. “Büyülü gerçeklik” bu olsa gerek; yazının ta kendisi.
Dün kuzenimden bir mektup aldım, o da söylüyor aynı şeyi. “Koşarak yazmalısın,” diyor “sonra ayıklarsın içinden, karakterlerini seçer, hikayeni yaratırsın. Yeter ki, aradığını bulabileceğin bir rehberin, yol haritan olsun, oraya buraya imleç bırak mesela, güvenme hafızana, renkli kalemle işaretle.”
Kuzen haklı. “Bir buçuk ay dene, ne kaybedersin? Ama disiplinli ama her gün iki saat ama aynı yerde aynı saatte” demiş, sıkı sıkı da tembihlemiş. “Bileğin kırılır, elin açılır, yazı kasın gelişir böylece. Ya rutinim şaşarsa? Dediğini duyar gibiyim. Olsun! Sen beşersem o da şaşar, yılmak yok!”
Karl Ove Knausgaard‘ın İstemsiz adlı bir kitabını okuyorum. Neden yazdığını anlatıyor. Allah’ım uğruna okuduğum bu kaçıncı kitap? her birinde verilecek olan “o” büyük sırrı sabırsızlıkla bekliyorum, bekliyorum…ha geldi, ha gelecek. Bir şey geldiği yok! O sırada evin fertlerinden çocuk olanı, anneee!! diye bağırıyor, bulaşık makinası deterjan kapağına hamle yapıyor, telefon çalıyor, çalmasa da bana öyle geliyor? Ses halüsinasyonları duyuyorum, endişem kabuslarımda gördüğüm ellerim kadar büyüyor. Bazen tüm düşüncelerim kuşkuyla doluyor. Geriye sarıyorum, bir daha bir daha okuyorum. Bu okumaların, tekrarların birinde nihayet bir şeye rastlıyorum, aradığım şey bu olabilir mi acaba? Satırların altını çiziyorum, söz veriyorum kendime, dönecek ve onun gibi yazmayı deneyeceğim. Devam ediyorum kazmaya, hazine daha derinlerde olmalı. Sebat etmeliyim.
Tıkanmanın nedeni yazarın kendine ördüğü duvarlarmış, eee ne var bunda, hiç de sır gibi gelmiyor kulağa. Ordan kuzene geliyorum tekrar, benim akıllı, çok akıllı kuzenime, annesi gibi, annesi de anneme “radyo,” derdi mektuplarında, “toz alırken, mercimek seçerken, yaprak sararken mesela, poacaların üstüne çörek otu serperken, çorbayı karıştırırken, yama yaparken içten dışa, sökük dikerken radyon her daim açık olsun. Çiçekleri sularken onlara radyodan duyduğun hikayeleri anlat. Sabah uyanır uyanmaz aç, aç ki, o fırsat düşkünü laf anlamayan, söz dinlemeyen meşum sesler sussun. Sarsak adımlarla istemeye istemeye gitmelerine hiç aldırış etme, bırak çıksınlar, ait oldukları yere, geçmişe dönsünler.”
Hemen itiraz ederdim, yok canım! Güldürme beni, ben açık fikirli, cesur bir kadınım, yazarken de öyle olmama ne engel olabilir ki? Bak yazıyorum, yazabiliyorum. Kurgu? Evet zorlanıyorum, fakat bu hep böyle devam etmez, açılırım biliyorum, az kaldı, dilimin ucunda, çağırsam gelecekler, çağırmıyorum. Neden mi? Doğru zamanı bekliyorum da ondan. “Hiç gelmeyecek mi?” “Yo hayır, niye öyle dedin ki? Bak şuraya yazıyorum işte! Gelecek!” Yaz ki gelsin, baktı sen yazıyorsun, o usul usul yaklaşır, omuzlarının üstünden yazdıklarını okuyacak kadar yaklaşır hem de. Hoop! Eğilir, işaret parmağını belli belirsiz uzatır ve der ki, “yağmur zaten dışarda yağar!” “telefon acı acı filan çalmaz sadece çalar.” Sen şaşırmaz kulak verirsin, uyarsın tavsiyelerine. Sonra bir sandalye çeker, yanına oturur. Bir de bakmışsın der top olmuş, kedi gibi kıvrılmış kucağında. Tanrının eli olur, seninle senin yerine yazar, sen ne kadar orada olursan o da sana o kadar sokulur. Başında beklenen çaydanlık misali sakın belli etme beklediğini kaynamaz. Geldiğinde de öyle yaygara koparma, uyku kadar incedir o, ürkütürsün!
Bu sınır mevzu var ya, hani kendi etrafımıza çevirdiğimiz, kendimizi hapsettiğimiz, alıkoyduğumuz yer. Yüksek duvarlarla örülü, tutunacak bir delik bile olmadığı. Çıkıntı? Hak getire! Labirente bile razıyım, o da yok! Hani bir şans vermeye kalksam diyorum…Ben vermemişim de sen kendin bulmuşsun gibi. İşte tam burada, kuzen ve Knausgaard el ele vermişler diyorlar ki, bir merdiven bul, olmadı bir bıçak, ip ne bulursan artık, hiç mi yok, olmuyor mu? İğne de mi yok? Tırnaklarınla kaz. Kaz ki çıksın, baş versin sıkıştığı yerden. Vakit çoktan geldi, yapabilirsin, haydi! Ellerini siper edecek yüzüne, ışıktan gözleri kamaşacak. Vücudu eğri büğrü, yanakları buruşmuş, kurumuş, rengi atmış dudaklarını yalayıp ısıracak, utanacak, yine saklanmak isteyecek ve sonra yine, sen onu ürkütmeden, korkutmadan o incecik, çelimsiz parmaklarından nazikçe tutup bir daha bir daha deneyeceksin. Güneş onu ısıttıkça kemikleri güçlenecek, kırlarda koşup oynayacak, bacakları açılıp esneyecek, başını gökyüzüne kaldıracak ve maviyi, bugüne kadar hiç bilmediği bir maviyi hayranlıkla övecek. Kan yürüyecek dudaklarına.
Beğenilme kaygısı, kaçırma korkusu…geçmişe, geleceğe, hatta gözümüzün önünden geçip gidenlere bile. İçim biliyor fırını erken açıp kekin kabarmasına engel olduğumu, içim biliyor mayalanmamış ekmeğin, demlenmemiş çayın mide bulandırıcı tadını. Biliyor da öbürü sıkıştırıyor, hayallere, gündüz düşlerine dalsın istiyor beriki, dalsın da, Kibritçi Kız gibi kalsın ortada, donsun, kanı vücudundan çekilsin, mora çalsın kılcal damarları. Clarissa Pinkola Estes, masamın üstünde, gözümün önündeyken bile özlüyorum…Büyüyünce ben de kurtlarla Koşan bir kadın olabilecek miyim senin gibi?
Öyle büyük yeminler etmeye, gidilebilecek en uçlara gitmeye gerek yok. Usul usul, yavaş yavaş, senin kendi hızında, belki belli sürelerde bir tık arttırarak. Hani geçen sene yapmıştın. Yapmıştın da ne iyi gelmişti. Elena Ferrante’nin son kitabı Yetişkinlerin Yalan Hayatı (Halam hakkında her şey yazacaktım neredeyse) Yayınlarız demişlerdi de yayınlamamışlardı kitap incelemeni. Yani öyle, bazen bir tık arttırarak, koş da demiyorum, korkma diyorum, yürü! Bak yumurta kafalı sığırcıklar geldi, sesleri nasıl da yumuşamış, sanki bütün yağmuru onlar toplamış, yorgun düşmüşler de neşeyle ocak üstündeki bir çaydanlık misali mırıldanıyorlar.
Kahvem buz gibi olmuş.
Güneyde, koyun açıklarında sağanaklar çıktı, rüzgar kuzeyden esiyor, bulutlar inceldi, aralarında masmavi derin bir delik açıldı, güneş sızar birazdan oradan, dağların çıplak tepelerini görüyorum penceremden. Hava soğuk ama yürürsem ısınırım. Astarsız paltomu giydim, koca cepli olanı. Metafor toplamaya gidiyorum, yağmurdan sonra kıyıya vuran “sanki” leri “gibi” leri, teşbihleri toplamaya.
Mor çiçekli biberiyeler mis gibi kokuyor, “bir tutam at!” dedi komşum, “mantarlı tavuk yahnisine çok yakışır.” Tel örgülere kadar yürüdüm, umudum dönüşteydi ama yüzleri koya dönük bankların ikisi de hala dolu. Kos adasına bakıyorlar. Memleketten daha yakın başka bir ülkeye. Birinde çocuk kitap okuyor, yaşlı kadın çantasına davranınca diğerinden kalkacak sandım. Kalkmadı, yüzünü güneşe döndü, bir sigara yaktı. Nasıl güzel, nasıl zerafetle kırışmış, buğday rengi teni yazdan kalmış da doymamış. Kim doyar ki kış güneşine, insanın ruhunu ısıtan parlak sarı ışığına? Kah binlerce ağzıyla denizi öpüyor, gümüşi menevişler saçıyor yanaklarına. Kah bulutlara vermiş bir tutam ışıltı, pembeye çalmış onları. Siz hiç pembe bulut gördünüz mü ya da fosforlu beyaz? Çıplak ayaklarımın altına kadifeden yosunlar topladım. Sabaha kadar sanki milyon tane örümcek dokumuş gibi hafif, yine uyku kadar ince.
“Hiç Kimsenin Yağmurun bile böyle küçük elleri yoktur..” ikimizin de el yazısının birbirine karıştığı Cummings’den yürüttüğümüz dizeleri cüzdanıma tekrar yerleştirirken birbirimizi ne kadar sevdiğimizi itiraf edecek, ağlayacağımızı sanan burunlarımızı çekerken uzun uzun gülecektik. Biz bunu hep yapardık ve ben emindim ki yine böyle olacaktı. Olmadı.”
Döner kapı dört kişilik bir aileyi kolaylıkla içeri alırken kadın arkasına yaslandı. Diğerinin üstüne gevşekçe bıraktığı bacağını, sanki dünya umurunda değilmiş gibi sallasa da bir türlü ritim tutturamıyor, dilsiz bir uşak gibi yanı başında duran bavuluna küçük tekmeler atıyordu. Kök boyalı kilimlerin aynalı suretleri, kapıda karşıladıklarını, resepsiyona kadar geçirirken, elindeki kitabı bir kalkan gibi yüzüne tuttu kadın. Ne de olsa o tarafa baktığı her gün onları görmüyordu. Kalbi deli gibi çarpıyor, yüzü ateş gibi yanarken elleri titriyordu. Her işe koşturan şu üniversiteli çocuk kahvaltıda yanına gelmiş, günün her saati ışıldayan o güzel suratıyla “günaydın” demiş ve arabanın yarım saat içinde hazır olacağını söylemişti. Lobidede buluşacaklardı. Keşke göle inseydi ya da köye, her gün rastladığı çocuklar için hazırladığı paketi kendi elleriyle verir vedalaşırdı onlarla.
Geldikleri yer, Latmos dağlarının eteklerinde küçük bir oteldi. Adam ısrar etmişti burası olsun diye. Böylece çocuklar kırlarda oynayabilecek, çiçek toplayıp, sazlıklardan havalanan sahici karabatakları yakından görebileceklerdi. Hem, açık bir müze gibiydi oralar, tarihi kalıntılar filan. Karısı itiraz edecek olduysa da adam ona güvenmesini istedi. Çocuklarla ilgileneceğine söz verdi, “bak göreceksin,” dedi. Bir kere bile “anne” demeyeceklerdi. Karısı inanmaz bir tavırla dudak büküp istemsizce gülümseyince adam cesaretlendi ve ona başka sözler de verdi. Köye girdiklerinde kavak ağaçlarının gölgesi henüz önlerinde ve boylarının iki katıydı. Çocuklar ne yol kenarlarında yürüyen aheste ineklere ne de arka bacakları arasında süt torbalarını zar zor taşıyan beyaz keçilere yüz vermediler. O “tezek” denilen şey de çok kötü kokuyordu. Yol kenarlarında toprağı eşeleyen tavuklar ve onu izleyen civcivler de arka koltukta oturan iki küçük yolcudan beklenen ilgiyi görmedi. Adam arabanın camını hafifçe araladı, kırağı çalmış ot kokusunu ciğerlerine çekti ve kokuya methiyeler düzerken herkesten aynını yapmasını istedi. Birazdan yapacakları kahvaltıda kestane balı, keçi peyniri ve gözleme olacaktı. O patatesli kıymalı yiyecekti, ya diğerleri? Kimse cevap vermedi. Gölün etrafını dolanacak, sonra da karşıdaki dağlara çıkacaklardı. Arabayı daha yavaş sürüyordu artık, nerdeyse gelmişlerdi. “Mavi,” dağlara dedi babaları, “hayır!” dedi kız “mor,” anneleri “gri.” Dikiz aynasından oğlana baktı adam. Uyku mahmuru çocuk, okuldaki gibi renklerle ilgili bir oyun oynadıklarını sandı, ince sesiyle “turuncu” dedi burnunu çekerek. Dördünün de aynı anda aynı şeye güldükleri o kısacık an! O anı, bir kelebek misali uçup gitmesinden korkar gibi içerde tutmak istedi adam, camı kapattı. Dudaklarının kenarına minik bir zafer coşkusu yuvalandı. Ne de olsa geçici savaşları daima kazanmıştı ve bu sefer de kazanacaktı. Boştaki eliyle karısının elini arandı.
Lobide yol sersemi aile öyle ağır aksak ilerlediler ki kadın emin oldu gördüklerine, benzetmemişti, oydu, onlardı. Kız annesine içi yosun tutmuş akvaryumu gösterdi, kadın bulanık sularda debelenen balıklara acıyarak baktı. “Günaydın,” dedi adam dirseğini bankoya yaslarken. Havadaki eliyle buruşturduğu yüzünü sıvazladı, tek ayağına verdiği ağırlığıyla kahverengi suntaya iyice abandı. Diğer eli yağ yeşili, iri fitilli kadife pantolonun cebindeyken oğlan babasının bacaklarına sarıldı. Hafif göbek mi yapmıştı ne, yoksa hırkası mı toplanmıştı önünde?
“Haroşa örgü bir yelek giyerdi, çizgili. Beş parmak arayla değişen kalın çizgiler sırayı uyumlandığı bir diğerine bırakır, tütün rengi koyu kahveye, kök yeşili kaya kızılına atlardı. Kantinde, yemekhanede, meydandaki çimenlerin üzerine yayılmış beklerken kalabalıkta, otobüs durağında, sinemalar sokağında bu rengarenk yelekten hemen tanırdım onu. Annesi örmüştü, bir ters bir düz. Ben renkli giymeyi sevmezdim, severdim de kendimde sevmezdim, kazak giyerdim ekseriyetle, çeneme kadar uzanan ama illa ki siyah kazaklar. Şimdi sıcak basıyor, artık boğazlı bir şey giyemiyorum.”
Aralarında paylaşamadıkları şey kızın elinde kaldı. Son dinlenme tesislerinde nöbetçi kuaföre uğramış kadar formda olan, zamanı uzun kumral saçlarından yakalamış ve bırakmaya da hiç niyeti olmayan anne, mızmızlanan oğlundan susmasını istedi. Hafta sonu sözüm ona çocuklarla kocası ilgilenecek, ne istiyorlarsa o yapacaktı. Çantasına davranırken kocasından tarafa baktı, burnundan soluyordu. Oğlan büyük bir iştahla nihayet ona uzatılan şeyi kapıp, elindeki aletin büyülü dünyasına kaçmış olan ablasına koştu.
Çoluk çocuk ta nerelerden gelmişlerdi, saatlerdir arabada, koltuk tepesinde. Bu da ne demek oluyordu şimdi, müdürle görüşmek istiyordu. Resepsiyondaki kız, beyaz yakasından sarkan laci boyun bağı kadar mahcup, ter içinde kaldı. Bankoya gömülü bilgisayara bakıyor, sanki aradığı şey ordaymış, biraz daha kurcalarsa bulacakmış gibi başı önde mütemadiyen tuşlara basıyordu. “Sen de bir şeyler söyle!” der gibi hiddetle kocasına döndü. Adam sus pus. Gözlüklerinin altından yüzünü sıvazladı yine.
“Aniden kalkınca telaşlandım, “bir durak daha var,” dedim, sorar gibi. Otogara kadar yürümek istiyormuş. Büyük parkın içinden geçecek, çifte güllerin arasından E-5 e çıkacakmış, ya da öyle bir şey. Sınava çeyrek kala ezberini tekrar eden bir öğrenci gibi veda konuşmamı hazırlıyor, biraz daha kalsın istiyordum. Hedefi on ikiden vurmayı planladığım son sözler. Tek umudum onlar kalmıştı. Birbirimize yazmayı severdik, bu konuyu sona bırakacaktım, hatta şöyle olacaktı, otobüsün merdivenlerinden inerken, son bir basamak kala arkamı dönecek “lütfen yaz! Olur mu?” diyecektim. Tek bir damla göz yaşı dökmeyecek ona iyi şanslar dileyecektim. Otobüsten önce ben inseydim ki kurgu böyleydi, rüyamdaki gibi o değil ben. Ama ne yaparsam yapayım içeri alınmayı bekleyen bir köpek yavrusu kadar metanetli olabilirdim. İçimde zerre kadar umut kalmadığı halde çırpınıyor, rüyama direniyordum.”
Telaşla kafasında unuttuğu yakın gözlüklerini çantasına tıkıştırdı kadın, heyecandan eli ayağına dolandı. Ani bir kararla, tek hamlede koltuğun diğer ucuna sıçradı. Kireç boyalı duvarda, daha önce fark etmediği bir resim ilişti gözüne. Gustav Klimt’in “Öpücük” adlı eserinin kötü bir kopyasıydı. Çıplak ayaklarına yürek yaprakları dolanmış, çenesini kavrayan elden kurtulmak isteyen resimdeki kadından dikkatini otel müdürüne verdi. Gelen o olmalıydı. “Ayakta kaldınız, lütfen oturun” dedi müdür, “ta nerelerden…Hemen kahve söyle kızım.” İsmiyle hitap ettiği beyefendi sade içerdi, “yenge hanım siz?” Ardında pahalı parfüm kokuları bırakarak uzaklaşan yenge hanım da sade içiyordu.
“O gün tam da orada, parkın bittiği köşede, ortasında süs havuzu olan çiçekli göbeğe varmadan, her zamanki gibi kırmızı ışıkta duracaktık. Son bir şans gibi. Otobüs yeşil ışığı beklerken, başımla parkı işaret edecek, kaçırdığı gözlerini aranacaktım. Belki elimi tutacak, belli belirsiz bir şeyler mırıldanacaktı. Geçen yaz parktaki festivalde, çimlerin üzerine oturmuş sevdiğimiz grubu beklerken birbirimize yazdığımız, defterimin ucundan kopardığım kağıt parçasıyla onu şaşırtacaktım. “Saklamışsın,” diyecekti. Birbirimize yazdığımız notlar arasından bunu seçmiştim. “Hiç Kimsenin Yağmurun bile böyle küçük elleri yoktur..” ikimizin de el yazısının birbirine karıştığı Cummings’den yürüttüğümüz dizeleri cüzdanıma tekrar yerleştirirken birbirimizi ne kadar sevdiğimizi itiraf edecek, ağlayacağımızı sanan burunlarımızı çekerek uzun uzun gülecektik. Biz bunu hep yapardık ve ben emindim ki yine böyle olacaktı. Olmadı.”
Çocuklar, kadının ucuna iliştiği üçlü koltuktan kalan boşluğu sırayla doldurdular. “Sanki başka yer kalmamış gibi…” Ellerindeki aletlerden çıkan metalik ses dayanılır gibi değildi. Müdürün internette gördükleri odayla ilgili söylediklerini duyamıyordu artık. Dik dik baktı çocuklara, kaşlarını çattı, işaret parmağını dudaklarına götürürken dakikalardır aynı sayfasına baktığı kitabı gösterdi. Ne yaptıysa kar etmedi, biri diğerinin aynısı, biri pembesi, öbürü mavisi iki velet, iplemediler kadını.
Kız sayı yaptıkça sırtına kadar uzanan sarı saçları da onunla beraber zıplıyor ya da kaçan sayıyı ayaklarıyla tutacakmış gibi kilimin saçaklarını eziyordu. Oğlan baş parmaklarıyla ekranda patlayan, kaçışan renkleri hırsla kovalarken kız onu durmadan azarlayıp, kafasını karıştırıyor. “Sen,” diyor “daha iki level bile geçemedin.” Hızını alamıyor, yaydığı minik ağzıyla sekizinci levelda olduğunu ekliyor böbürlenerek. İkisinin de çenelerinin ucuna konmuş, küçük bir gül goncası misali gamzeleri var, tıpkı babaları gibi.
“İşaret parmağını çenesine, gamzesinin tam ortasına koyduğunda gönlümü almaya çalıştığını bilirdim, “çok pis düşünüyorum,” derdi gözlüğünün üstünden bakarak. Uzun etmez, hemen barışırdık.”
Oğlan orta parmağıyla gözlüğünü düzeltirken neredeyse topu kaçırıyordu ama yakalamıştı işte, son iki balon kalmıştı, onlar da patlarsa tamamdı. Aksi gibi tam o sırada burnu aktı, kimse yokken yaptığı gibi burnunu yanlışlıkla kolunun yenine sildi. Sümük direndi, bir ucu geldiği yere tutundu, diğeri kazağın koluna. Bir an oğlanın minik, soluk beyaz burnuyla kolu arasından sızan gümüşi bir ışık parladı.
Tünelin ucunda mesnetsiz bir müjde gibi bekleyen, varlığı dahi şaibeli bu ışık, yuvarlanarak kadının ayakları ucuna kıvrıldı.
Kuşkusuz en iyi versiyonu olmasa da kadın, bu karşılaşmanın defalarca kurduğu hayali provalarından biliyordu. Gittikçe kuvvetlenen bu gümüş rengi ışık onun istediği her şekle girebilirdi. İçerden katlanarak büyüyen, dört ayağı üstünde durmaya çalışırken bacakları titreyen bu tuhaf pırıltı, teslim aldığı görevin idrakine henüz varmış gibi kavisli sırtını bir yay gibi gerdi ve ince belinin üzerine doğruldu. İri kara gözleri ondan beklenmedik, muzip bir iç ses gibi parladı ve kadın kaldığı sayfaya aldırmadan elindeki kitabı koltuğa bıraktı. Dizlerine kadar uzanan çizmelerinin üzerinde doğruldu. Şimdi boyu nerdeyse iki kat daha uzamıştı. Ardında bıraktığı çocuklar birbirlerine sokulmuş, gözlerini bu tüy yumağından alamıyorlardı. Kadın ona uzatılan yuvarlak ve ışıltılı eli tutarken ayağa kalktı ve uzun kuyruğunu havada bir soru işareti gibi tutarak kapıya doğru sanki bir sahnedeymiş gibi yürüdü. Öne attığı adımları sakin ve kararlıydı. Lobide çıt çıkmıyor, herkes pür dikkat onlara bakıyordu. Düzenli bir kalp atışı gibi tıkırdayan siyah rugan çizmelerin topuk sesleri dinleyenleri hipnotize etmişçesine kimseden çıt çıkmadı.
Arabanın bagaj kapısı gürültüyle kapandığı sırada çocuklar hala korkudan ve şaşkınlıktan kaçacak delik arayan, adını oracıkta duman koydukları kedi yavrusuyla oynuyor, onu eve götürebilmek için annelerine yalvarıyorlardı. “İyi iş çıkardın,” dedi kadın, delikanlının uzattığı anahtarı alırken, “çocuklar kediye bayıldı.” Üniversiteli çocuk kadının bıraktığı ağzına kadar kitapla dolu mağaza poşetiyle araba gözden kayboluncaya kadar arkasından el salladı.
Araba yuvarlak kayaları arkasında bırakmış, engebeli yolda sarsılarak ilerlerken kadın çevredeki manzaranın ne kadar güzel olduğunu görerek şaşırdı. Uzaktan köy evlerinin kırmızı çatıları göründü. Gelirken de aynı yolu kullanmış, kestane ağaçlarını, bir istiridye gibi açılmış dikenli kesenin içinde parlayan meyvelerini fark etmemişti. Yolun iki yanında beyaza boyanmış çitler, arkasında da sebzelerle dolup taşan tarlalar vardı. Dalları toprak yolun üstünde birleşen yüksek ağaçların altından geçerken yavaşladı kadın, önünde saman balyalarıyla yüklü bir römork sallanarak ilerliyor, her kasiste ince sarı çöpleri tüy gibi uçuşuyordu. Dallar güneş ışığını tamamen kestiğinde arka koltuktan patlayarak yanan, sonra bir yıldız gibi kayan ışıltılar yükselmeye başladı. “Game Over” yazılı şeylerin biri mavi, diğeri pembe kılıflıydı. Camı açtı ve ciğerlerini ilk defa temiz havayla doldurur gibi derin bir nefes aldı kadın, dudaklarının kenarına ince, beyaz bir papatya yerleşti.
Merdivenleri hışımla çıktı kadın, ona neyin iyi geleceğini gayet iyi biliyordu.
O bir bıcır
O gece ikisi de erken yattılar, saat on bile olmamıştı daha. Alışık olmadıklarından olacak, uyuyamadılar hemen, bir o yana bir bu yana dönüp durdular. “Çernobil gibi mi?” diye sordu kadın, “alevler santralin etrafını sarmış,” diyen kocasına. Sorar sormaz da pişman oldu, konuyu değiştirmek için “masken,” dedi “her seferinde at, yenisini tak.” Bu saatte kötü şeylerden konuşulmaz. Hayra alamet değil gece gece yangın filan. Hakkında konuşursa eğer, sesi rüzgara karışacaktı kadının, bir ağaç, sonra bir ağaç daha, dağlara taşlara. En iyisi beklemek. Sessizlik tefekkürün ilk şartıdır. Uçağa binerken, taksi beklerken, takside, yemek yerken yani o zaman çenenin altını değil de burnunu kapat” dedi maskenle, itiraz etmesine ramak kala adamın, “yemek yerken de mi” diyecek, adı gibi biliyor kadın. Oracıkta uyduruverdi “burnuna,” diye. “Odaya girer girmez pencereleri aç, resepsiyonda dahi çıkarma, en iyisiymiş bunlar.” Hatta eczacı hanım yangın yerine mi göndereceksiniz diye sorunca yanmaz kumaştan yapıldığını sanmış ama öyle bir özelliği yokmuş, oksijeni süzerek alıyorlarmış da o da ondan öyle söylemiş.
Yüzünü kapıya döndü adam, “hayır o öyle değil” dedi homurdanarak, en rahat pozisyonu alıncaya kadar yastığını çekiştirdi, bacaklarını karnına çekti, bir türlü vücudunun şeklini almayan yatakla kavga etti durdu. Yok o öyle değil(miş) dedi kadın içinden. O da ona arkasını döndü. Omuzlarına kadar çektiği çarşaftan ayaklarını dışarı çıkardı. “İyi geceler” demekle yetindi. “Çernobil nükleer santraldi” derken adam karısından tarafa döndü, sağ eli şimdi çarşafın üzerinden kadının sırtında geziniyor. “Bu termik,” dedi sevecen bir sesle. Kadın ona, kocasından tarafa dönmek istediyse de kolunun altında kalan, sıkışıp ona engel olan çarşaftan kurtulamadı, bir hışım beline kadar sıyırdı oflayarak. Kocası kadının kendisine poyrazlandığını sandı da yüzünü kapıya döndü tekrar. Döner dönmez de havayı kesik kesik dışarı, sonra kısa nefeslerle içeri almaya başladı. Uykunun ona sunduğu cömertliğe imrenerek “sana da iyi geceler,” dedi kadın. Ne de olsa insan söylemedikleri kadardı.
Bu sefer çarşafla didişmemek için daha sakin bir dönüş yaptı. Bir türlü gelmek bilmeyen uyku kapısına dayanmadan evvel zihnine üşüşenlere kulak asmadı, ta ki tepesinde dönen tavan pervanesi koparsa muhtemel yatakla balkona açılan cam kapının önüne düşer diye kendini ikna edinceye kadar sağa sola ve sırt üstü olmak üzere sayısız kereler pozisyon değiştirdi.
Rüyasında (rüyaydı rüya olmasına ama ona kalırsa hiç uyumamıştı) gökten kozalak yağdığını gördü. Yanık kül rengi, mangalda yanan kömürler gibi kora çalan ve kat yerleri henüz açılmamış yeşil, reçine kokulu, çam sakızlı kozalaklar. Sitenin boş havuzuna gök taşı gibi tek tek düştüler. İçlerinden bazıları havuzu tutturamadı, sekerek limon servilerin arasında kayboldu. Belli belirsiz, sanki radyodan geliyormuş gibi cızırtılı bir sesin peşinden gitti kadın, odaları dolaştı, ortasından kirli, paslı bir bacanın geçtiği banyo çok sıcaktı, çıplak ayakları yanıyor, onları soğutacak beton zeminde bir boşluk arıyordu ki karanlıkta bahçeye bakan pencerede gördüğü karaltı “kimyasal değil,” bunlar dedi fısıltıyla. Korkuyla bağırmak istedi ama sesi çıkmadı kadının. Kedinin sinekliği tırmalayan sesine uyandılar. İkisi de hayvanın mama kabını akşamdan doldurmayı unutmuşlardı, beş dakika sonra alarm çaldı.
Adeti olmadığı üzere rüyalarını anlatmaktan pek haz etmese de sabah “kabus mu gördün yine?” diye soran kocasına hevesle anlatmaya başladı. Bölük pörçük kelimeler, gerçeklik algısını zorlayan benzetmeler, zaman ve mekan arasına kurulan tüm bu komik hatta absürd saydığı şeyler kendine kahve hazırlayan adamın ilgisini dağıttı. Kocası, “kimmiş peki penceredeki, görebildin mi diye sormasa da kadın dolaptan yumurtaları çıkarırken “Hasan beymiş” meğer dedi gülerek, “Hasan bey dedim ya canım işte, site görevlisi.”
Kadının kocası o sabah ilk uçakla başkente gidecek. Neredeyse altı aydır bu seyahat için hazırlanıyor. O ve arkadaşları sunacakları yeni şeyi yetkililere elden bizzat kendileri verecekler. Büyük kırmızı kapıya vardıklarında, içinde hazırladıkları modelin bulunduğu A4 büyüklüğündeki sarı zarfı, üzerinde kalın siyah puntolarla gözbağı yazan kutuya bırakacaklar. Model’i kadın uydurdu, “şey” demekten daha iyidir diye. Onlar öyle demiyorlar “önerge veyahut yönerge” gibi bir şey diyorlar. Arkadaşlarıyla konuşurken kocasını can kulağıyla dinliyor kadın, ama yine de tutamıyor onları, en küçük bir esintide karahindiba tüyleri gibi dört bir yana savruluyorlar. “Baskı,” diyorlar, ayrımcılık, tüzük, kurul, metalaştırma, iltica. Ve yetmezmiş gibi durmadan, sabah akşam tespih çeker gibi bıkmadan usanmadan tekrar ediyorlar aynı şeyleri. Söyledikçe dillerinden kalplerine giden yollar daralıyor, gönül gözleri kapanıyor yavaş yavaş. Onlar kızgın, onlar öfkeli, birbirlerine bile tahammülleri yok. Yaşam alanı tahrip edilenler, siyasetler üstü, sosyal güvenlik, kolektif haklar, toplumsal cinsiyet, iklim sorunu.
Belki de bu yüzden, kırmızı kapının arkasındakiler, yanmaz-beyaz eldivenli, siyah fraklı uşaklarının getirdiği tanıdık şeyi aldıkları her seferinde olduğu gibi bu sefer de “kusura bakmayın ama şimdi olmaz!” diyecekler, ya da “durumunuzu dikkatle inceliyoruz, en iyisi siz bugün gidin, yarın gelin!” Kadın onların kapı deliğinden bakıp yine yüzlerini buruşturduklarını görür gibi, zihninde canlandırdığı sahnede o da onlarla beraber yüzünü buruşturuyor. Adam “bu sefer olacak,” diyor, kadının aklına eski bir şarkının sözleri takılıyor. “Oldu olacak söyle, aklım fikrim yalnız, yalnız sende…” Üstünde sarı zarfın durduğu masanın etrafında toplanacak, biyoloji ödevi için iki hafta boyunca küçük ellerin her sabah suladığı pamuklara sarılı, baş vermiş fasulye filizlerine bakar gibi bakacak, onların neşesine dudak bükecekler, o büyük adamlar. Pantolonları diz verdiği için canları sıkılacak, otur kalk. Kravatları sabit eksenlerinde sarkaç gibi bir o yana bir bu yana sallandıkça yarattıkları sahipsiz hava akımı, her açılıp kapandığında çekmecelere girip çıkacak. Gürültüyle boğazlarını temizleyecekler. “Hayır!” diyecek en uzunları, diğerleri de yüksek sesle onu taklit edecek, “hayır!” “Kesinlikle olmaz!” diyecek “kesinlikle olmaz” diyecekler. “Asla, katiyen…ispat etsinler o zaman!” “Asla, katiyen…ispat etsinler o zaman.” “Mümkün değil.”
“Onların işi bu,” diyor adam “yapmaları gerekiyor, o yüzden orda oturuyorlar” ve yine başlıyor, kaynaklar, adalet, vergi, eğitim, sağlık, kültürel değerler, dünya mirası filan. Bir sürü yorgun kelime yine yan yana. Belli belirsiz bir şey ifade ediyormuş gibi. Konuşamasa da anlıyor kadın ama böyle arka arkaya olunca ipin ucu kaçıveriyor. O da, hayali bir ipe “yok artık, daha neler, koskoca şey,” leri asıyor. Hiçbir yere varmayan kürek boşa mı dese, yoksa akıntıya mı dese bilemiyor.
Sımsıkı sarıldılar birbirlerine, İyi yolculuklar diledi kadın kocasına, gidince aramasını filan söyledi, ilaçlarını hatırlattı, silindir metal kutudan sabah akşam günde iki kere, vitamin kahvaltıdan sonra. Her sabah okula gönderdiği bir okul yolcusu gibi kapıya kadar geçirdi adamı, yaşlı bir öğrenci gibiydi kocası. Ağır sırt çantası alaca karanlıkta gözden kayboluncaya kadar arkasından baktı. Beyaz spor ayakkabıları daha şimdiden, birkaç adım atar atmaz griye çaldı, havalanan küller ayaklarının altında iz bıraktı. Dışarısı is kokuyordu, dışarısı duman altı. Göğe kadar uzanan koca fırın, sabahın bu saatinde bile fön makinası gibi çalışıp sıcak üflese de canı eve girmek istemedi kadının. Bahçede gezindi biraz, ağaçlar süzülmüş, onca kaybın yasını tutuyorlar, solgun, başları önde, endişeyle ayak uçlarına bakıyorlar. “Hadi ama” dedi onlara, olur böyle şeyler, doğa bu, ne sandınız ki yeniler o kendini. Gözlerine milyon tane toplu iğne battı kadının, boğazı düğümlendi, “hadi ama” dedi bu sefer kendi kendine, “ne oluyor şimdi sana durup dururken.”
Merdivenleri hışımla çıktı kadın, ona neyin iyi geleceğini gayet iyi biliyordu. Elinin tersiyle kirpiklerini kurularken yarısına kadar doldurduğu kovaya bir ölçü çamaşır suyu bir ölçü yer temizleyici ile karıştırdı, üzerinde bitkisel yazan plastik şişeleri az önce koyduğu yerden geri aldı, birer ölçü daha koydu köpürmeyen suya. Bu alengirli, organik şeylere heves etti edeli tadı tuzu kalmamıştı temizlik yapmanın. Bir de “bu ev hiç temizlik kokmuyor” demiyor mu kocası, iyice asabı bozuluyordu. Eskiden olsa, “ekolojik ürünler kullanıyorum da ondan,” derdi gururla. “Gücün yetiyorsa plastik üretimini durdur o zaman” diyen kocasına laf yetiştirmek istemiyordu artık.
Evi dip köşe (az) köpüklü sularla sildi, yeşil fiber optik nemli bezi sehpaların, kapıların, mutfak tezgahının, cam kenarlarının, kolçakların üzerinde gezdirdi. Yıkıcı arzulardan başladı, ne kadar manasız dilek, güzel olmayan istek varsa, bugün git yarın gel’ler, oldu olacaklar, eli kulağındalar, durumunuzu dikkatle inceliyoruz’larla beraber, bu sonu gelmez ertelemeleri, burun kıvırmaları, kibirli göz süzmeleri, çürümüş anılarla dolu evin ağır havasını da battal boy çöp poşetine, etrafa saçılmış ne kadar “olmayacak” “yok artık” “daha neler” “koskoca şey” varsa toplayıp ağzını sıkıca kapattı. Hala “oldu olacak…” diyen şarkıcı kadının sesini kıstı. Neşeli bir şeyler mırıldanmak istedi ama dilinin ucuna gelenler hep hüzünlü aşk şarkılarıydı, kavuşamayanların, karşılıksız sevenlerin, severken ayrılanların filan. Sıra kocasınınkilere geldiğinde ıslak bezi kovaya bıraktı. Yere çömelip teker teker topladı onları, atmaya kıyamadı. Her birinin tozunu alıp, emanetleri sehpanın üzerine yan yana dizdi.
Televizyonun önünden, divanın altından, buzdolabının arkasından çıkardıklarını topladı. Ertesi gün atölyesine kapanıp rüyasını gördüğü kıvrımların heykelini yapan adamın, şampanya koyunu unutan, bir zeytin tanesini üç yudum rakıya meze yapan kadının hikayesini defterin arasına koydu. Gökyüzünden süzülen bulutlar gibi zaman akıp gitti, kapı çaldığında gün öğlen olmuştu.
O gece ikisi de erken yattılar, saat on bile olmamıştı daha. Alışık olmadıklarından olacak, uyuyamadılar hemen, bir o yana bir bu yana dönüp durdular. “Çernobil gibi mi?” diye sordu kadın, “alevler santralin etrafını sarmış,” diyen kocasına. Sorar sormaz da pişman oldu, konuyu değiştirmek için “masken,” dedi “her seferinde at, yenisini tak.” Bu saatte kötü şeylerden konuşulmaz. Hayra alamet değil gece gece yangın filan. Hakkında konuşulursa eğer, sesi rüzgara karışacaktı kadının, bir ağaç, sonra bir ağaç daha, dağlara taşlara. En iyisi beklemek. Sessizlik tefekkürün ilk şartıdır. Uçağa binerken, taksi beklerken, takside, yemek yerken yani o zaman çenenin altını değil de burnunu kapat” dedi maskenle, itiraz etmesine ramak kala adamın, “yemek yerken de mi” diyecek, adı gibi biliyor kadın. Oracıkta uyduruverdi “burnuna,” diye. “Odaya girer girmez pencereleri aç, resepsiyonda dahi çıkarma, en iyisiymiş bunlar.” Hatta eczacı hanım yangın yerine mi göndereceksiniz diye sorunca yanmaz kumaştan yapıldığını sanmış ama öyle bir özelliği yokmuş, oksijeni süzerek alıyorlarmış da o da ondan öyle söylemiş.
Yüzünü kapıya döndü adam, “hayır o öyle değil” dedi homurdanarak, en rahat pozisyonu alıncaya kadar yastığını çekiştirdi, bacaklarını karnına çekti, bir türlü vücudunun şeklini almayan yatakla kavga etti durdu. Yok o öyle değil(miş) dedi kadın içinden. O da ona arkasını döndü. Omuzlarına kadar çektiği çarşaftan ayaklarını dışarı çıkardı. “İyi geceler” demekle yetindi. “Çernobil nükleer santraldi” derken adam karısından tarafa döndü, sağ eli şimdi çarşafın üzerinden kadının sırtında geziniyor. “Bu termik,” dedi sevecen bir sesle. Kadın ona, kocasından tarafa dönmek istediyse de kolunun altında kalan, sıkışıp ona engel olan çarşaftan kurtulamadı, bir hışım beline kadar sıyırdı oflayarak. Kocası kadının kendisine poyrazlandığını sandı da yüzünü kapıya döndü tekrar. Döner dönmez de havayı kesik kesik dışarı, sonra kısa nefeslerle içeri almaya başladı. Uykunun ona sunduğu cömertliğe imrenerek “sana da iyi geceler,” dedi kadın. Ne de olsa insan söylemedikleri kadardı.
Bu sefer çarşafla didişmemek için daha sakin bir dönüş yaptı. Bir türlü gelmek bilmeyen uyku kapısına dayanmadan evvel zihnine üşüşenlere kulak asmadı, ta ki tepesinde dönen tavan pervanesi koparsa muhtemel yatakla balkona açılan cam kapının önüne düşer diye kendini ikna edinceye kadar sağa sola ve sırt üstü olmak üzere sayısız kereler pozisyon değiştirdi.
Rüyasında (rüyaydı rüya olmasına ama ona kalırsa hiç uyumamıştı) gökten kozalak yağdığını gördü. Yanık kül rengi, mangalda yanan kömürler gibi kora çalan ve kat yerleri henüz açılmamış yeşil, reçine kokulu, çam sakızlı kozalaklar. Sitenin boş havuzuna gök taşı gibi tek tek düştüler. İçlerinden bazıları havuzu tutturamadı, sekerek limon servilerin arasında kayboldu. Belli belirsiz, sanki radyodan geliyormuş gibi cızırtılı bir sesin peşinden gitti kadın, odaları dolaştı, ortasından kirli, paslı bir bacanın geçtiği banyo çok sıcaktı, çıplak ayakları yanıyor, onları soğutacak beton zeminde bir boşluk arıyordu ki karanlıkta bahçeye bakan pencerede gördüğü karaltı “kimyasal değil,” bunlar dedi fısıltıyla. Korkuyla bağırmak istedi ama sesi çıkmadı kadının. Kedinin sinekliği tırmalayan sesine uyandılar. İkisi de hayvanın mama kabını akşamdan doldurmayı unutmuşlardı, beş dakika sonra alarm çaldı.
Adeti olmadığı üzere rüyalarını anlatmaktan pek haz etmese de sabah “kabus mu gördün yine?” diye soran kocasına hevesle anlatmaya başladı. Bölük pörçük kelimeler, gerçeklik algısını zorlayan benzetmeler, zaman ve mekan arasına kurulan tüm bu komik hatta absürd saydığı şeyler kendine kahve hazırlayan adamın ilgisini dağıttı. Kocası, “kimmiş peki penceredeki, görebildin mi diye sormasa da kadın dolaptan yumurtaları çıkarırken “Hasan beymiş” meğer dedi gülerek, “Hasan bey dedim ya canım işte, site görevlisi.”
Kadının kocası o sabah ilk uçakla başkente gidecek. Neredeyse altı aydır bu seyahat için hazırlanıyor. O ve arkadaşları sunacakları yeni şeyi yetkililere elden bizzat kendileri verecekler. Büyük kırmızı kapıya vardıklarında, içinde hazırladıkları modelin bulunduğu A4 büyüklüğündeki sarı zarfı, üzerinde kalın siyah puntolarla gözbağı yazan kutuya bırakacaklar. Model’i kadın uydurdu, “şey” demekten daha iyidir diye. Onlar öyle demiyorlar “önerge veyahut yönerge” gibi bir şey diyorlar. Arkadaşlarıyla konuşurken kocasını can kulağıyla dinliyor kadın, ama yine de tutamıyor onları, en küçük bir esintide karahindiba tüyleri gibi dört bir yana savruluyorlar. “Baskı,” diyorlar, ayrımcılık, tüzük, kurul, metalaştırma, iltica. Ve yetmezmiş gibi durmadan, sabah akşam tespih çeker gibi bıkmadan usanmadan tekrar ediyorlar aynı şeyleri. Söyledikçe dillerinden kalplerine giden yollar daralıyor, gönül gözleri kapanıyor yavaş yavaş. Onlar kızgın, onlar öfkeli, birbirlerine bile tahammülleri yok. Yaşam alanı tahrip edilenler, siyasetler üstü, sosyal güvenlik, kolektif haklar, toplumsal cinsiyet, iklim sorunu.
Belki de bu yüzden, kırmızı kapının arkasındakiler, yanmaz-beyaz eldivenli, siyah fraklı uşaklarının getirdiği tanıdık şeyi aldıkları her seferinde olduğu gibi bu sefer de “kusura bakmayın ama şimdi olmaz!” diyecekler, ya da “durumunuzu dikkatle inceliyoruz, en iyisi siz bugün gidin, yarın gelin!” Kadın onların kapı deliğinden bakıp yine yüzlerini buruşturduklarını görür gibi, zihninde canlandırdığı sahnede o da onlarla beraber yüzünü buruşturuyor. Adam “bu sefer olacak,” diyor, kadının aklına eski bir şarkının sözleri takılıyor. “Oldu olacak söyle, aklım fikrim yalnız, yalnız sende…” Üstünde sarı zarfın durduğu masanın etrafında toplanacak, biyoloji ödevi için iki hafta boyunca küçük ellerin her sabah suladığı pamuklara sarılı, baş vermiş fasulye filizlerine bakar gibi bakacak, onların neşesine dudak bükecekler, o büyük adamlar. Pantolonları diz verdiği için canları sıkılacak, otur kalk. Kravatları sabit eksenlerinde sarkaç gibi bir o yana bir bu yana sallandıkça yarattıkları sahipsiz hava akımı, her açılıp kapandığında çekmecelere girip çıkacak. Gürültüyle boğazlarını temizleyecekler. “Hayır!” diyecek en uzunları, diğerleri de yüksek sesle onu taklit edecek, “hayır!” “Kesinlikle olmaz!” diyecek “kesinlikle olmaz” diyecekler. “Asla, katiyen…ispat etsinler o zaman!” “Asla, katiyen…ispat etsinler o zaman.” “Mümkün değil.”
“Onların işi bu,” diyor adam “yapmaları gerekiyor, o yüzden orda oturuyorlar” ve yine başlıyor, kaynaklar, adalet, vergi, eğitim, sağlık, kültürel değerler, dünya mirası filan. Bir sürü yorgun kelime yine yan yana. Belli belirsiz bir şey ifade ediyormuş gibi. Konuşamasa da anlıyor kadın ama böyle arka arkaya olunca ipin ucu kaçıveriyor. O da, hayali bir ipe “yok artık, daha neler, koskoca şey,” leri asıyor. Hiçbir yere varmayan kürek boşa mı dese, yoksa akıntıya mı dese bilemiyor.
Sımsıkı sarıldılar birbirlerine, İyi yolculuklar diledi kadın kocasına, gidince aramasını filan söyledi, ilaçlarını hatırlattı, silindir metal kutudan sabah akşam günde iki kere, vitamin kahvaltıdan sonra. Her sabah okula gönderdiği bir okul yolcusu gibi kapıya kadar geçirdi adamı, yaşlı bir öğrenci gibiydi kocası. Ağır sırt çantası alaca karanlıkta gözden kayboluncaya kadar arkasından baktı. Beyaz spor ayakkabıları daha şimdiden, birkaç adım atar atmaz griye çaldı, havalanan küller ayaklarının altında iz bıraktı. Dışarısı is kokuyordu, dışarısı duman altı. Göğe kadar uzanan koca fırın, sabahın bu saatinde bile fön makinası gibi çalışıp sıcak üflese de canı eve girmek istemedi kadının. Bahçede gezindi biraz, ağaçlar süzülmüş, onca kaybın yasını tutuyorlar, solgun, başları önde, endişeyle ayak uçlarına bakıyorlar. “Hadi ama” dedi onlara, olur böyle şeyler, doğa bu, ne sandınız ki yeniler o kendini. Gözlerine milyon tane toplu iğne battı kadının, boğazı düğümlendi, “hadi ama” dedi bu sefer kendi kendine, “ne oluyor şimdi sana durup dururken.”
Merdivenleri hışımla çıktı kadın, ona neyin iyi geleceğini gayet iyi biliyordu. Elinin tersiyle kirpiklerini kurularken yarısına kadar doldurduğu kovaya bir ölçü çamaşır suyu bir ölçü yer temizleyici ile karıştırdı, üzerinde bitkisel yazan plastik şişeleri az önce koyduğu yerden geri aldı, birer ölçü daha koydu köpürmeyen suya. Bu alengirli, organik şeylere heves etti edeli tadı tuzu kalmamıştı temizlik yapmanın. Bir de “bu ev hiç temizlik kokmuyor” demiyor mu kocası, iyice asabı bozuluyordu. Eskiden olsa, “ekolojik ürünler kullanıyorum da ondan,” derdi gururla. “Gücün yetiyorsa plastik üretimini durdur o zaman” diyen kocasına laf yetiştirmek istemiyordu artık.
Evi dip köşe (az) köpüklü sularla sildi, yeşil fiber optik nemli bezi sehpaların, kapıların, mutfak tezgahının, cam kenarlarının, kolçakların üzerinde gezdirdi. Yıkıcı arzulardan başladı, ne kadar manasız dilek, güzel olmayan istek varsa, bugün git yarın gel’ler, oldu olacaklar, eli kulağındalar, durumunuzu dikkatle inceliyoruz’larla beraber, bu sonu gelmez ertelemeleri, burun kıvırmaları, kibirli göz süzmeleri, çürümüş anılarla dolu evin ağır havasını da battal boy çöp poşetine, etrafa saçılmış ne kadar “olmayacak” “yok artık” “daha neler” “koskoca şey” varsa toplayıp ağzını sıkıca kapattı. Hala “oldu olacak…” diyen şarkıcı kadının sesini kıstı. Neşeli bir şeyler mırıldanmak istedi ama dilinin ucuna gelenler hep hüzünlü aşk şarkılarıydı, kavuşamayanların, karşılıksız sevenlerin, severken ayrılanların filan. Sıra kocasınınkilere geldiğinde ıslak bezi kovaya bıraktı. Yere çömelip teker teker topladı onları, atmaya kıyamadı. Her birinin tozunu alıp, emanetleri sehpanın üzerine yan yana dizdi.
Televizyonun önünden, divanın altından, buzdolabının arkasından çıkardıklarını topladı. Ertesi gün atölyesine kapanıp rüyasını gördüğü kıvrımların heykelini yapan adamın, şampanya koyunu unutan, bir zeytin tanesini üç yudum rakıya meze yapan kadının hikayesini defterin arasına koydu. Gökyüzünden süzülen bulutlar gibi zaman akıp gitti, kapı çaldığında gün öğlen olmuştu.
“Çay içer misiniz?” dedi Marzo, “hayır teşekkür ederim,” dedim, “annem bekliyor,” diyecek oldum, vazgeçtim, “fazla zamanım yok,” dedim, başka da bir şey gelmedi aklıma. Az önce benim durduğum yerden içeri bakan tuhaf bir adam yaklaştı, kafasındaki o modası geçmiş şeyle selam verdi bize. İşaret parmağını bana mı uzatıyordu yoksa, neler oluyordu?
Fotoğraf Lizbon’dan bir duvar resmi
Engel olamadığı bir hıçkırık gibi “Shakespeare ölmüş!” dedi. Kapının ağzında öylece kala kaldım. Odada hareket eden tek şey elimdeki fincandan bir hayalet gibi yükselen çayın dumanıydı. Kocamın hiç dermanı kalmamış gibi, kolları iki yana düştü. Sehpaya yığılan, tomar halindeki gazetenin yanına koydum çayını. Dükkanı kapatırken bu çay takımından kalan üç beş parçayı da eve getirmiştik. Öyle incelerdi ki, mavi desenli çiçekler içerden bile görünürdü. “Soğutma” diyecek oldum, diyemedim. Tepesinde birkaç sararmış yaprağın direndiği ıhlamur ağacı beşik gibi sallandı. Neredeyse yağacak.
Ölüm ilanlarıyla dolu sayfaya bir göz attıktan sonra İçi dışına çıkmış gazeteleri eskiden olduğu gibi özenle katladı kadın. Dükkanda çok lazım olurdu, kristal bardakları, antika lambaların cam gölgeliklerini, sarı yaldızlı porselen tabakları iki kat, bazen üç kat sarmak gerekirdi paketlerken, kıymetliydi okunmuş gazeteler. Ziyan edilemezdi.
Boynundan yağmur damlası gibi sarkan boncuklu vazoyu kalın bir örtüyle sarmış, “Tiyatro sokağına gideceksin,” demişti annem. “Levanten’in karşısındaki antikacıya, Leroy ustayı bulacaksın, o yoksa oğlu Marzo’yu
“Ben biraz dolaşacağım” dedi Marzo. Terliklerini sürüyerek çıktı odadan. Karısı,”Eldivenlerini giy!” dedi arkasından, “üşütme.”
Sigorta eksperi, annemin imzaladığı antetli kağıtları rengi atmış bir deri çantaya yerleştirdiği gün, üzerinde babamın adı yazılı ikiye katlanmış dolgun, sarı bir zarfla baş başa bıraktı bizi. O günden sonra babamla korsancılık oynadığım, camlı dolaplardaki hazineleri ele geçirip babamı esir aldığım odaya giremedim. Annem, denizden gelen esintiyle havalanan tülleri çekti, pencereleri kapattı, kalın kadife perdeleri altın rengi sırmalarından çözdü ve odayı karanlığa boğdu. Zarf inceldikçe, koynundan çıkardığı anahtarıyla sessizce içeri girer, bazen Güneyli ustaların elinden çıkmış, gümüş saplarında baş harfleri olan bir bıçak setiyle, bazen babamın Doğu seferinden getirdiği gül motifli isimsiz bakır bir tepsiyle ortadan kaybolurdu.
“Batmaz derdi babam, benim gemim batmaz,” Ona inanırdım. “Koca gemi bu, nasıl batardı?”
Tramvaydan iner inmez annemin defalarca tekrarladığı, sonunda ne olur ne olmaz diyerek bir kağıda çizdiği kabala haritadaki gibi çiçekçilerin önünden sola döndüm. Arnavut kaldırımlı çıkmaz sokağın sonuna kadar yürüdüm.
“Usta rıhtıma indi” dedi genç adam, “bugün dönmez, nasıl yardımcı olabilirim?” Bir baş hareketiyle alnına düşen saçlarını önünden çektiği bal rengi gözleriyle gülümsedi. Nadide bir parçaya bakar gibi vazoyu dikkatle inceledi. Uzun ince parmaklarını mercan damlaların etrafında gezdirerek nazik fiskeler attı. “Birazdan oyun başlayacak, içeri gelin” dedi, “Yutmasın kalabalık sizi.” Sihirli bir dokunuşla sanki görünmez bir kapıyı açtı ve yüzlerce porselen biblonun, revaklı aynaların, müzik kutularının arasından gittikçe hareketlenen sokağı, tiyatro kapısı önünde bekleşen insanları, birbirleriyle konuşan çiftleri hayranlıkla seyre daldım. Bütün tedirginliğim geçmişti. Levitan’dan belli belirsiz bir müzik sesi geliyor, İçerde bir kadın cama yansıyan görüntüsünde piyano çalıyordu.
“Çay içer misiniz?” dedi Marzo, “hayır teşekkür ederim,” dedim, “annem bekliyor,” diyecek oldum, vazgeçtim, “fazla zamanım yok,” dedim, başka da bir şey gelmedi aklıma. Az önce benim durduğum yerden içeri bakan tuhaf bir adam yaklaştı, kafasındaki o modası geçmiş şeyle selam verdi bize. İşaret parmağını bana mı uzatıyordu yoksa, neler oluyordu?
“Nasıl kızmam, sizi cadılar sizi, sizi yüzsüzler, sizi başından büyük işlere kalkışanlar, siz nasıl Macbhet’le anlaşır alışverişe girersiniz de bana anlatmazsınız bu yaptıklarınızı…”
Elim ayağım birbirine karıştı, korkudan ne yapacağımı bilemeden geri geri birkaç adım attım, tutacak bir yer arıyordum ki, can havliyle Marzo’nun kadife ceketinin eteğine yapıştım, ardından uzattığı eline. Yere bir biblo düştü. Sokaktakiler dikkat kesilmiş, bize bakıyorlardı. Marzo çenesini hafifçe kaldırdı, göğsünü şişirdi, annemin vazoyu sardığı örtüyü yere düşen biblodaki yaşlı adam gibi bir omuzuna atarak, dışardaki kalabalığın bakışları altında gösteriye devam etti.
“Ben ki başıyım bu işlerin, sanatımızın sırlarını, büyü yapmasını, ben öğrettim sizlere, üstelik bu yaptıklarınız da ne? Bir azgın, bir dik kafalı insan oğluna hizmet etmek mi? Gidin ve gün doğarken Akheron kıyısında bulun beni, balıkların karıncaları yediği yerde.”
Marzo dükkanın ışıklarını yaktı, sokak tekrar eski ritmine dönerken ampullerin sarı ışığı altında silindir şapkalı adam, kol uçları eprimiş kalın, siyah paltosunun göğüs cebinden iki bilet çıkardı, “biri küçük hanım için.”
Annemi meraktan öldürme pahasına o akşam Marzo’nun uzattığı koluna girdim ve kalabalığın ardından kanatları sonuna kadar açılmış kapının eşiğinden birlikte geçtik. Burası bir tiyatroydu, gözlerimi kamaştıran, karanlığı ışıklı, ışığı karanlık bir dünya. Marzo ön sırada, en uçtaki yerimizi kolaylıkla buldu. Arkaya doğru yükselen sıralarda kadınlar ve erkekler uğultulu bir sesle yerlerini aldılar. Ağır kadife perde yavaş yavaş açılırken seyirciler arkalarına yaslandı, elbise hışırtıları durdu, boğazlar temizlendi, son öksürük ve sessizlik.
Sanki davullar göğsümde çalıyor, kalbim heyecandan deli gibi çarpıyordu. Oturduğumuz yerden onu duyabiliyorduk, davudi sesini kısıyor “Koca Neptün’ün elleri yıkayabilir mi bu denizleri?” diyor, oyunculardan önce replikleri fısıldıyordu. Sahnede sözler ete kemiğe bürünüyor, intikam alıyor, yanlış anlıyor, seviyor, kin tutuyor, yalvarıyor, güldürüyor, korkutuyordu. Bütün duyguların peş peşe izini sürdüğüm, zamansız bir mekandaydım sanki.
Ayın bulutlarla oynaştığı o gece, Marzo’yla eve kadar yürüdük. Daha önce hiç duymadığım tiradlar okudu bana. Ne o gitmek istiyordu kapıda beklerken, ne de ben içeri girmek.
Herkes tanırmış onu tanımasına da kimse bilmezmiş aslında kim olduğunu. Oyunların tüm repliklerini ezbere bildiğinden mi? Bilinmez, Shakespeare demişler ona. Gerçek adını bilen yokmuş. Tiyatronun her şeyiymiş, daha seyirciler kapıya doğru ilerlerken koltukları düzeltir, etrafı temizlermiş, oyunların afişlerini değiştirir, oyuncuları giydirir, kostümleri onarırmış. O daha küçük bir çocukmuş buraya geldiğinde, kimilerine göre gişede bilet satan, kimilerine göre tiyatronun göz bebeği güzeller güzeli annesi amansız bir hastalığa yakalanıp öldüğünde küçük Shakespeare’e oyuncular bakmış, sahnede büyütmüşler onu.
Güneş hastalıklı bir sarıya döndü. Çok geçmedi, kara bulutların arkasında görünmez oldu. Beyaz boyun bağlı sığırcıklar, yağmuru karşılamaya çıktılar çoluk çocuk. Anahtar kapıda iki kere döndü. “İçim geçmiş,” dedi kadın adama, adam elini uzattı, “masum uykuya” dedi, kadın “yorgunlukları yıkayan suya,” adam, “her günkü hayatın ölümünü, yaralı canların merhemini,” kadın “Yüce tabiatın baş yemeği, hayat sofrasının cana can katan ziyafetini” Birbirlerine sarıldılar. Yarın erkenden Shakespeare’i uğurlamaya gideceklerdi, uyumaya hazırlandılar.
Yelda Ugan S.
Bitez
08/04/21
Koyu renk bölümler, Shakespeare’in Macbeth adlı eserinden alıntıdır. İlk bölüm, cadı Hekate’nin tiradından.
Hoca gösterdiği tevazudan, ince komplimanından o kadar memnun oldu ki, bir adım yana kaydığında ağzı hala kulaklarındaydı. İki kızın arasında duran ortası delik, kenarları aşınmış silgi ekşi elma gibi kokuyordu.
O gün Necmiye’nin okulda son günüydü, “Yarın gidiyorum,” dedi fısıltıyla. Oracıkta vedalaştılar. İnce, koyu renk bukleleri koca memelerinin arasına iyice bastırdığı kızın yanaklarını yaladı, tütün kokuyordu Necmiye. İyi şanslar diledi kız, “Yolun açık olsun,” dedi. Aceleyle çantasına davrandı. Ona bir şey vermek istiyordu, anmalık bir şey ya da bir hediye, adı her neyse. Defterinin arasında kuruttuğu sarı papatyaları sardı mendiline, bir tane de ninesinin o sabah odun ateşinde pişirdiği çöreklerden uzattı. Necmiye de bir şey vermek isterdi kıza ama koridorun sonunda öğretmeni görür görmez aceleyle sınıfa girdiler.
Kızlar koşar adım sıralarına giderken, mavi plastik çöp sepeti sınıf başkanının sonuna kadar açtığı kapının arkasında kaldı. Görünmüyordu artık. Ceketinin düğmelerini ilikledi. Başı geride, çenesi hafif kalkık hazır ola geçti ve öğretmen eşikten adımını atar atmaz boyun damarlarını şişirerek “Dikkat!” diye bağırdı başkan çocuk. “Kendinize çeki düzen verin” minvalindeki bu çağrıyla, bütün sınıf ayağa kalktı. Sarsak adımlarla sınıfa giren öğretmenin el hareketiyle de hiç düşünmeden yerlerine oturdular.
Sıranın üstüne konan kitaplar, kenarı kıvrılmış defterler, kalem kutularının bir ileri, bir geri gitmekten bitap düşmüş fermuarları, uzatılan silgiler, fazla kalemi olanlarla hiç olmayanlar arasındaki alışveriş sürmeye devam etti. Yeni açılmış kurşun kalem kokan sınıfın uğultusu kaynamaya başlayan bir çorba gibi yavaş yavaş arttı ve tam açık pencereden dışarıya süzülecekken havada asılı kaldı. Öğretmen sert bir hareketle rutubetten şişmiş tahta pervazlı pencereyi kapattı söylenerek. Göğüs cebinden küçük, siyah, deri kaplı bir defter çıkardı. Defteri gören bütün sınıf dikkat kesildi. Öğretmen yeni konuya geçmeden önce geçen hafta yaptığı yazılı sınav sonuçlarını okuyacaktı demek.
Ah! Ne sancılı bekleyiştir o, beklentisini ne kadar düşük tutarsa notu o kadar yüksek gelir diye sıktıkça sıkıyor kız kendini. Necmiye’yi filan unuttu. Dua etmenin bir faydası yok artık, biliyor, olan olmuş bir kere ama yine de şuursuzca mırıldanıyor.
İşte geliyor…Altı! Yedi olsaydı bari. Sıra arkadaşı on aldı. Sonuç her ikisi için de alışıldık, sürpriz filan yok. Sınıf, hatta okul birincisi olan arkadaşından kopya çekmediği için hocaların kızı bir kez daha kutlayacakları sıradan bir gün. Daha şimdiden beyaz tenine al basıyor. Elmacık kemikleri kızarmaya başladı bile, ensesine, bir kuğuyu andıran o uzun ve zarif boynunun bittiği yerden omuzlarına dökülen kumral örgülerine kadar ter içinde kaldı.
Yol kenarındaki tarlalardan havalanan yumurta kafalı sığırcık kuşları çizdi kız defterine. Kuşlar kara bir uçurtma gibi gökyüzüne salındılar, hep bir ağızdan çığlık çığlığa yağmuru övdüler. Öyle bastırıyor ki kalemi, çat! diye kırıldı ucu.
“Ne tuhaf bir taltif,” diye düşünüyor, taltif de tuhaf oldu ama hocalara yakışır başka bir kelime bulamıyor. Ne desin ki, bu durumda ne denir ki? Ah! Rica ederim, ne demek. Ben böyleyim işte! Önüme koysa dönüp bakmam. İnsanın emeğiyle, alın teriyle kazandığı gibisi var mı? Ya da “Hocam siz onu bilmezsiniz ya, günahını vermez o, zırnık koklatmaz!” mı desin, ne desin?
Hoca sağ eliyle iki kızın oturduğu sırayı işaret etti. Hocanın uçları yağ lekeli gri ceketinin içinden, eprimiş lacivert gömleğinin manşeti hiç durur mu, o da selamladı sınıfı. Acaba ne yapsa da kısacık rolünün hakkını verse, öyle hemen unutulmasa…Hem repliğini kusursuzca okusa hem de sahnede biraz kendisi olabilseydi, ne olurdu? Avuç içine bakan taraftaki İki küçük düğmeden birini, kısa, beyaz bir ipin ucuna kadar indirdi. Oldu işte! Düğme hocanın eliyle götürdüğü her yere neşeyle gitti. Manşet kendinden memnun selam verdi ve çekildi.
Söz yine hocada ve yeni bir şey yok! Aman Allah’ım, anne-babalar ne evlatlar yetiştiriyordu. O, gururumuz, medar-ı iftiharımızdı. Hocanın dili gevşedi, şivesi daha da koyulaştı. O kapıdan yana, en öndeki sıraya doğru yürüdükçe birbirlerine yaklaşan iki kız, hocanın sigaradan sararmış dişlerini, iki günlük kirli sakalını en ince ayrıntısına kadar görebiliyorlardı artık. Her şey olması gerektiği gibi oluyordu. İtaatkar bir kabulllenişle hocanın ter kokusunu havasız sınıfta olağan, sıradan bir şeymiş gibi içlerine çektiler. Bir iyilik istiyordu hoca, evet ikisinden de. Ellerini ovalıyor, lafı uzattıkça uzatıyor, tadına vara vara emiyordu zamanı. Tabii, ne demek, başımızın üstüne! Lafı mı olur. İki kız birbirlerine baktı: “Lütfen buyurun!” Nihayetinde mağara gibi açılan ağzından, durdurulamayan, istem dışı bir hıçkırığı andıran kesik kahkahası yükseldi. Erkeklere kadınlardan daha yasak olan iki şeyden birini ihlal etmiş, ulu orta kıkırdamıştı ama ne gam! Allah ağlatmasındı.
Bir gün oğlanları getirse, elinden su içirir miydi okulun en çalışkan kızı? Bardakla filan değil, öyle basbayağı çeşmenin altına tuttuğu eline biri, sonra diğeri eğilecek, kana kana içeceklerdi. Olur muydu? Olurdu. Peki yapar mıydı, el verir miydi acaba? Hoca gösterdiği tevazudan, ince komplimanından o kadar memnun oldu ki, bir adım yana kaydığında hala ağzı kulaklarındaydı. İki kızın arasında duran ortası delik, kenarları aşınmış silgi, ekşi elma gibi kokuyordu. Ele avuca sığmıyordu yaramaz oğulları ama cin gibiydiler. Sınıf birincisi kızın yüzü kızardı, alı al moru mor, ne diyeceğini bilemeden belli belirsiz bir şeyler mırıldandı. Yanındaki bile anlamadı ne dediğini. Arka sıralara “Susun!” diye bağıran hocayı izledi beriki. Öğrencilere göre zorunlu, hocaya göre olağan saygının verdiği özgüvenle kıza döndü. Sıra ona gelmişti demek. Alacağı yeni bir teşekkür sıkıntısıyla başını omuzlarının arasına gömdü, oturduğu sıranın kenarlarını sıkıca kavradı. Bir mucize olsa da şu malum konuyu açılmadan savuşturabilseydi keşke.
“Daha çok küçükler,” dedi hoca, “ilkokuldalar, ne yazık ki sen olamazsın ama oğullarıma alabileceğim kız kardeşlerin var mı?” diye sordu. Bu da ne demek oluyordu şimdi? Sağ gösterirken sol vurmuştu hoca. Kız, bal rengi gözlerine kadar kızardı. Bu sefer kızgınlıkla utanç arası felaket bir duyguyla sustu. Üst dudağı seğiriyor, kulakları çınlıyordu. Başparmağını kırık kalemin ucuna bastırdı, parmağına küçük, şekilsiz bir damga gibi kan oturdu.
Soluklanacak yer arayan beyaz gagalı bir ekin kargası kondu pencereye. Birkaç kez tökezledi, pençeleri içe kıvrık, çaresizce kanat çırptı, bir türlü tutturamadı taraçayı. İki kara tüy süzüldü havada. Okaliptus ağaçlarına doğru uçtu ama hiçbirine konmadı. “Ben de olsam kırlara giderdim,” diye geçirdi kız içinden. Etrafı dinliyor, kimse gıkını çıkarmıyordu. Madem kol kırıldı, içinde kalsaydı bari, aklından geçen buydu. Erkeklerden çok kızların duymuş olmasından, onların kıkırdayarak aralarında fısıldaşmalarından korkuyordu. Teneffüse çıkmayacak. Karnını tutacak, öne doğru eğilecek, iki büklüm olacaktı. Başına gelmeyince anlamazmış insan. Soranlara “Çok ağrıyor,” der, adet sancısı olduğunu zanneder, rahat bırakırlardı onu. “Allah’ım nerde kaldı şu zil!!”
Güneş bir tutam bulutla saklambaç oynuyor, ekin kargası sarı papatyalarla dolu çayırlara uçuyordu. Ne uzun yol yorgunu kırlangıçlara selam verdi, ne de serçelerle çene çaldı ayak üstü. Beyaz badanalı, küçük bir evin bahçesine, mermer kuş havuzuna kondu. Yaşlı kadın sesine uyandı karganın, İçi geçmiş azıcık. Altına aldığı ayakları uyuşmuş, ağır ağır kalktı yerinden, önüne serili koyun postunun etrafında terliklerini arandı, dökme demir sobanın üstünde kaynayan bakır kazana bir tutam biberiye attı, bir tutam da kedi otu. Döndü, arandı yine, içinde baş veren bildik bir sıkıntı, kenevir ipiyle bağlı bir tomar anahtar çıkardı cebinden, sıcacıktı anahtarlar, avuçlarının arasında sıktı onları, tahta sandığı açar açmaz dibini eşeledi telaşla, zaman daralıyordu, iki dal sakız ağacını, iki dal reçine sapını bakır mangalın üstüne yerleştirdi.
Belli belirsiz bir is kokusu geldi kızın burnuna, sanki sobada tutuşmuş dallardan uzun, ince bir duman yükseliyordu sınıfta. Hiç nedensiz yüreği hafifledi, genişledi sanki. Aniden bütün sınıf en arkada oturan kıvırcık Necmiye’ye döndü. O davudi sesiyle, “Hocam, bende üç tane var,” dedi. İri cüssesini meydan okur gibi tek başına oturduğu boş sırasından öne doğru uzatarak, “Sıkıysa gelin alın! Üçü de birbirinden cadı!” diye ekledi hemen ardından.
Müdür yardımcısı, kapının hemen girişinde bekleyen öğrenciye, hazırladığı büyük, sarı zarfı uzattığı sırada ders zili çaldı. Necmiye mezuniyetine bir ay kala aldığı bu diplomayı cezaevi müdürüne teslim eder etmez staja başlayacak ve yengesi gibi gardiyan olacaktı. Öğretmen ve öğrenci el sıkıştılar. Biri “hayırlı olsun,” dedi, diğeri teşekkür etti. Necmiye’nin son kez yürüdüğü koridor toz kokuyordu. Hiç acele etmeden ağırdan aldı, yerde bulduğu bir silgiyi bahçeye bakan pencerelerden birinin önüne bıraktı, janjanlı, yanar dönerli bir kraker ambalajını çöpe attı. Kapılar içeri aldıkları uğultunun üstüne tek tek kapandı. Sınıfının önünden geçerken o tarafa baktığını ve adımlarının daha da yavaşladığını kimse görmedi. O sabah kapı nöbetçisi birinci sınıflardan zayıf bir oğlandı. Necmiye ona kapıyı açması için yardım etti, oğlan utandı, yüzü kızardı, “Geçmiş olsun abla,” dedi ardından. Yoldan geçen yaşlı bir çift, Necmiye’nin ardından büyük bir gürültüyle kapanan okulun ağır demir kapısına baktı ve bu saatte okuldan çıkan öğrenci için üzüldüler, sakın hasta olmasındı.
Arnavut kaldırımlı Yazı köyünden geçip kuru ve sıcak güneşin altında Knidos antik kentine, sanki çıkmaz bir sokağa girer gibi aniden giriverdik
Saçlarıma ılgın ağacından düşen pürüleri temizleyip mor bandanamı taktım, sarısı da plaj çantasında, M için. Ama o takmıyor, severdi halbuki. Bu yazın favorisi Midilli‘den aldığımız beyaz üzerine lacivert “Lesvos” yazılı siperlikli şapkası. Laf aramızda, bir ara adanın nam-ı diğer Lesvos’dan evrilen, lezbiyen adını çağrıştıran şapkaya pek yüz vermiyordu ama bugünlerde gökkuşağı desenli maskesi yüzünden Kurtuluş’ta dövülen çocuk için çok üzülüyor. Pasif direnerek, şapkayı mızmızlanmadan takmaktan çok daha fazlasını aktif siyasi yaşamında yapmasına rağmen, memleketin her yanından kötü haberler gelmeye devam ediyor, çünkü -falan, filan.
Turkuaz rengi deniz sahile, Doğudan esen rüzgarın ittiği dalgalarını vuruyor. Vurdukça dağlar etek uçlarına eklenmiş sekiz kat dantel gibi kıyıya uzanıyorlar. Bir süredir deniz kenarında rüzgarın hangi yönden estiğini ve yönüne göre adını tahmin etmeye çalışıyorum. Gözüm açıkta demirlemiş teknelerin üstünde, burunları ne taraftaysa rüzgar ordan esiyor. Hmm! bu karayel, çünkü kuzeybatıdan geliyor.. yabancı bir dili bilmek gibi tatminkar ve güvenli bir bilgi. Uzaktan ahkam kesmesi de cabası. Bu yaz dünyada sahile inmem, insem de elimi sürmem dediğim şezlonga en kalın, en uzun, peştemallerden sonra demode olan havlumu serdim. Dizlerimi karnıma çektim, zira ayak ucum açıkta kaldı. Gökova’ya doğru uzanıyorum, Agatha Christie’nin On Küçük Zenci‘sini hatırlatan iki tel saçlı kel adadan alamıyorum gözlerimi. Böyle bir taş sektirme olamaz, sanki gri damarlı mermerden minik bir serçe 7-8 kere suyun yüzeyinden sekerek geçti. Siyah mayolu genç kadın etrafındaki arkadaşları tarafından alkışlanırken teknelerin burnu Güney Doğuya döndü. Yani keşişleme ama “Bu rüzgarın adı ne” adlı oyuna duyduğum hevesim yitip gitti.
Photo by Meysun Doralp
Denize girenler bir kaç adım sonra sendeleyerek düşüyorlar. Taşların üstünden yürümek çok zor. Su daha dizlerime bile gelmeden ben atlıyorum, çıkarken de kıyıya kadar kıçın kıçın emekliyorum. Deniz ayakkabılarıyla zahmetsizce yürüyen komşularıma imrenerek baktım. Palamutbükü kilometrelerce uzanıyor. Birazdan arabanın camından gerisin geriye, bir nokta kadar kalan kanarya sarısı havluma bakıyor olacağım. Mesudiye‘ye kadar bütün koyları tek tek geçiyoruz, bütün kapılar duvar ve nihayet açık bir sağlık ocağı bulduk. Mavi elbiseli hemşire “lütfen” diyor, doktoru dışarda bekleyin. Beton zemine ağaçtan düşmüş kabuklu bir bademi, üzerinde Hrant Dink’in anısına 2019 yazılı bez çantasına atan kadına gülümsüyorum, muhtemelen o da bana ama ikimiz de maskelerimizin altından yayılan ağızlarımızın köşelerini göremiyoruz. Teselli niyetine, kaz ayaklarımı daha da kırıştırıyorum. Anladı mı bilemem. M badem ağacının altında tozlu bir sandalyede oturuyor. “İyiyim” diyor eğilmiş ayak parmaklarını tutarken, ama biliyorum, o kadar ağrımasa gelmezdi doktora. Aralarda dolaşıyorum, hava çok sıcak, ağustos böceklerinin vokali, kara sineklerin solosunu bastırıyor. Otlar sarı ve kuru, arkada iki metruk taş bina arasından deniz görünüyor. Terbiyeli ve temkinli çocukluğuma inat, etrafında her an çıkabilecek bir sürüngene yakalansam da yılan çiçeğinin parlak mercan kırmızısı tomurcuklarının dayanılmaz cazibesine kapılıp fotoğraflarını çekiyorum. Mavi tshirt lü, gri canvas pantolonlu doktor kan ter içinde bize doğru homurdanarak ilerliyor. Sağlık ocağının girişine uygunsuz park edenlere verip veriştiriyor. Siyah deri laptop çantasını, saplarından zar zor tuttuğu iki mavi kutuyu, muhtemelen soğuk zincir tıbbi birşeyler var içinde. Beş basamaklı merdiveni tırmanırken “benim işim bitmeden kimse çıkamaz” diyerek tehditler yağdırsa da o hala bizim için yarımadanın Euryphan‘ı. Ona saygıyla karışık bir hayranlıkla bakıyoruz. Ya gelmeseydi?! On dakika sonra nihayet sıra bize geliyor. Doktor içerde, işinin başında bambaşka biri; kibar ilgili ve sakin. Dönerken içimiz rahat, kırık yok, en fazla çatlak olabilirmiş. N anlattıkça arka koltukta birbirimize lacivert koyları gösteriyoruz, sanki dönerken her şey daha güzel. N olmasaydı, bu kadar hafif ve kolay gelmezdi. M’yi de ikna edemezdim gelmeye.
Gezmek bize iyi geliyor
Her şey göründüğünün tersidir.
Arnavut kaldırımlı Yazı köyünden geçip kuru ve sıcak güneşin altında Knidos antik kentine, sanki çıkmaz bir sokağa girer gibi aniden giriverdik. Burdan öteye karadan yol yok. İki denizin, Akdeniz ve Ege‘nin birleştiği yer burası. Denizler bunu bilmese de kavuşmalarındaki hikmete bir esintiyle, taşların üstündeki deniz yıldızı desenleriyle ya da Güneş saatini tarif eden bekçinin gösterdiği terasta uçuşan beyaz elbiseli, fötr şapkalı esmer kadının, onlarca insan arasından İskenderiye Dörtlüsü’nün Justine‘i gibi yarı Ortadoğulu aksanıyla elindeki fotoğraf makinasını bana uzatırken, çoktan inanmıştım. Onu ve sevgilisi Baltahazar’ı, karşı tepedeki deniz feneriyle beraber kadraja aldım.
Yılan çiçeği
Antik kente daha kilometrelerce kala kıvrımlı yollardan, yabani meşe ağaçlarının, mor çiçekli hayıt çalıların arasından geçerken belli belirsiz beyaz bir nokta gibi duran şey büyüdü ve
“bir leylek yuvası,”
“yok o bir cami sanki,”
“olur mu canım kim oralara kadar çıkacak ibadet etmek için, sen Hiristiyan hacılarla karıştırıyorsun!” Trt2 de her güne ödüllü bir festival filmi seyredersen, burasını da San Diego hacı yolu sanırsın.
Ardından da deniz fenerine (deve boynu) dönüşen kireç badanalı nokta bizi defalarca uyarsa da Knidos antik kente geldiğimizi ancak bilet gişesini görünce anladık.
Afrodit’i arıyoruz
O zamanlar magazin ekli gazeteler olmadığı için kulaktan kulağa aldıkları bilgilerle buraya, Dünyanın ilk çıplak tanrıça heykelini görmeye karadan ve denizden akın akın insanlar gelir, Tanrıça Afrodit’i dünya gözüyle görmek isterlermiş. Knidos’lu heykeltraş Praksiteles Kos (İstanköy) adasından tanrıçanın heykelini yapması için sipariş almış ve dünyadaki ilk çıplak kadın heykeli de bu vesileyle doğmuş. Praksiteles müşterilerinin bu konuda nasıl bir tepki vereceklerini kestirememiş olmalı ki temkinli davranıp, bir diğer heykeli de giydirmiş. Sonuç malum, elbiseli olan Kos’a, çıplak olan da Knidos’a kısmet olmuş. Heykelde Tanrıça Afrodit, sol elinde kıyafetlerini tutarken, sağ eliyle de tende en kuytusunu kapatıyor. Nasıl olsa heykel British Museum‘dadır ve “ona bizden daha iyi bakıyorlardır!!” Diye düşünürken beterin beteri varmış meğer; heykelin akibeti maalesef meçhul!
Not: Bu yazıyı yayınladıktan günler sonra, Halikarnas Balıkçısı‘nın Merhaba Anadolu adlı kitabını karıştırıyordum ki, bir de ne göreyim? Diyor ki Cevat Şakir “O heykeli Bizans imparatoru Teodosyus İstanbul’a taşıttı ve heykel LavsosSarayı ile birlikte yandı gitti. Anısı, anıları kaldı.”
Yedi acı kılıcı saplı/ Yüz Endülüs’lü atlı/ Portakal bahçelerinden/ Nereye gidiyorlar?
Federico Garcia Lorca
El Hamra Sarayı
23 Ocak sabahı Granada‘ya gitmek üzere erkenden yola koyulduk. Arabada beş kişiyiz, hepimiz bilinmeyen bir ülkede yola çıkmış, iyi niyetli, arzu dolu turistleriz. Tek motivasyonumuz gezmek, tek rehberimiz de akıllı telefonlarımız. San Fernando‘dan çıkışımız yarım saati bulsa da, dönüp dolaşıp aynı meydana defalarca çıksak da vazgeçmedik ve son hamlemizde beş saat sürecek olan şehirlerarası yola çıkmayı başardık.
Dilek, Duygu ve Zeynep Katedralin merdivenlerinde soluklanırken
Gece aralıksız yağan yağmur durmuş, ıslak olan her şeyin üstüne vuran güneş ışıkları daha güçlü parlamaya başlamıştı. Böylece yola dair tüm endişelerimiz de hafifledi. Setenil ve Ronda tabelalarını da ard arda geçince keyfimiz yerine geldi. Doğru yoldaydık. Zeytin denizi bizi sıkmıyor arada sahneyi diğerlerine bırakıyordu. Sulak arazide okaliptus, rakım arttıkça çam ağaçları, dağların yamacına kurulmuş beyaz köyler, pembe flamingoların takıldığı göller, turuncu benekli portakal bahçeleri önümüzde sırayla arz-endam ettiler. Hatta bir ara çiçek açmış, aceleci erik ağaçlarıyla bile karşılaştık.
Coğrafyacılar İspanya’yı 17 otonom bölgeye ayırmışlar. Başkent Madrid‘de toplanan vergiler bölgelere bizdeki gibi yol, su ve elektrik olarak geri dönüyor, her birine eşit olarak dağıtılıyormuş.
Hal böyle olunca Bask‘lar durumdan biraz gergin, hatta birazın ötesinde epey kızgın. Güneyi, yani Endülüs’ü sırtlarında taşımaktan yorulmuşlar artık.
“Vay efendim Endülüs siesta yapsın, gezsin tozsun, dans etsin, hayatı keyifle yaşasın, biz çalışalım. Tek dertleri, rüzgar güllerinden daha fazla nasıl verim alırız, çöpleri nasıl ayrıştırırız filan. Zaten apolitikler, yerel kalkınmayı da Avrupa Birliği teşvik ve fonlarına bağlamışlar, oh ne ala!” Fakat kuzeyliler gün gelir böyle söylenmek yerine “Bizden bu kadar” der resti çekerlerse fakir Endülüs‘ün hali ne olacak? Onların tek geçim kaynakları tarım.
Yol boyunca İspanyol kuzenleri ve yukardaki kaygılı ifadelerini düşünüyorum. Bir taraftan da önümde akıp giden manzarayla endişelerinin tezatlığını. Endülüs’ün sadık güneşi, bol suyu ve bereketli toprakları mutlu görünüyor.
El Hamra Sarayı’nın bahçesi
Dağlara bir masa örtüsü gibi serilmiş bulutlar birazdan yağmura döndü ama hiç kimse sahneyi terk etmedi, gösteri devam etti. Yağmur, güneş, bulutlar ve rüzgar gülleri arasından Campilla‘ya kadar bizi bırakmayan gökkuşağı da her şeye renk kattı.
İspanyolca’da karlı dağ anlamına gelen Sierra Nevada dağı Kanarya Adasındakileri saymazsak ülkenin en yüksek dağıymış. Birdenbire uzaklarda parlayan kar tepelerini görünce inanamadık. Endülüs ve Kar?! “Geldik sayılır” dedi arka koltukta oturan üç kızımız, bu dağın eteklerindeymiş Granada.
Oraya vardığımızda gölgeler kısalmış, çoktan öğlen olmuştu. Senaryoya uygun şekilde hazırlanmış kusursuz bir set gibi tuhaf bir şekilde Granada bizi karşılamadı. Hüzünlü müydü? Yoksa umurunda mı değildik? Buyur etti ama içeri almadı. Nazik ama mesafeliydi. Sanki bizden bir şey saklıyordu. Şey gibi, hani Anthony Quinn‘in başrolde oynadığı 1969 yapımı Kasabanın Sırrı adlı filmi gibi. Kasabalılar kendi ürettikleri bir milyon şişe şarabı Alman askerlerine kaptırmamak için direnmiş, ser verip sır vermemişlerdi. Burada Granada’da da tuhaf bir şey vardı, havada asılı bir şey, belli belirsiz bir koku gibi, göz ucuyla yakalanan ama bir an yanıp sönen, ne olduğunu anlamadan kaybolan bir görüntü.
Sanki şehir bize gerekeni gerektiği kadar gösterecek ve en sonuncu ziyaretçisini de uğurladıktan sonra peçesini bir tül gibi kaldırıp tutkulu neşesine geri dönecekti.
Kristof Kolomb, yeni kıtayı keşfe gitmeden önce Kraliçeden icazet alıyor
Garcia Lorca, Museo Casa Natal‘daki masasında “öğleden sonra saat beşte” şiir yazmaya devam edecek,
Şehrazat El Hamra‘nın salonlarında ipek şalvarıyla yürürken halhal sesiyle havuzların sesi birbirine karışacak, seramikler sadece ona fısıldayacaklar,
Son Granada Emiri 12. Muhammet sarayın bahçesinde gezinti yapan Kraliçe İsabella‘ya eşlik edecek, Kral Ferdinand‘la yemekten önce tavla atacaklar,
Çingene mahallesi Sacromonte‘de gitarlar Granadalılar için çalacak, doğudan gelen ilk ışıklar şehre varıncaya kadar şarkı söyleyip, dans edecekler,
Mirador de San Nicolas, Granada’da akşam üstü
Granada Katedrali ve El Hamra sarayının arasında, tam şehrin ortasındaki siyah mermer heykelin kahramanları yavaş yavaş canlanacak, öne doğru büktüğü sol dizini düzelten Kristof Kolomb kraliçeye reverans yaparak sınır tanımaz ruhunun peşinden yola çıkacaktı.
Mirador de San Nicolas‘a (seyir noktası) vardığımızda Granada bize gülümsedi ve bir teşrifatçı nezaketiyle arabamıza kadar uğurlarken göz kırptı. Kıskançlıktan deliye dönmüş, hasetimden çatlamıştım, biliyordum.