Büyüdüğümüzde Anladığımız Şeyler

“Hiç Kimsenin Yağmurun bile böyle küçük elleri yoktur..” ikimizin de el yazısının birbirine karıştığı  Cummings’den yürüttüğümüz dizeleri cüzdanıma tekrar yerleştirirken birbirimizi ne kadar sevdiğimizi itiraf edecek, ağlayacağımızı sanan burunlarımızı çekerken uzun uzun gülecektik. Biz bunu hep yapardık ve ben emindim ki yine böyle olacaktı. Olmadı.”     

Döner kapı dört kişilik bir aileyi kolaylıkla içeri alırken kadın arkasına yaslandı. Diğerinin üstüne gevşekçe bıraktığı bacağını, sanki dünya umurunda değilmiş gibi sallasa da bir türlü ritim tutturamıyor, dilsiz bir uşak gibi yanı başında duran bavuluna küçük tekmeler atıyordu. Kök boyalı kilimlerin aynalı suretleri, kapıda karşıladıklarını, resepsiyona kadar geçirirken, elindeki kitabı bir kalkan gibi yüzüne tuttu kadın. Ne de olsa o tarafa baktığı her gün onları görmüyordu. Kalbi deli gibi çarpıyor, yüzü ateş gibi yanarken elleri titriyordu. Her işe koşturan şu üniversiteli çocuk kahvaltıda yanına gelmiş, günün her saati ışıldayan o güzel suratıyla “günaydın” demiş ve arabanın yarım saat içinde hazır olacağını söylemişti. Lobidede buluşacaklardı. Keşke göle inseydi ya da köye, her gün rastladığı çocuklar için hazırladığı paketi kendi elleriyle verir vedalaşırdı onlarla.          

Geldikleri yer, Latmos dağlarının eteklerinde küçük bir oteldi. Adam ısrar etmişti burası olsun diye. Böylece çocuklar kırlarda oynayabilecek, çiçek toplayıp, sazlıklardan havalanan sahici karabatakları yakından görebileceklerdi. Hem, açık bir müze gibiydi oralar, tarihi kalıntılar filan. Karısı itiraz edecek olduysa da adam ona güvenmesini istedi. Çocuklarla ilgileneceğine söz verdi, “bak göreceksin,” dedi. Bir kere bile “anne” demeyeceklerdi. Karısı inanmaz bir tavırla dudak büküp istemsizce gülümseyince adam cesaretlendi ve ona başka sözler de verdi. Köye girdiklerinde kavak ağaçlarının gölgesi henüz önlerinde ve boylarının iki katıydı. Çocuklar ne yol kenarlarında yürüyen aheste ineklere ne de arka bacakları arasında süt torbalarını zar zor taşıyan beyaz keçilere yüz vermediler. O “tezek” denilen şey de çok kötü kokuyordu. Yol kenarlarında toprağı eşeleyen tavuklar ve onu izleyen civcivler de arka koltukta oturan iki küçük yolcudan beklenen ilgiyi görmedi. Adam arabanın camını hafifçe araladı, kırağı çalmış ot kokusunu ciğerlerine çekti ve kokuya methiyeler düzerken herkesten aynını yapmasını istedi. Birazdan yapacakları kahvaltıda kestane balı, keçi peyniri ve gözleme olacaktı. O patatesli kıymalı yiyecekti, ya diğerleri? Kimse cevap vermedi. Gölün etrafını dolanacak, sonra da karşıdaki dağlara çıkacaklardı. Arabayı daha yavaş sürüyordu artık, nerdeyse gelmişlerdi. “Mavi,” dağlara dedi babaları, “hayır!” dedi kız “mor,” anneleri “gri.”  Dikiz aynasından oğlana baktı adam. Uyku mahmuru çocuk, okuldaki gibi renklerle ilgili bir oyun oynadıklarını sandı, ince sesiyle “turuncu” dedi burnunu çekerek. Dördünün de aynı anda aynı şeye güldükleri o kısacık an! O anı, bir kelebek misali uçup gitmesinden korkar gibi içerde tutmak istedi adam, camı kapattı. Dudaklarının kenarına minik bir zafer coşkusu yuvalandı. Ne de olsa geçici savaşları daima kazanmıştı ve bu sefer de kazanacaktı. Boştaki eliyle karısının elini arandı.  

Lobide yol sersemi aile öyle ağır aksak ilerlediler ki kadın emin oldu gördüklerine, benzetmemişti, oydu, onlardı. Kız annesine içi yosun tutmuş akvaryumu gösterdi, kadın bulanık sularda debelenen balıklara acıyarak baktı. “Günaydın,” dedi adam dirseğini bankoya yaslarken. Havadaki eliyle buruşturduğu yüzünü sıvazladı, tek ayağına verdiği ağırlığıyla kahverengi suntaya iyice abandı. Diğer eli yağ yeşili, iri fitilli kadife pantolonun cebindeyken oğlan babasının bacaklarına sarıldı. Hafif göbek mi yapmıştı ne, yoksa hırkası mı toplanmıştı önünde? 

“Haroşa örgü bir yelek giyerdi, çizgili. Beş parmak arayla değişen kalın çizgiler sırayı uyumlandığı bir diğerine bırakır, tütün rengi koyu kahveye, kök yeşili kaya kızılına atlardı. Kantinde, yemekhanede, meydandaki çimenlerin üzerine yayılmış beklerken kalabalıkta, otobüs durağında, sinemalar sokağında bu rengarenk yelekten hemen tanırdım onu. Annesi örmüştü, bir ters bir düz. Ben renkli giymeyi sevmezdim, severdim de kendimde sevmezdim, kazak giyerdim ekseriyetle, çeneme kadar uzanan ama illa ki siyah kazaklar. Şimdi sıcak basıyor, artık boğazlı bir şey giyemiyorum.” 

Aralarında paylaşamadıkları şey kızın elinde kaldı. Son dinlenme tesislerinde nöbetçi kuaföre uğramış kadar formda olan, zamanı uzun kumral saçlarından yakalamış ve bırakmaya da hiç niyeti olmayan anne, mızmızlanan oğlundan susmasını istedi. Hafta sonu sözüm ona çocuklarla kocası ilgilenecek, ne istiyorlarsa o yapacaktı. Çantasına davranırken kocasından tarafa baktı, burnundan soluyordu. Oğlan büyük bir iştahla nihayet ona uzatılan şeyi kapıp, elindeki aletin büyülü dünyasına kaçmış olan ablasına koştu. 

Çoluk çocuk ta nerelerden gelmişlerdi, saatlerdir arabada, koltuk tepesinde. Bu da ne demek oluyordu şimdi, müdürle görüşmek istiyordu. Resepsiyondaki kız, beyaz yakasından sarkan laci boyun bağı kadar mahcup, ter içinde kaldı. Bankoya gömülü bilgisayara bakıyor, sanki aradığı şey ordaymış, biraz daha kurcalarsa bulacakmış gibi başı önde mütemadiyen tuşlara basıyordu. “Sen de bir şeyler söyle!” der gibi hiddetle kocasına döndü. Adam sus pus. Gözlüklerinin altından yüzünü sıvazladı yine. 

“Aniden kalkınca telaşlandım, “bir durak daha var,” dedim, sorar gibi. Otogara kadar yürümek istiyormuş. Büyük parkın içinden geçecek, çifte güllerin arasından E-5 e çıkacakmış, ya da öyle bir şey. Sınava çeyrek kala ezberini tekrar eden bir öğrenci gibi veda konuşmamı hazırlıyor, biraz daha kalsın istiyordum. Hedefi on ikiden vurmayı planladığım son sözler. Tek umudum onlar kalmıştı. Birbirimize yazmayı severdik, bu konuyu sona bırakacaktım, hatta şöyle olacaktı, otobüsün merdivenlerinden inerken, son bir basamak kala arkamı dönecek “lütfen yaz! Olur mu?” diyecektim. Tek bir damla göz yaşı dökmeyecek ona iyi şanslar dileyecektim. Otobüsten önce ben inseydim ki kurgu böyleydi, rüyamdaki gibi o değil ben. Ama ne yaparsam yapayım içeri alınmayı bekleyen bir köpek yavrusu kadar metanetli olabilirdim. İçimde zerre kadar umut kalmadığı halde çırpınıyor, rüyama direniyordum.”

Telaşla kafasında unuttuğu yakın gözlüklerini çantasına tıkıştırdı kadın, heyecandan eli ayağına dolandı. Ani bir kararla, tek hamlede koltuğun diğer ucuna sıçradı. Kireç boyalı duvarda, daha önce fark etmediği bir resim ilişti gözüne. Gustav Klimt’in “Öpücük” adlı eserinin kötü bir kopyasıydı. Çıplak ayaklarına yürek yaprakları dolanmış, çenesini kavrayan elden kurtulmak isteyen resimdeki kadından dikkatini otel müdürüne verdi. Gelen o olmalıydı. “Ayakta kaldınız, lütfen oturun” dedi müdür, “ta nerelerden…Hemen kahve söyle kızım.” İsmiyle hitap ettiği beyefendi sade içerdi, “yenge hanım siz?” Ardında pahalı parfüm kokuları bırakarak uzaklaşan yenge hanım da sade içiyordu. 

“O gün tam da orada, parkın bittiği köşede, ortasında süs havuzu olan çiçekli göbeğe varmadan, her zamanki gibi kırmızı ışıkta duracaktık. Son bir şans gibi. Otobüs yeşil ışığı beklerken, başımla parkı işaret edecek, kaçırdığı gözlerini aranacaktım. Belki elimi tutacak, belli belirsiz bir şeyler mırıldanacaktı. Geçen yaz parktaki festivalde, çimlerin üzerine oturmuş sevdiğimiz grubu beklerken birbirimize yazdığımız, defterimin ucundan kopardığım kağıt parçasıyla onu şaşırtacaktım. “Saklamışsın,” diyecekti. Birbirimize yazdığımız notlar arasından bunu seçmiştim. “Hiç Kimsenin Yağmurun bile böyle küçük elleri yoktur..” ikimizin de el yazısının birbirine karıştığı  Cummings’den yürüttüğümüz dizeleri cüzdanıma tekrar yerleştirirken birbirimizi ne kadar sevdiğimizi itiraf edecek, ağlayacağımızı sanan burunlarımızı çekerek uzun uzun gülecektik. Biz bunu hep yapardık ve ben emindim ki yine böyle olacaktı. Olmadı.”     

Çocuklar, kadının ucuna iliştiği üçlü koltuktan kalan boşluğu sırayla doldurdular. “Sanki başka yer kalmamış gibi…” Ellerindeki aletlerden çıkan metalik ses dayanılır gibi değildi. Müdürün internette gördükleri odayla ilgili söylediklerini duyamıyordu artık. Dik dik baktı çocuklara, kaşlarını çattı, işaret parmağını dudaklarına götürürken dakikalardır aynı sayfasına baktığı kitabı gösterdi. Ne yaptıysa kar etmedi, biri diğerinin aynısı, biri pembesi, öbürü mavisi iki velet, iplemediler kadını. 

Kız sayı yaptıkça sırtına kadar uzanan sarı saçları da onunla beraber zıplıyor ya da kaçan sayıyı ayaklarıyla tutacakmış gibi kilimin saçaklarını eziyordu. Oğlan baş parmaklarıyla ekranda patlayan, kaçışan renkleri hırsla kovalarken kız onu durmadan azarlayıp, kafasını karıştırıyor. “Sen,” diyor “daha iki level  bile geçemedin.” Hızını alamıyor, yaydığı minik ağzıyla sekizinci levelda olduğunu ekliyor böbürlenerek. İkisinin de çenelerinin ucuna konmuş, küçük bir gül goncası misali gamzeleri var, tıpkı babaları gibi. 

“İşaret parmağını çenesine, gamzesinin tam ortasına koyduğunda gönlümü almaya çalıştığını bilirdim, “çok pis düşünüyorum,” derdi gözlüğünün üstünden bakarak. Uzun etmez, hemen barışırdık.” 

Oğlan orta parmağıyla gözlüğünü düzeltirken neredeyse topu kaçırıyordu ama yakalamıştı işte, son iki balon kalmıştı, onlar da patlarsa tamamdı. Aksi gibi tam o sırada burnu aktı, kimse yokken yaptığı gibi burnunu yanlışlıkla kolunun yenine sildi. Sümük direndi, bir ucu geldiği yere tutundu, diğeri kazağın koluna. Bir an oğlanın minik, soluk beyaz burnuyla kolu arasından sızan gümüşi bir ışık parladı. 

Tünelin ucunda mesnetsiz bir müjde gibi bekleyen, varlığı dahi şaibeli bu ışık, yuvarlanarak kadının ayakları ucuna kıvrıldı. 

Kuşkusuz en iyi versiyonu olmasa da kadın, bu karşılaşmanın defalarca kurduğu hayali provalarından biliyordu. Gittikçe kuvvetlenen bu gümüş rengi ışık onun istediği her şekle girebilirdi. İçerden katlanarak büyüyen, dört ayağı üstünde durmaya çalışırken bacakları titreyen bu tuhaf pırıltı, teslim aldığı görevin idrakine henüz varmış gibi kavisli sırtını bir yay gibi gerdi ve ince belinin üzerine doğruldu. İri kara gözleri ondan beklenmedik, muzip bir iç ses gibi parladı ve kadın kaldığı sayfaya aldırmadan elindeki kitabı koltuğa bıraktı. Dizlerine kadar uzanan çizmelerinin üzerinde doğruldu. Şimdi boyu nerdeyse iki kat daha uzamıştı. Ardında bıraktığı çocuklar birbirlerine sokulmuş, gözlerini bu tüy yumağından alamıyorlardı. Kadın ona uzatılan yuvarlak ve ışıltılı eli tutarken ayağa kalktı ve uzun kuyruğunu havada bir soru işareti gibi tutarak kapıya doğru sanki bir sahnedeymiş gibi yürüdü. Öne attığı adımları sakin ve kararlıydı. Lobide çıt çıkmıyor, herkes pür dikkat onlara bakıyordu. Düzenli bir kalp atışı gibi tıkırdayan siyah rugan çizmelerin topuk sesleri dinleyenleri hipnotize etmişçesine kimseden çıt çıkmadı. 

Arabanın bagaj kapısı gürültüyle kapandığı sırada çocuklar hala korkudan ve şaşkınlıktan kaçacak delik arayan, adını oracıkta duman koydukları kedi yavrusuyla oynuyor, onu eve götürebilmek için annelerine yalvarıyorlardı. “İyi iş çıkardın,” dedi kadın, delikanlının uzattığı anahtarı alırken, “çocuklar kediye bayıldı.”  Üniversiteli çocuk kadının bıraktığı ağzına kadar kitapla dolu mağaza poşetiyle araba gözden kayboluncaya kadar arkasından el salladı.

Araba yuvarlak kayaları arkasında bırakmış, engebeli yolda sarsılarak ilerlerken kadın çevredeki manzaranın ne kadar güzel olduğunu görerek şaşırdı. Uzaktan köy evlerinin kırmızı çatıları göründü. Gelirken de aynı yolu kullanmış, kestane ağaçlarını, bir istiridye gibi açılmış dikenli kesenin içinde parlayan meyvelerini fark etmemişti. Yolun iki yanında beyaza boyanmış çitler, arkasında da sebzelerle dolup taşan tarlalar vardı. Dalları toprak yolun üstünde birleşen yüksek ağaçların altından geçerken yavaşladı kadın, önünde saman balyalarıyla yüklü bir römork sallanarak ilerliyor, her kasiste ince sarı çöpleri tüy gibi uçuşuyordu. Dallar güneş ışığını tamamen kestiğinde arka koltuktan patlayarak yanan, sonra bir yıldız gibi kayan ışıltılar yükselmeye başladı. “Game Over” yazılı şeylerin biri mavi, diğeri pembe kılıflıydı. Camı açtı ve ciğerlerini ilk defa temiz havayla doldurur gibi derin bir nefes aldı kadın, dudaklarının kenarına ince, beyaz bir papatya yerleşti. 

Yelda ugan S.

İstanbul, Beşiktaş

19/01/22

Reklam

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.