Vapur iskeleye yaklaşırken biraz ağırdan aldım. Kalbim deli gibi çarpıyordu, sanki beni karşılamaya gelmiş, iskelede bekliyordun, birazdan el sallayacaktık birbirimize. Yemyeşildi ada, güneş beyaz badanalı ahşap evlerin yüzüne vurmuş, dantelli çıkıntılarına yerleşmişti. Kırmızı kiremitlerin üstünden martılar uçuyor, mis gibi deniz kokuyordu.

“Kadınlar müzenin önüne, beyaz ferforje kapının verevine kurulu meydan pazarından, ağır filelerini, mevsimine göre belki yarısı reçellik, yarısı likörlük kızılcık yüklü pazar arabalarını dik yokuşa sürmeden önce, tarihi pastanenin duldasında, yaban güllerinin altında soluklanırlar…”
Ayraç olarak kullandığım baş parmağım dizimdeki kitabın arasındayken uzaklara daldım. Adalar yekpare tepeler gibi birbiri ardına sanki denize kıyıları yokmuş, arkaları sonsuz bir kara parçasıymış gibi ufukta dizildiler.
Laf dönüp dolaşıp sana geldi, “yok, görüşemiyoruz,” dedim. Uzaklar, yoğun iş hayatı filan. İkna olmadı, sımsıkı kapattığı dudaklarıyla başını yana yatırdı ve gülümsedi. Bu sefer yalan söyledim, “hocayla evlendiğini biliyorum,” dedim. Adada oturuyormuşsun, geçen yaz bir konserde karşılaşmışsınız, birbirinizi gördüğünüze o kadar sevinmişsiniz ki, ada şu sivrisineklerin, hani Afrika’dan gelenlerin istilasına uğramasaymış, onu dünyada bırakmazmışsın, çok özlemişsin. Ama gel gör ki uyutmuyormuş meretler. “Uğra bana,” dedi arkamdan, bir ilaç firmasının adını söyledi, “oradayım, bir öğlen yemek yeriz.”
Kat yerlerinden incelmiş kağıdı bilmem kaçıncı kere yavaşça açtım. “Neden olmasın, tabi ki, evet,” dedim yemekten sonra, kahve içecek zamanım da vardı, elbette. Yirmi küsürüncü kata, ofisine çıktık. Denizdeki küçük kara lekelere bakıp lafı hiç uzatmadan “Adı ne demiştin” diye sordum, “yerleştiği adanın?” masasından yürüttüğüm antetli kağıda hızlıca yazdım. İkinci iskelede inecektim. Gişedeki kadın sabırla, “kaçırırsan,” dedi, “tersten gelen vapura biner, ilk iskelede inersin.”
Hali hazırda sırt çantama iki çift eşofman, birkaç tişört ve spor ayakkabılar tıkıştırmak yerine, çek çekli bavulumu fularla doldurdum. Basenden büzgülü, şal desenli eteğimi de aldım. En fiyakalı uzun elbisemi, delikli triko hırkamı da. Ne kadar adalı gibi görünürsem belki o kadar iyi karşılanırdım. Bir de turuncu şeritli mor, volanlı bir şapka.
“Eski patikalardan geçecek kadar,” demedim telefonda, “bir hafta kadar” dedim. Bir hafta kalacaktım. Vapur Kadıköy’den ayrılır ayrılmaz daha Moda Burnu şuracıktayken esmeye başladı. İliklerime kadar ürperdim. Alt kattaki salona indim. Kahverengi koltuklardan en dipte olanı gözüme kestirdim. En az yirmi kişilik bir öğrenci grubu da benimle beraber salona girdi. Onlara arkamı döndüm. Düşüncelerimin dışında bana eşlik edecek yol arkadaşları istemiyordum, korkarım her ses gibi onlarınki de huzursuz ruhumda gök gürültülü fırtına etkisi yaratacaktı. Uzun deri koltuğun pencere kenarına adeta yapıştım.
Birbirimize bakarak tutkulu ve dik kafalı olmayı taklit ediyor, yetişkinleri kusurlu buluyorduk. Kusana kadar şiir okuyor, zor ağlıyor, kolay gülüyorduk, neşemiz bizi dışarıya karşı bir kalkan gibi koruyordu. Evcimen olmaya meyilliydik, kalmayı seven. Ama gençtik ve telaş içindeydik, kış güneşinin altında parladığını sandığımız ve kendimize dahi itiraf etmediğimiz o “yer” uzakta ve sisler içindeydi, gönlümüzü kaptırdığımız belli belirsiz bir gölge.
Bu büyük lafları eğer bir çırpıda söyleyebilirsem boğazımda filan düğümlenmeden, göz göze gelir gelmez İkimiz de ileri doğru püskürür gibi gülmekten kırılacak ve gülüşümüz çekilmeden daha yüzümüzden, “affet beni” diyecektim sana. Sen, incinmiş arkadaş suratı takınmayı bile bana çok görecek, soruma soruyla cevap vereceksin, “niye ki?” Sanki önemsiz bir şeymiş, hafızanda belli belirsiz bir iz bulmuş gibi yüzün buruşacak. Çay koymak ya da kapıyı tırmalayan kediyi dışarı çıkarmak için kalktığını hatırlayacak, terliğini aranacaksın. Hala vücudunun şeklini koruyan koltuğuna döndüğünde sessizliği bozan yine ilk ben olacağım.
Gece gündüz ondan bahsetmek istiyorduk, uzun ince parmaklarından, konuşan ellerinden. Bakışları nasıl da hülyalıydı, kelimeleri telaşsız, tane tane, sesi kadife gibi. Diğer hocalara benzemeyen, “birbirine yabancı olmayan elementler” in dünyasındandı o. Hatta dalgın, aksak yürüyüşüne bile hayrandık. Derslerini hiç kaçırmıyorduk, o gün kim nöbetçiyse daha erken kalkıyor, diğerleri yurtta tabldot kahvaltılarını yaparken ön sırayı tutmak için yola koyulurdu. Bu aylarca böyle devam etti ve hiçbir şey olmadı. Koca kışın ardından bahar geldi. Etrafında üst sınıfların da takıldığı İğde ağacının dallarına hayat yürüdü, bebek elleri gibi içe kıvrık yaprakları yemyeşil oldu. Nihayet yemekhanenin önündeki manolyalar çiçek açtı. Sonra kızlar tek tek gittiler. Kendilerine şefkatle bakan, sahici ve nazik sevgililer buldular. Yeni asistan artık kimsenin umurunda değildi, senden ve benden başka.
Hoca notlarını çantasına rastgele tıkıştırdığında, daha dersin bitmesine epey vardı. “İnsanların ekosisteme baskısı” dedi, sıraların arasından geçerken ve bu konuda bir şeyler yapmamızı istedi, şu ekosistem konusunda. Fakat hocanın sesi sınıfın uğultusuna karışarak açık pencereden hızla kayboldu. Gölün bu mevsimde yükselişi, yol kenarındaki akasya ağaçlarının etrafına turkuaz rengi belli belirsiz halkalar oluşturan kımıltısı gibi gitti hoca.
Okaliptüs ağaçları geride kaldığında yolun sonuna geldiğimi fark ettim. Benzinliğin karşısındaydım, yurtlara giden yolun başında. Seni orda, duraktaki bankta ne kadar bekledim kim bilir. Homurdanarak gelen otobüslerin kırmızı suratlarını her gördüğümde ayağa kalktım, sabırsızlanıyordum. Tıslayarak önümde duran, dev bir akordiona benzeyen, körüklü gövdeleri öne arkaya yaylanarak beni toza toprağa bulayan, seni otogardan getirecek her otobüse baktım. Nihayet seni gördüğümde o gün okulda ne olup bittiğini annesine daha kapıdan girmeden anlatan küçük bir kız çocuğu gibi, kıvırcık saçlarını zapt edemeyen şifon bağına, boynundan çapraz geçirdiğin bez çantana, haki pantolonunun koca ceplerine, ucunda kadın işaretleri sallanan küpelerine ne var ne yok boca ettim, sandaletlerine kadar.
“Beni görünce sevindi,” dedim. Oysa kapıdan gözünü alamamıştı. Sanki birini daha bekliyordu. “Beklediği sendin,” diyecektim demedim, orayı sona bıraktım. “Sadece ikimiz vardık, o ve ben,” diye devam ettim.” Ona yardım edip edemeyeceğimi sordu. Mermer kaplamalı masanın önünde eğildi ve en alt çekmeceden çıkardığı iki adet A4 kağıdı kırmızı bir kalemle yukardan aşağıya indirdiği dik bir çizgiyle ikiye böldü. Tek gözünü dayadığı mikroskoptan ayrılmadan söylediği rakamları en güzel yazımla alt alta sıraladım. Arada bir tek ayağının üstüne ağırlığını veriyor, istediği tüpleri renklerine göre camlı dolaplardan ona getiriyordum. İki saat kadar bu böyle sürdü. Sürekli seni düşünüyor, geçen her dakikayı zihnimde sana aktarıyordum. Bir çift siyah inci gibi, gömleğimin içinden sütyenim görününceye kadar eğiliyor, onun benden tarafa bakmasını bekliyordum. Sen buna ne derdin acaba? Nihayet kafasını kaldırdığında, alt dudağımı içime alarak davetkar bir bakışla gülümsedim ona. Kapıyı kapatmasını ve kalın siyah perdeleri çekmesini bekledim evet.”
Hayır hayır! Böyle olmadı yani sana anlattığım gibi olmadı. Ne kapıyı kapattı ne de perdeleri çekti. “Geç oldu,” dedi, “benim biraz daha çalışmam gerekiyor, ana kapı kapanmadan gitmelisin.” Bundan daha fazlası olmalıydı, gitmeye niyetim olmadığını göstermek için masaya yaslandım. Pencereden içeri sızan çiçek kokularını fark ediyor muydu? Havalar ısındığı zaman o da dersleri kırmak ister miydi? “Öğrenciyken yani.” Geçen hafta yaptığımız gibi göl kenarında bir daha ne zaman ders anlatacaktık? Anlaşılan olmayacaktı, o yavru kedi bakışını bilirsin, çok işi varmış. Vazgeçtim. Oysa üst ranzaya, şehrin ışıklarının alacalı bulacalı renklerini o daracık aralığından seçmeye çalıştığımız pencereye karşı uzandığımız gecelerde anlatacak daha çok şeyim olsun isterdim. Koridorun sonuna kadar beni geçirdiği için ona teşekkür ettim ve boş merdivenlerden koşarak indim. “Saatlerce öpüştük” diye anlattığım gün böyle bitti işte!”
Vapur iskeleye yaklaşırken biraz ağırdan aldım. Kalbim deli gibi çarpıyordu, sanki beni sen karşılayacaktın. Yemyeşildi ada, güneş beyaz badanalı ahşap evlerin yüzüne vurmuş, dantelli çıkıntılarına yerleşmişti. Kırmızı kiremitlerin üstünden martılar uçuyor, mis gibi deniz kokuyordu. Vapurun merdivenlerine varmadan bavulumun kulpu gömüldüğü yerden inatla çıkmak istemedi, yolu tıkamamak için yana çekildim. İttim, bastırdım, sağa sola çekiştirdim ama nafile. Çaresiz uzun kenarındaki kulpla idare edecektim. Gruptan iki erkek öğrenci gülümseyerek aldılar elimden bavulu, tek kelime etmediler. Ne teşekkür ettiğimde ne de soru sorduğumda cevap vermediler. Sadece gülümsediler. Çocuklar arkadaşlarına yetiştiğinde öğretmen herkesin toplandığına emin oldu, onun her hareketini dikkatle okuyan onlarca çift göz öğretmenin maharetle kullandığı elleriyle saatini, iskeleyi ve birazdan tırmanacakları yokuşu hayatta kalmalarının tek şartıymış gibi gözleriyle dinlediler.
Orada burada güneşlenen adalı birkaç kedi dışında varlığımı kimse umursamadı, onların da bir bakıştan ibaret ilgileri uzun sürmedi. Beyaz badanası yer yer aşınmış ahşap bir bina olan otelim iskeleye çok yakın. Güçlükle taşıdığım bavulumu daha kapıdan girer girmez elimden alan gençten bir çocuk iki hamleyle kulpu gömüldüğü yerden çıkardı. Daha ben teşekkür etmeye, bavulun vapurda çıkardığı rezaleti anlatmaya fırsat bulamadan kahramanım bankonun arkasından geçti ve odamın anahtarını uzattı.
Yılın bu aylarında otel sakin olurmuş denize mi bakmayı tercih edermişim, ormana mı? “Deniz,” dedim. Gelen giden yolcuları izler, oyalanırdım biraz, düşüncelerim dağılırdı, bana eşlik etmelerini istemiyordum artık. Hatta buraya neden geldiğimi unutturan her şeye büyük bir ilgiyle yaklaşıyor hafifliyordum bile. Karşımda bir sonraki adanın uzun oturmuş zümrüt yeşili endamı, ufukta koyulaşan denizin dingin mavisi, batan güneşin vapur camlarına bıraktığı sarı ışık. Çocuklar iskeleye yine gittikleri gibi grup halinde döndüler, sağ salim tam sayı gelmiş olmalılar ki öğretmen, bir banka oturmuş, etrafındakilere kolaylıkla kullandığı elleriyle kesintisiz, ara vermeden anlatıyor. Pür dikkat gözleriyle dinliyor öğrenciler onu, hepsi gömlek ya da tişörtle kalmış, ince, baharlık montlarını bellerine sarmışlar. Güneşten kızarmış yanaklarından, parlayan gözlerinden neşe akıyor. Resepsiyonu arayıp bir bira söyledim. “Buz gibi olsun lütfen!”
Ancak evcil hayvanların gidebileceği kadar uzağa gittim. Kızıl çamlardan, kiliseden, Marta’nın evinden, İstanbul’un grisinden izler bıraktım kendime, mimozaların sarı hayallerine kapıldım. Rastladığım her kadına, (biz yaşlarda olsun olmasın) dönüp bir daha baktım. O gün sen giderken kıpırdayacak mecalim kalmadı. Dermansız suçluluk duyguları içinde kıvranıyordum, eve gitmek istiyordum, dünden önceki eve.
Adaya gelişimin dördüncü günüydü. O tuhaf ve yapışkan huzursuzluğum yavaş yavaş aralandı, iyi gelmişti ada bana, hafifliyordum. Tarihi pastaneye kadar yürüdüm. Dün geceki yağmurdan kalan kokuyu çektim içime, taze toprak kokusunu. Dışardaki masalardan birine oturdum. Pötükare masa örtüsünün ucuna yarısını kemirdiğim kurabiyeyi iliştirdim ve göz ucuyla onu kollamaya başladım. Etrafı sanki kırmızı bir kalemle çizilmiş gözlerini benden ayırmadan, kurabiyeyi tek hamlede kapan martı iskeleye doğru uçtu. Rezerve yazılı metal tableti masadan kaldıran ve sandalyesini çeken beyaz önlüklü garsona, sanki şu an en çok ihtiyacı olan şey birisinin onu, onun yerine düşünmesiymiş gibi, minnetle, İnsana güven veren o nezaketiyle gülümsedi. Saçları seyrelmiş, yaşlanmış biraz. Sürekli başı önde, çantasından tomar halinde bir deste buruşuk kağıt çıkardı ve okuduğu her neyse ondan başka bir şeyle ilgilenmedi. Kumral sakallarına kır düşmüş, biraz göbeklenmiş sanki. Arada bir sırtıyla havaya kaldırdığı gözlüğünün altından işaret parmağıyla gözlerini ovuyor, sonra tekrar okumaya devam ediyordu. Garsonun övgüler dizerek getirdiği kahvesinden büyükçe bir yudum aldı ve yüz kasları gevşedi. Geceleri kaçıncı kitabını yazıyordur kim bilir. Yağ yeşili bir hırka var üzerinde, senin sevdiğin gibi, kadife pantolonunun dizlerini şöyle bir çekiştirip bacak bacak üstüne attı.
Vapurun ikinci kez çalan düdüğünün ardından telaşla kalktı, iskeleye doğru koşar adım uzaklaştı. O zaman da yüreğimi hoplatmazdı, öyle heyecandan deliye filan dönmezdim onu görünce ama derslerini dinlemeyi severdim. Herhangi bir yerde herhangi bir şekilde karşılaşmış olsaydık gider elini sıkar ona öğrettiği her şey için teşekkür ederdim. Sen sevince ben de severdim, sen neyi beğenirse ben de onu beğenirdim, ödüm kopardı uzağına düşmekten. Kendimden beklediğim senin gibi olmaktı. Seni kampüs durağında beklediğim o sabah, yüzündeki “anlatacaklarım var” gülüşünü kaçırdığım günden beri arıyorum. Yaşlı garsonun sesiyle irkildim. “Hayır,” dedim, teşekkür ederek. Şimdilik bir şey istemiyordum. Göğüs cebinden çıkardığı ikiye katlanmış zarfı uzatırken, “hocam bıraktı,” dedi. “Sizin için.” Bir de kahve ısmarlamış bana, senin sevdiğin gibi az şekerli. Üniversite antetli bir zarf. Kalbim boğazıma kadar dayandı, bir hamle daha yapacak, çıkacak yer arıyordu yana yakıla. Gözlerime aynı anda yüzlerce iğne battı, ellerimi zapt edemiyordum.
Garsonun dediği gibi ahşap konaktan sağa döndüm. Aynı anda tek kaşı havada, kelek kavunları koklarken turşuluk biberi soran kadınlar hep bir ağızdan Yalova’lı esnafa fiyat kırdırana kadar pazarlık ediyorlar. Çocuklar oflaya puflaya annelerinin ardından pazar arabalarını sürüyor, yazdan kalma rengarenk elbiseler bedava, yok böyle fiyat, son kalanlar bunlar. Konservelik domates alınacak daha, kurutmalık bamya, oğlan mücver sever, kız kereviz, bey kızartma. Elimde kat yerlerinden açık, “seni bekliyor” yazılı kağıtla, tahta tezgahların arasından kendime yol arandım. Gagası pembe lekeli martı, bahçesinden mimozalar sarkan eve doğru uçtu.
25/12/21, Bitez
Yelda Ugan S.