Eğer yazıyorsanız bu mutlaka başınıza gelmiştir. Zihninizden kelimeler nazlanmadan akar, yerini bilir ve gelen diğerini çağırır, zahmetsizce betimlemeler yaparsınız. Gördüğünüz yaşlı bir teyzenin eprimiş tüvit mantosundan şahane imgeler yaratırsınız ama siz o sırada markette kasa kuyruğunda, teyze de sizin önünüzde elinden geldiği kadar yavaş sepetini boşaltıyordur. Ya da sokakta yürüyor, metroda ineceğiniz durağa yaklaşıyor olursunuz. En kısa zamanda masaya oturur kağıda ya da bilgisayar ekranına dökmeye çalışırsınız o kelimeleri ama inat eder gelmezler. Kağıt kalem elinizde bahtsız bedevi gibi öylece beklersiniz. Ne yapsanız olmaz artık.

Düşünürken kullandığımız dille yazmaya bilinç akışı tekniği deniyor. Virginia Woolf’un Mrs Dalloway’ini okurken bu teknik görece kolay göründü gözüme ve denemeye karar verdim. Cahil cesaretim sen çok yaşa.
İşte başlıyorum. Bir saat zamanım var. Kalemi kaldırmadan haldır haldır yazmakla karıştırıyor olabilirim ama ilk deneme için iyi bir yöntem.
You Tube dan bir kaç video seyretmiştim. Bir süredir de ev işleri yaparken bilirsiniz işte ütü, bulaşık, çamaşır filan kulaklıkla kitap dinliyorum, işlerin ruhu hafifliyor. Bir gün Orhan Pamuk’un Sessiz Evi’ni dinledim. Bilerek değil tesadüfen seçmiştim ve Pamuk da kitabında bilinç akışı tekniğini kullanmıştı.
Dinlemek okumaktan daha çok işe yaradı. Belki de elim işte kulağım seste olduğu içindir. Ama radyo dinlerken aynı şey olmuyor, bir süre sonra ilgim dağılıyor, konuşmaları takip edemiyorum.
Bugüne kadar bu teknikte yazılmış en bilinen ama en az okunan, otuzlu yaşlarımda kırkıma, kırklı yaşlarımda da ellilerime havale ettiğim Ulysses için mevzu bambaşka. İlk yirmi sayfadan sonra karar verdim; hipnozla filan ancak okurum herhalde.
Elena Ferrante’nin Belalı Aşk’ına gelince, ince bir kitaptı ve görece daha kolay oldu. O zamanlar Ferrante’ye duyduğum tutkulu aşk yeni başlamıştı ve reçete bile yazsa okurdum.
Ne diyelim? O zaman elde var bir; en azından benim için bilinç akışı tekniğiyle yazılmış kitapları dinlemek okumaktan daha kolay.
Ya yazmak? Yapmak istediğim ya da yapmaya niyetlendiğim şey yazmaktı ama gördüğünüz gibi müdürünün mazeret iznini fırsat bilen yardımcı müdür gibiyim bir kere kapmışım mikrofonu vermek istemiyorum. Söyleyecek bir şeyim olsa bari.
Eğer yazıyorsanız bu mutlaka başınıza gelmiştir. Zihninizden kelimeler nazlanmadan akar, yerini bilir ve gelen diğerini çağırır, zahmetsizce betimlemeler yaparsınız. Gördüğünüz yaşlı bir teyzenin eprimiş tüvit mantosundan şahane imgeler yaratırsınız ama siz o sırada markette kasa kuyruğunda, teyze de sizin önünüzde elinden geldiği kadar yavaş sepetini boşaltıyordur. Ya da sokakta yürüyor, metroda ineceğiniz durağa yaklaşıyor olursunuz. En kısa zamanda masaya oturur kağıda ya da bilgisayar ekranına dökmeye çalışırsınız o kelimeleri ama inat eder gelmezler. Kağıt kalem elinizde bahtsız bedevi gibi öylece beklersiniz. Ne yapsanız olmaz artık.
Bir kaç gün önce sabah ritüellerimden birini yapmak üzere evde kulaklığımı taktım. Çamaşır mı seriyorum, sebze mi doğruyorum ne yapıyorsam artık, bu arada dışarda kitap dinlemem sadece evde, neyse J. D. Salinger’in Çavdar Tarlasında Çocuklar’ını dinliyorum. Bana gene bir haller oldu. Sanki kitap bir yerde dursa ve Salinger bana sen devam et dese tamam diyecek, ordan yürüyecektim.
Ve Salinger’le beraber bir şey daha oldu. Belki o yüzden de bu kadar yükselmiş olabilirim. Bilinç akışı tekniğiyle yazmak illaki dram demek, depresif bir ruh hali, kötü bir mod, acılar filan demek değilmiş. Yani şöyle sanmıştım; insanın düşünürken doğası gereği kaçınılmaz bir şekilde içi kararacak, hep kötü şeyler gelecek aklına ve ordan şimdiyle geçmiş arasında derin kuyulara girip çıkacak. Meğer öyle bir zorunluluk yokmuş bu akan şeyi yazarken. Çavdar Tarlası komik, samimi, güldüren bir kitap, kimseye kızmıyorsunuz. Kimsenin kahraman olmak gibi bir niyeti ya da isteği yok. Üstelik yayımlandığı 1951 Amerikasında ahlaka aykırı bulunduğu için sansürlenmiş. 78’de liselerde okutulurken komünizm propagandası yaptığı için tekrar tü kaka oluvermiş. Olaylar ana karakterin yatılı olarak okuduğu okuldan atılmasıyla başlıyor ve kendi kafasına göre çıktığı üç günlük yolculukla devam ediyor. Karaktere göre modern çağın insanları mutsuz, yapmacık ve sığ, o da bu insanlardan kaçmaya çalışıyor. 17 yaşındaki Holden’i dinlerken eğleniyorsunuz ama onun yaşında olsam eminim daha çok eğlenirdim. Herneyse, bu kategori dışı kitap biraz daha kapsamlı anlatımı hak ediyor diye uzattım yoksa niyetim bir kitap incelemesi yapmak filan değildi.
Yine de biraz bekleyince, normalleşince yani, rasyonel aklımla düşünüyor ve bu teknikle roman yazmanın, yani sanki daha önceden kurgulanmamış bir yerden roman çıkarmanın mucizevi sonucuna cahilce hayret ediyorum. Yine mi güzelim ne?
Belki de bilinç akışıyla kitap yazmak benim tarzım değil. Neyse, şimdilik düşünürken kullandığım dille yazmaya devam ediyorum.
Ben düşünmeye başlayacağım. Ya da kendimi düşünürken yakalar yakalamaz bilgisayarın başına geçip kendi kendimin sekreteri olacağım. Yazarken düşünecek miyim ya da düşünürken yazacak?
Bir yerden başlayalım o zaman. İmgeleme denilen şey benim oldu bitti kafamı kurcalar, imgelemek hayal kurmak mı? Duyduğum ya da okuduğum bir şeyi kafamda canlandırmak mı? Olmayan bir şeyi oldurmak, yani hayal gücü mü? Zihnimde, düşüncelerimle beraber akıp giden her şey benim imgelemim olabilir mi?
Resepsiyonda duran paketler ne kadarı bana ait? Hiç film, dizi, televizyon seyretmeseydim tüm imgeler benim olur muydu?
Gözlerim kapanıyor, kahvaltıda yediğim kırma zeytinli salataya bir diş de sarımsak koymuştum ondan mı oldu, tansiyonum mu düştü acaba ya da bu bilinç akışı denen düşünce dilini hafife mi aldım.
Bir türlü konuya giremiyorum. Hazineye ulaşmak için sandığı açıyorum, içinden bir tane daha çıkıyor.
Daha resepsiyonu bile geçemedim, kayıt da yaptırmadım, odamın anahtarını almadım. Merdivenlerle ya da asansörle çıkmadım, odam hangi katta bilmiyorum. Bavulum var mı, varsa ağır mı? Kabin boy mu, kaç günlüğüne geldim onu da bilmiyorum. Tersten işleyen bir şey olsa bari, bak buna bayılırım. Yani tersten varılan şeylere, her geçiş bana yeni bir bölüm olarak gelse. Kendi kafamdaki filmi seyretmek üzere sinema koltuğuna oturmakla başlasam. Filmin sonuna kendimle beraber şaşırsam mesela.
Olmadı bir kayanın üstünde erken baharın, Mart güneşinin altında gevşedim biraz hepsi bu kadar der bir daha denerim.
Bir de Anthony Burgess’in yazdığı Otomatik Portakal vardı ama kalkamam şimdi.
Yelda UGAN
14/01/20, Kalamış