Tren yılankavi rayların üstünden Endülüs‘e doğru süzüldükçe güneş gören topraklar kırmızıya çaldı, tarlalar çimlendi, kilometrelerce süren bir zeytin denizi başladı sonra.

21 Ocak, Salı
Madrid bugün 6 derece, hava bulutlu ve çok rüzgarlı. Haziranın canlı bozkır renkleri yok şimdi. Uçak alçalırken kışı geçirmek üzere bırakılmış tarlaların kahveden siyaha çalmış yüzleri hasta gibi görünüyor. Yeşilin feri kaçmış, boz renkli, dalları çıplak ağaçlar üşüyor, büzülmüş, içine kaçmışlar. Ara sıra havalandırılmış, yeni sürülmüş toprağın şeftali allık rengi kareleri, soluk kumaşa eklenmiş yeni bir yama gibi duruyor. Ressamların namını duyup dünyanın dört bucağından ışığını çizmeye geldikleri güneş güzellik uykusunda.
İndiğimizde, bayan Gloria bizden hızlı davranmış, Kuzey batı İspanya’yı çoktan etkisi altına almış diye duyduk. Demek ondan yukarda o kadar sallanmışız. Kasırgayı akşam haberlerinin ilk sırasından, televizyon ekranlarından seyrettik. Dev dalgaların altında kalan yollar, köprülerin altından delirmiş gibi akan çamurlu sular, suya batmış arabalar, ağaç kökleri, kırılan camlar sanki çok uzak diyarlardaki ülkelerden gelen felaket haberleri gibiydi. O tarafa kalkacak olan tüm uçuşlar iptal edildi. Aktarmalı gelen Barcelona yolcularını Barajas havalimanında bıraktık ve Güneye, Endülüs’e doğru yola koyulduk. Por favor mi amor.

Madrid Puerta de Atocha, Madrid Tren Garı,
Tren garlarını çok severim, aslında kim sevmez ki? İster on haneli küçük bir kasaba istasyonu olsun ister böyle 27 m yüksekliğinde 157 m uzunluğunda çelik ve camdan yapılmış bir çatısı olsun. Hem de 1892’de, daha Paris’ten yeni gelen, ayağının tozuyla işe girişen dövme demir ustası Gustave Eiffel‘in eli değdiyse.
Atocha’dan, İspanya’nın kalbi Madrid’den örümcek ağı gibi her yere uzanan tren seferleri var. Ave high-speed-train of RENFE olanından hızlı trenler ya da orta mesafeliler. Biletler uçak bileti gibi, saatine ve tarihine göre fiyatlar değişiyor. Barcelona, Toledo, Malaga, Zaragoza, Valencia, Sevilla, Cordoba ve daha bir dolu şehire dev bir sürüngen gibi trenler vızır vızır işliyor. O yüzden de çok kalabalık burası. Ama yukardaki dev saatin yelkovanı veya trendeki dijital saatin yelkovan dijiti yerini bulduğu an tren hareket ediyor ve kalabalık birikmeden akıp gidiyor. Bozkırın ortasında, öğleden sonra siesta saatinde yemek yiyecek restoran bulamadığımız bir Akdeniz ülkesindeki bu dakikliğin önünde şapka çıkarıyorum.

Çelik çatının altında küçük bir sera kadar kalmış dev palmiyeler ve tropik ağaçlarla süslenmiş botanik bahçesi, kafeler, banklar ve çeşit çeşit dükkanlarıyla dünyanın en ihtişamlı garlarının birinde etrafı geniş bir zamanın içinde kaybolmuşum gibi büyük bir iştahla, hayranlıkla izliyorum. Bir sergiyi gezer gibi saatlerce takılabilirim buralara. Sonra bir ara Atocha’nın karşısındaki Reina Sofia müzesine gider Picasso‘yu, Joan Miro‘yu ziyaret ederim. Kim bilir belki gizlice Guernica‘nın fotoğrafını bile çekerim.
22 Ocak sabahı saat 10:00, Sevilla treni
Kompartımana yerleşir yerleşmez restorana gitmek için sabırsızlanmaya başladım. Pencere kenarı bir masaya oturacak, daha geniş, en geniş açıdan akıp giden manzarayı seyredecektim. Çektiğim fotoğrafların tamamı yamuk yumuk çıktığı için silecek ama tekrar ve tekrar deneyecektim. Biraz okuyacak, biraz yazacak ama daha çok, pencereden bakarken hayallere dalacaktım. Aklıma kötü hiç bir şey gelmeyecek sadece bir geri zekalı gibi görünmemek için ağzımın kenarından akan gülüşüme sahip çıkacaktım.
Oraya varmak için geçtiğim üç kompartımanın her birinden daha küçük bir mekandı restoran. Sağlı sollu iki pencere önünde sadece birer ahşap bar vardı. Ve ancak ayakta bir kahve içimiydi etrafın seyirliği. Ortadaki yarım daire bankonun önünde beklerken hiç acele etmedim. Sabırsızlanmadım, sıranın bende olup olmadığını umursamadım. 2.5 saatlik bir yol için oldukça şık giyimli kadın ve erkekler siparişlerini beklerken yüzlerini bankonun arkasındaki mavi gömleği RENFE armalı esmer baristaya dönmüş, trenin hafif sarsıntısıyla kıpırdanıyor, telefonla ya da birbirleriyle anlamadığım ahenkli bir dille konuşuyorlardı. Bankoya yaslanıp hafifçe yolculara doğru döndüm. Artık bir Almodovar filminin içindeydim sanki, dışarda hızla akıp giden manzara umurumda değilmiş gibi yaptım ve onları taklit ederken her şeyin ritmine ben de uydum.

Tren yılankavi rayların üstünden Endülüs‘e doğru süzüldükçe güneş gören topraklar kırmızıya çaldı, tarlalar çimlendi, kilometrelerce süren bir zeytin denizi başladı sonra. Güneş enerjisi platformları denizin içinde plastik birer atık gibi gelip geçtiler. Çeşitli yanılsamalar yaşıyor, hayretler içinde kalıyordum. Birbirimize bu kadar yakın durduğumuz, hiçbir yere görünmez iplerle asılmış bulutlarla göz göze geldik. Köylerde gördüğüm beyaz badanalı kilise kuleleri ve yanlarında bin yıldır duran Roma kalıntıları da olmasa Ege’den, Çukurova’dan geçiyor gibiydik.
Cordoba‘dan sonra turuncu benekli portakal bahçeleri başladı. Sevilla’da da yağmur, burda aktarma yaptık, hızlı trenden orta mesafeli olana geçtik. Daha az konforlu, daha yavaş ama çok sakindi. Cadiz treninde uyumuşum biraz. Yağmur trenin penceresinde bıçak çentiği gibi izler bırakmış, ardındaki ıslak tarlalar suratlarını asmış belli belirsiz somurtuyorlardı.
Kompartımanda bizimle beraber 5-6 kişi ya var ya yok. Herkes telefonunu kurcalıyor, kimse camdan dışarı bakmıyor. Solumda oturan altmış yaşlarındaki kadın telefonunu çantasına koydu ve üçe katladığı gazetesinde su doku çözmeye başladı. Kırmızı rujlu çok güzel bir kadındı, sırt çantamda epeyce arandım ama yanımda bir dudak nemlendiricim bile yoktu.

Cadiz’e yaklaştıkça gelecek istasyonu haber veren anonslar da sıklaşmaya başladı. “Proxima estacion Jerez de la Frontera” İspanyolca’da “j” harfi “h” okunuyor, yaklaşan istasyonu trendeki kadın sesi “Herez” diye iki kez tekrarladı, ben de bir kaç kere üst üste önce içimden sonra mırıldanarak onun gibi Herez dedim, de la Frontera. Burası yarısı sarı yarısı mavi şal desenli çinilerle kaplı küçük bir istasyon. İki metre boyunda oval ahşap ve cam kapılar var yan yana. Kapılar kapalı, bir şey görünmüyor. Belki içi de çok güzeldir. Kesin çok güzeldir.
Biz San Fernando‘da ineceğiz, Cadiz‘den önceki son istasyonda. Her anonsta telaşla kıpırdanıp dikkatle dinliyoruz. Palmiye ağaçları ve bir kaç katlı beyaz badanalı evlerin damları bir alçalıp bir yükselerek sıklaşmaya başlıyor.
Yelda UGAN
05/01/2020, Beşiktaş
“Belki içi de çok güzeldir. Kesin çok güzeldir.” bence de kesin güzeldir….
BeğenLiked by 1 kişi