Amarula

Sabah başlıyorduk içmeye, ayıp olmasın diye Türk kahvesi de söylüyorduk D plajda. İspanya’dan getirmiş, kahvemize karıştırıyor sahile iniyorduk beraberen. Büyüksün amarula, büyülüsün! Aylardan Ekim’di, yalılardan Bitez. Sahili çevreleyen begonvillerin arasından Kos adasını, beyaz yelkenleri, lacivert Ege’yi, güneşi ve seni gördüm, sen de beni. Nice yaşlara, nice yıllara arkadaşım. Halbuki kırık buzlarla servis yapacaktın, daha sular buz tutmadan…:))

Serap Ökan’la

Bursa otogarındayım. Muavin ve kaptan vedalaştılar. En önde oturuyorum, direksiyonu kollarıyla çepeçevre saran kaptanın arkasında. Seyitmiş çocuğun adı. Yirmilerinin başında daha, belki de değil, yaşları pek tutturamam, o yüzden de tahminimden küçük söylerim hep. Yola muavin değişikliğiyle devam edecektik, görünen oydu. Mükemmel yanlış anlamalarımdan biri daha. Kaşla göz arasında direksiyonu başka bir kaptan kollarıyla sardı. Seyit yine servis masasını koridorda gezdirirken bir aşağı bir yukarı, tanıdık bir yakınlıkla sordum. Sıcak suyu yine yok. Çayı, kahvesi hak getire. Onun tek yolcusu, kaptanı. Diğerleri gelip geçici.

Manisa’ya gidiyorum. Epik bir yolculuk hayaliyle kuruldum bu koltuğa, “en önden olsun” dedim, bankonun arkasındaki yelken kulaklı, içe çökmüş avurtlu, kavruk suratlı adama. Bir tek gözleri onun gibi değildi. “Lütfen!” dedim, ona benzemeyen gözlerinin hatırına. Geniş ekranda yolu seyretmek istiyordum. Ne yazmak ne dinlemek ne de okumak. Ama olmadı, boz bulanık gökyüzü floresan bir lamba gibi uzun ve sıkıcıydı. 

Balıkesir’e ramak kala Değirmen Boğazı‘nı tanıdım. Demek hala eski yoldaydık. Bağlar bozulmuş, pamuk tarlaları boş, yaşlı zeytin ağaçları Asteriks gibi yarım fıçılarda bekleşiyorlar, bir düzine kadar varlar. Kim bilir nereye kök salacaklar bu yaştan sonra. Olmadı, o aradığım tadı yine bulamadım. Bir zamanlar ne kadar da vazgeçilmez olduğunu dahi unutmuş eski yol. Demans geçiriyor, kim olduğunu bile hatırlamıyor. Soracak kimsecikler yok, bütün restoranlar kapalı, gelene gidene el eden incir tezgâhları boş, halbuki kavun olur daha, üzümün de zamanı buralarda. 

İyice yaklaştık, son umudum Spil bile bana mısın demedi, uyukluyor, çekmiş üstüne kalın sisten bir yorgan, puslu bir takke, al sana en epiğinden bir otobüs yolculuğu.

Oğlum karşıladı beni, teyze deyip duruyor münasebetsiz. Kocaman olmuş, sağ kulağında kurşuni, metal bir küpe, hem telefonla konuşuyor hem direksiyonla dans ediyor adeta, akşama arkadaşlarıyla program yapıyor. Hafiften bozuluyorum. Artık dizimizin dibinde oturmuyorlar. Yalvarırdık annesiyle, iki dakika gitsinler diye, ne isterlerse yapar, dondurmaları uzatırken “bu son,” derdik yalancıktan. Artık dolaysız bir ilişki kurmanın ya da üstü kapalı bir suç ortaklığı beklemenin bir alemi yok. Ergen onlar.

Sevdiğim yemekler anne elinden, demek bekliyorlarmış beni. Salonda oturduk, ince belli bardaklarda çay içtik, komşular geldi hoşgeldine. Bir gözüm bir kulağım hep onda, evde olmak gibi bir şey. Hatta bir tık üstü, onun evinde, misafirlikte.  

Ben İzmir’i onunla tanıdım ve sevdim, yarın gidiyoruz. Körfezde bir “Paris Havası” almaya. Tıpkı yıllar önce gerçeğini de ilk kez beraber soluduğumuz gibi.  

Yan yana veyahut gelişi güzel park etmiş, hatta eserlerden birinin önüne kadar girmeyi başarmış pusetler vardı girişte. Bebekler, gençler, öğrenciler, çocuklar, kadınlar ve erkekler; sergiye ilgi muazzam! Dışarda hava çok güzel olmasına rağmen İzmirliler maaile buradalar. Kordon’a bakan yüksek tavanlı tarihi bina eski Fransa konsolosluğu. Fransız hükümeti Arkas Holding‘e tahsis etmiş binayı, ev sahipleri de bugünlük bize.

Orta yaşın epey üstünde iki kadın, “anlamasak da fotoğraflara ve resimlere bakmak bile yetti,” diyerek günün kalan kısmını yine buralarda geçirmek üzere muhtemel Alsancak’tan girdikleri sokağın deniz tarafına döndüler. Biz de öyle yaptık. Prado ve Reina Sofia müzeleri geldi aklıma, bedava girecekleri saati bekleyen yaşlıların uzun kuyrukları. Ben mahallemde o kadar yaşlıyı bir arada ancak seçim günleri görebiliyorum ne yazık ki.

Sergi 45-68 yılları arasında Paris’te bulunmuş Türk sanatçıları bir araya getiriyor. Bu kentin 2. Dünya savaşından sonra sanatçılara tanıdığı özgürleştirici fırsatlar dışardan her ne kadar hoş görünse de içerde onları nasıl yaktığına bir bakıp çıkacağız. 

İlhan Koman’ı hemen tanıdı, “Akdeniz Heykeli” deyince ben de aydım. Tüneldeki Yapı Kredi yayınlarının ikinci katında sergileniyor şimdi. Vahşi bir hayvan gibi, ya da azılı bir minotor. Halbuki o kapalı yer sevmez, dışarda olmak ister, gelene geçene, kara, yağmura, güneşe, rüzgâra karışmak. Akdeniz onu adı, hürriyet. 

Yaklaşık elli küsür sanatçı arasından, hakkında az da olsa bir şeyler bildiğim, tanıdığım, adlarını daha önce duyduğum bir kaç sanatçının mektuplarından, defterlerinden veya günlüklerinden yürüttüğüm alıntılar. Belgeler de cabası.

Güzin Dino’nun kaleminden, 

17. yy. dan kalma Schola Cantorum aile pansiyonu 

Dünyanın dört bir yanından farklı alanlarda Frankofon öğrencileri iki yıllığına Fransa’ya davet eden bir programla Türkiye’den ilk giden ressam Avni Arbaş oluyor. Arbaş bu pansiyonda bir oda kiralıyor. Zamanla birçok sanatçının, aydının bir tür komün hayatı yaşayacağı bu pansiyon Paris’teki Türk kolonisinin ve Türkiye’den gelen aydınların buluştuğu önemli adres.

Nurullah Berk’in bir sergi öncesi yolladığı mektuptan.

Sergiye Türkiye de iştirak ediyor, resimler Ege vapuruyla Marsilya’ya geliyor. Türk sanatı ilk olarak Avrupa’nın büyük bir merkezine ayak basmış olacak. Tesirin mükemmel olacağına kaniyim. Garp sanatının bir hayli bocaladığı ve dejenere olduğu bu sıralarda resim Rönesans’ı, acaba bizden mi gelecek. Buna inanacağım geliyor. Ex Orient Lux bir kere daha doğru mu olacak.

Sabahattin Eyüboğlu Sorbonne’da felsefe doktorasına başlıyor. Varlık dergisine Paris mektupları başlığında düzenli olarak yazı yolluyor.

Bugünün Türk Resmi, Dünün Türkiye’si sergisi açılıyor.

Sergiyi hazırlayan Nurullah Berk Fransa’da karşılaştığı ortamı anlatıyor.

Paris dünyaya susamıştı. Dünya sanatının, evrensel fikir akımlarının rahatlıkla yayıldığı bu şehir, savaştan kurtulur kurtulmaz gözlerini dışarıya, başka memleketlerde olup bitene çevirdi.

İlhan Koman 45 sonrası Devlet güzel sanatlar akademisinin burslu gönderdiği ilk öğrenci grubunda. “Aslında desen çizmekten kurtulmak için desen çizerdim. Anekdottan, doğa taklidinden kurtulmak için binlerce desen çizdim.” diyor, Paris anılarında.

Nedim Günsür, “ben uzun ve zengin geleneği olan, sorunları başka bir toplumun insanıydım. Sanat, kuramlardan değil, yaşamdan kaynaklanıyordu. Kendi yaşamımdan yola çıkmalıydım. Bir Fransız gibi tavır alamazdım. Benim tavrım başka olmalıydı.”

Londra’da eğitim gören Can Yücel Paris’e gelir,

“1948 lerde resmi çok sevmiştim,

Natürmort olacaktım neredeyse.”

Aralarında Atilla İlhan’ın da bulunduğu bir grup genç Türk aydın Nazım Hikmet’i kurtarma ve eserlerini yayma komitesini kuruyor bu sayede Aragon, Sartre, Beauvoir, Camus, Picasso, Montand gibi isimler Hikmet’in özgürlük savaşına destek veriyorlar.

Bir mektubunda Şadi Çalık, “İşte Paris, uzun senelerin rüyası fakat hala sükût ediyor. Ne zaman konuşacak, herhalde ben Fransızca öğrenince.”

Abidin Dino Picasso’nun seramiklerinin çoğaltıldığı Madura seramik evinde çalışmak üzere Güney Fransa’daki Vallauris kasabasına gidiyor.

Picasso’nun ilk hareketi vazonun boynunu sıkmak oluyor, sonra usul usul darbeler vuruyor, gözleri bir manyetizmacının gözleri; hareketleri, ameliyattaki bir cerrahın hareketleri. Bir de bakıyoruz elinde bugüne değin yaptığı en güzel güvercinlerden biri.”

Fikret Mualla Sainte Anne akıl hastanesinde alkol tedavisi görürken resimli günlük tutmaya başlıyor. Abidin Dino tarafından Albastı günlüğü olarak isimlendirilen bu defterdeki resimler, notlar, aforizmalar sanatçının en etkileyici çalışmaları arasında yer alıyor.

Nazım Hikmet Paris’e geliyor, sürgünde yaşayan Fahri Petek’in kamerasıyla ölümsüzleşiyor.

Kuzgun Acar’ın eşi Münire’ye yazdığı mektuplardan. “Burası yorgun, bezgin Türk dolu, kızlı erkekli. Çoğu hatta hepsi Paris’te ne olacaklarına karar vermek üzere gelmişler. Kararsızsan, galiba karar fırsatı vermeyen şehir burası yeryüzünde. Paris’i sevmek istiyorum ve beceremiyorum.” 

Selim Turan anlatıyor. “Fransa’da “yüzde bir” diye bir kanun var. Milli eğitim için yapılan binaların yüzde biri sanata ayrılır. Bunun için bir bina, bir mimar ve bir sanatçı olacak. Biz kendilerine “Beş kişiyiz. Bir binanın neresine, hangimiz ne yapabilirsek onu uygulayacağız. Tek bir eserle katılmamıza gerek yok. Aynı parayı alırız fakat daha fazla eser ortaya koyarız” dedik. Bu sözlerimiz üzerine bize 10 okul birden verdiler. Okulların girişlerini, konferans salonlarını ve yemekhanelerini resimledik, bahçelerine heykeller yaptık. 

Nihayetinde Art Turc sergisi açılıyor, resim, heykel, baskı kategorilerinde tüm Türk kolonisi sanatçılar sergiye katılıyor.

Eleştiriler pek iç açıcı olmuyor maalesef. Mistikten ve efsaneden uzak, somut ve yaşanmışlık arayan eleştirmenler hayal kırıklığına uğruyor.

“Her Türk sanatçısının arkasında ya etkisi altında olduğu ya da tarzını andırdığı yabancı bir ressam seziliyor.”

“Fransız etkisi Türk sanatında bugün de sezilmektedir. Şimdi, her tarafta olduğu gibi Türk sanatında da realizmin yanında geometrik ve soyut resim yer alıyor.”

“Binlerce kilometre uzakta bambaşka medeniyetlerle birbirinden ayrılmış ressamlardaki bu ortak ifade tarzı soyut sanatın olağanüstü yayılmasının neticesidir.”

İlhan Berk tercüme bürosunda çalıştığı Ziraat bankası tarafından bankacılık alanında kullanılan terminolojiyi öğrenmesi için Paris’e gönderiliyor. 

Günlüklerinden alıntılar. “Avni korkunç yalnızlık içinde. Resim Avni’yi tekeline almış, konuşurken, otururken de buyruğunu resim sürüyor. 20 yıldır Avni belki de başını pencereden çıkarıp Seine’e bakmamıştır. Resim korkunç ağır basıyor.”

Devam ediyor, Cihat Burak ha keza…Büyük tuvaller istiyor Cihat, çalışmak için. Ama pahalı. Odayla, boyayla, Seine’le, İstanbul’la sarmaş dolaş yaşıyor. Çıktık, bir Yunan lokantasında etli yahni yedik.

Selim Turan’a gittim. Büyük bir oda. İnce bir karısı var. Biz resimlere baktık, konuştuk, o da akvaryumdan gözünü ayırmadı. Ona, bir ona baktı iki saat kımıldamadan. Selim’e tablolarını yaşamlarını sordum, bilmiyorum dedi. Bir öyküleri var mı dedim. Anlatamam dedi.”

“Paris’te otlar, ağaçlar gibiyim. Sıkılmıyorum. Paris en insan yönümü yani sıkıntımı elimden aldı.”

“Kuzgun’un desenlerini gördüm, karısı ipince.”

Art Turc sergisi Avrupa’da arz-endam etmek üzere yola çıkar, 

Brüksel ve Paris’te beklenilen ilgiyi göremeyen sergi ardından Batı Berlin ve Viyana’da açılır. Gösterildiği her ülkede yoğun eleştiri alan çalışmaların “ulusal bir karakteri yansıtmadığı” belirtilmiştir.

“…motiflerin biraz safça birikimini, bölmeli ayırma temayülünü Doğu ruhuna bağlamak mümkün. Fakat bu Türk ressamların büyük çoğunluğu açıkça soyut üsluba taraftar, bazıları geometrik bazıları lirik. Bununla beraber yakından incelenirse hepsinde İslam sanatının göz kamaştırıcı arabesklerini modern bir anlayışa aktaran, Doğulu niteliği inkâr edilemeyecek şekilde belirgin renk uyumları, duygusu ve simetrik ritimler keşfediliyor. Görülüyor ki, en modern sanat bile insanlığın derin hissiyatını oluşturmuş yüzlerce yıllık heyecanlardan ve deneylerden faydalanmaktan geri kalamamaktadır.”

Hani yaşanmışlık arıyordunuz? Mistikten ve efsanelerden uzak.

Paris havası herkese iyi gelmemiş anlaşılan, özgüven ve özgünlük çok az sanatçıya nasip olmuş. Filiz Akın’dan dinlediğimiz Türk filmlerinin unutulmaz repliği de bize oralar hakkında hakikaten zengin olasılıklar sunacak, hayali hikayelere inandırarak ve merakımızı cezbedecektir. “Ailem beni hava değişimine Avrupa’ya gönderdi.”

Spil beni çağırıyor, emre amade bulutlar doruklarında saf tutmuş bekleşiyorlar dağın. İşaret bekliyorlar, yüklerini boşaltacak, gidecekler buralardan.

Kıyı Ege’den sert bir rüzgâr esmeye başladı. Bulutlar kararsız ve huysuz. Biz de gidiyorken buralardan lodosun eli kulağında. Az huysuzdur benim arkadaşım, delisi dışarda, sivri dilli, sevmez böyle kirli masaları, çirkin kokuları. Yine de kötü bir otogar çayı içerken dinledi beni. Sonra yol boyunca da dinledi, oraya varınca da.

Sabah başlıyorduk içmeye, ayıp olmasın diye Türk kahvesi de söylüyorduk D plajda. İspanya’dan getirmiş, kahvemize karıştırıyor sahile iniyorduk beraberen. Büyüksün amarula, büyülüsün! Aylardan Ekim’di, yalılardan Bitez. Sahili çevreleyen begonvillerin arasından Kos adasını, beyaz yelkenleri, lacivert Ege’yi, güneşi ve seni gördüm, sen de beni. Nice yaşlara, nice yıllara arkadaşım. Halbuki kırık buzlarla servis yapacaktın, daha sular buz tutmadan…:))

Serap Özkan,

Yelda Ugan S.

19/11/22, gidelim mi buralardan:))

Reklam

Endülüs, por favor mi amor;

Tren yılankavi rayların üstünden Endülüs‘e doğru süzüldükçe güneş gören topraklar kırmızıya çaldı, tarlalar çimlendi, kilometrelerce süren bir zeytin denizi başladı sonra.

img_3795
Jardines Tropicales de Atocha

21 Ocak, Salı

Madrid bugün 6 derece, hava bulutlu ve çok rüzgarlı. Haziranın canlı bozkır renkleri yok şimdi. Uçak alçalırken kışı geçirmek üzere bırakılmış tarlaların kahveden siyaha çalmış yüzleri hasta gibi görünüyor. Yeşilin feri kaçmış, boz renkli, dalları çıplak ağaçlar üşüyor, büzülmüş, içine kaçmışlar. Ara sıra havalandırılmış, yeni sürülmüş toprağın şeftali allık rengi kareleri, soluk kumaşa eklenmiş yeni bir yama gibi duruyor. Ressamların namını duyup dünyanın dört bucağından ışığını çizmeye geldikleri güneş güzellik uykusunda.

İndiğimizde, bayan Gloria bizden hızlı davranmış, Kuzey batı İspanya’yı çoktan etkisi altına almış diye duyduk. Demek ondan yukarda o kadar sallanmışız. Kasırgayı akşam haberlerinin ilk sırasından, televizyon ekranlarından seyrettik. Dev dalgaların altında kalan yollar, köprülerin altından delirmiş gibi akan çamurlu sular, suya batmış arabalar, ağaç kökleri, kırılan camlar sanki çok uzak diyarlardaki ülkelerden gelen felaket haberleri gibiydi. O tarafa kalkacak olan tüm uçuşlar iptal edildi. Aktarmalı gelen Barcelona yolcularını Barajas havalimanında bıraktık ve Güneye, Endülüs’e doğru yola koyulduk. Por favor mi amor.

img_4696
Ave, yüksek hızlı tren

Madrid Puerta de Atocha, Madrid Tren Garı,

Tren garlarını çok severim, aslında kim sevmez ki? İster on haneli küçük bir kasaba istasyonu olsun ister böyle 27 m yüksekliğinde 157 m uzunluğunda çelik ve camdan yapılmış bir çatısı olsun. Hem de 1892’de, daha Paris’ten yeni gelen, ayağının tozuyla işe girişen dövme demir ustası Gustave Eiffel‘in eli değdiyse.

Atocha’dan, İspanya’nın kalbi Madrid’den örümcek ağı gibi her yere uzanan tren seferleri var. Ave high-speed-train of RENFE olanından hızlı trenler ya da orta mesafeliler. Biletler uçak bileti gibi, saatine ve tarihine göre fiyatlar değişiyor. Barcelona, Toledo, Malaga, Zaragoza, Valencia, Sevilla, Cordoba ve daha bir dolu şehire dev bir sürüngen gibi trenler vızır vızır işliyor.  O yüzden de çok kalabalık burası. Ama yukardaki dev saatin yelkovanı veya trendeki dijital saatin yelkovan dijiti yerini bulduğu an tren hareket ediyor ve kalabalık birikmeden akıp gidiyor. Bozkırın ortasında, öğleden sonra siesta saatinde yemek yiyecek restoran bulamadığımız bir Akdeniz ülkesindeki bu dakikliğin önünde şapka çıkarıyorum.

img_4701
Koridorun sonundaki kapıdan sağ sol yapınca Guernica orada, Sofia Reina Museo Nacional Centro De Arte

Çelik çatının altında küçük bir sera kadar kalmış dev palmiyeler ve tropik ağaçlarla süslenmiş botanik bahçesi, kafeler, banklar ve çeşit çeşit dükkanlarıyla dünyanın en ihtişamlı garlarının birinde etrafı geniş bir zamanın içinde kaybolmuşum gibi büyük bir iştahla, hayranlıkla izliyorum. Bir sergiyi gezer gibi saatlerce takılabilirim buralara. Sonra bir ara Atocha’nın karşısındaki Reina Sofia müzesine gider Picasso‘yu, Joan Miro‘yu ziyaret ederim. Kim bilir belki gizlice Guernica‘nın fotoğrafını bile çekerim.

22 Ocak sabahı saat 10:00, Sevilla treni

Kompartımana yerleşir yerleşmez restorana gitmek için sabırsızlanmaya başladım. Pencere kenarı bir masaya oturacak, daha geniş, en geniş açıdan akıp giden manzarayı seyredecektim. Çektiğim fotoğrafların tamamı yamuk yumuk çıktığı için silecek ama tekrar ve tekrar deneyecektim. Biraz okuyacak, biraz yazacak ama daha çok, pencereden bakarken hayallere dalacaktım. Aklıma kötü hiç bir şey gelmeyecek sadece bir geri zekalı gibi görünmemek için ağzımın kenarından akan gülüşüme sahip çıkacaktım.

Oraya varmak için geçtiğim üç kompartımanın her birinden daha küçük bir mekandı restoran. Sağlı sollu iki pencere önünde sadece birer ahşap bar vardı. Ve ancak ayakta bir kahve içimiydi etrafın seyirliği. Ortadaki yarım daire bankonun önünde beklerken hiç acele etmedim. Sabırsızlanmadım, sıranın bende olup olmadığını umursamadım. 2.5 saatlik bir yol için oldukça şık giyimli kadın ve erkekler siparişlerini beklerken yüzlerini bankonun arkasındaki mavi gömleği RENFE armalı esmer baristaya dönmüş, trenin hafif sarsıntısıyla kıpırdanıyor, telefonla ya da birbirleriyle anlamadığım ahenkli bir dille konuşuyorlardı. Bankoya yaslanıp hafifçe yolculara doğru döndüm. Artık bir Almodovar filminin içindeydim sanki, dışarda hızla akıp giden manzara umurumda değilmiş gibi yaptım ve onları taklit ederken her şeyin ritmine ben de uydum.

img_3825
Estación de Jerez de la Frontera

Tren yılankavi rayların üstünden Endülüs‘e doğru süzüldükçe güneş gören topraklar kırmızıya çaldı, tarlalar çimlendi, kilometrelerce süren bir zeytin denizi başladı sonra. Güneş enerjisi platformları denizin içinde plastik birer atık gibi gelip geçtiler. Çeşitli yanılsamalar yaşıyor, hayretler içinde kalıyordum. Birbirimize bu kadar yakın durduğumuz, hiçbir yere görünmez iplerle asılmış bulutlarla göz göze geldik. Köylerde gördüğüm beyaz badanalı kilise kuleleri ve yanlarında bin yıldır duran  Roma kalıntıları da olmasa Ege’den, Çukurova’dan geçiyor gibiydik.

Cordoba‘dan sonra turuncu benekli portakal bahçeleri başladı. Sevilla’da da yağmur, burda aktarma yaptık, hızlı trenden orta mesafeli olana geçtik. Daha az konforlu, daha yavaş ama çok sakindi. Cadiz treninde uyumuşum biraz. Yağmur trenin penceresinde bıçak çentiği gibi izler bırakmış, ardındaki ıslak tarlalar suratlarını asmış belli belirsiz somurtuyorlardı.

Kompartımanda bizimle beraber 5-6 kişi ya var ya yok. Herkes telefonunu kurcalıyor, kimse camdan dışarı bakmıyor. Solumda oturan altmış yaşlarındaki kadın telefonunu çantasına koydu ve üçe katladığı gazetesinde su doku çözmeye başladı. Kırmızı rujlu çok güzel bir kadındı, sırt çantamda epeyce arandım ama yanımda bir dudak nemlendiricim bile yoktu.

img_3847
San Fernando’da ilk akşam yemeği, sirkeye batırılmış ve unla kızartılmış köpek balığı, Cazon en adobo

Cadiz’e yaklaştıkça gelecek istasyonu haber veren anonslar da sıklaşmaya başladı. “Proxima estacion Jerez de la Frontera” İspanyolca’da “j” harfi “h” okunuyor, yaklaşan istasyonu trendeki kadın sesi “Herez” diye iki kez tekrarladı, ben de bir kaç kere üst üste önce içimden sonra mırıldanarak onun gibi Herez dedim, de la Frontera. Burası yarısı sarı yarısı mavi şal desenli çinilerle kaplı küçük bir istasyon. İki metre boyunda oval ahşap ve cam kapılar var yan yana. Kapılar kapalı, bir şey görünmüyor. Belki içi de çok güzeldir. Kesin çok güzeldir.

Biz San Fernando‘da ineceğiz, Cadiz‘den önceki son istasyonda. Her anonsta telaşla kıpırdanıp dikkatle dinliyoruz. Palmiye ağaçları ve bir kaç katlı beyaz badanalı evlerin damları bir alçalıp bir yükselerek sıklaşmaya başlıyor.

Yelda UGAN

05/01/2020, Beşiktaş