En yavaş gelenimizle bile bir günden daha kısa bir sürede toplandık. Sen daveti kabul edince biz de çaresiz seni yolcu etmeye geldik. Sıkıldın biliyorum ama tüm ritüelleri yerine getirdik. Üç gün sarı konakların bahçesinde seni konuştuk, yıllardır görmediklerimizi gördük, boğazımızdan geçmez sandık ama sevdiğin yemekleri, tatlıları yedik. Eskileri konuşup güldük bile.
Veda,
Görebileceğim en uzaktaki dağlara Toroslar’a kadar baktım. Geveze kuşları dinledim. Yerini beğendim. Havadar ve aydınlıktı,
kırlara doğru uzanıyordun yattığın yerden. Artık göle kadar gitmene gerek yoktu.
Sevgilin, “küçük evin, küçük bahçende rahat mısın ?” Diye sordu sana.
Eğildim verdiğim sözü tutup bir avuç toprak daha koydum küçük bahçene. En değerli iki kadınının seslerini duydum, birbirlerini teselli ediyorlardı sana inat.
Düzeltecek bir şey olmadığı halde evinin yanını yönünü düzelttim. Karanfil sözüm de artık bir dahaki sefere.
Kuzun yine inanılmazdı! Seni son gördüğüm yerde, salonun çift kanatlı kapısının önünde “gitti” dedi “kuzum gitti.” Senin için gelen herkesi sardı sarmaladı, yüreğinin orta yerinde senin yerine de seninleymiş gibi ağırladı herkesi.
En yavaş gelenimizle bile bir günden daha kısa bir sürede toplandık. Sen daveti kabul edince biz de çaresiz seni yolcu etmeye geldik. Sıkıldın biliyorum ama tüm ritüelleri yerine getirdik. Üç gün sarı konakların bahçesinde seni konuştuk, yıllardır görmediklerimizi gördük, boğazımızdan geçmez sandık ama sevdiğin yemekleri, tatlıları yedik. Eskileri konuşup güldük bile.
Hepimiz dua ettik sana. Kendi dilimizde kendi duamızı! Artık büyümüştük ve duayı nasıl söylersek söyleyelim farketmediğini biliyorduk.
Uzandığım yerde keskin bir şey geldi elime, bir tokadan veya yüzükten düşmüş gibi. Altıgen bir metalin içine yerleştirilmiş parlak gümüş rengi bir taş, yerinden oynamış!.
Aldığım yere koydum ve kalktım. Çemberlitaş’tan tramvaya bindim, daha Gülhane parkına gelmeden haberin geldi. Kabataş durağında ininceye kadar ağladım. Eminönü’nde ne renk kaldı ne isim
Hava şerbet gibiydi, güneş tepemizde elinden geleni yaptı ama artık sonbaharı yarılamıştık ve güneşin kızgınlığı bize değil kurutacağı bulgura, salçayaydı. Akşam üstü hava serinliyor, ürperiyorduk. Çantalarda, arabaların arkasında unutulan hırkalar kıymete biniyor, fazlasını ikram ediyorduk. Sabahları neredeyse kuzeydeki kulelerimizden taa Karataş’ı denizi bile görecektik
Aslında havada her ne vardıysa beni o günlere götürdü, yalnızca acı diye aşkı bildiğimiz yıllara!!..
Günlerin bize göre yavaş geçtiği, acelemiz olan yılların üstünden neredeyse 30 yıl geçmiş. Her yıl ekim ayında okullar açılır ve tekrar bir araya gelirdik. Yazlıklarımızı daha üç kere giymeden kış gelirdi.
“Küresel bu kadar ısınmamıştı demek ki o yıllarda!”
Üç Hüreller kardeşmiş
Pink Floyd da grubun adıymış
Fredy Mercury ölmüş,
Berlin duvarı da yeni yıkılmıştı!
Zülfü Livaneli’nin “Yer demir Gök bakır “ filmi
Yeni Türkü’nün de Yeşil Mişik kaseti vardı
Benetton’dan giyinmek bir ayrıcalık
Julia Robert da tanıdığımız en pretty kadındı.
Sen benim çetrefilli yoldan çıkmalarıma bir şey demezdin, kendimi sana emanet etmeme de, omuzuna değmeden ağlamama da izin verdin. Melodram sevmezdin de, ondan ağlatmazdın beni arkadaşım.
Zaten başka türlüsü de komik olurdu, gülmemiz gelirdi herhalde orta yerinde….sonra nöbeti Nejla’ya devrettin, her solukta Fulya ile size gelir günlerce yayılırdık….”dedikodu mu yapıyorsunuz” der, gitmek istemezdin yanımızdan. Sen de bizimle otururdun, saatlerce konuşur, kırılırdık gülmekten…ele güne karşı “mış” gibi yapar büyümüş gibi davranır, sonra bildiğimizi okurduk.
İşte böyle arkadaşım; içimize garip bir sızı bırakıp gittin, ne desem az!…yolun açık, mekanın cennet olsun. Güle güle!!
17 Ekim 2017, sen gideli iki yıl oldu…
Yelda UGAN
17/10/19, İstanbul