Koca göbeğini sıkıntıyla kaldırıp bir kaç kere yanıma iyice yaklaştı ve her iki elinin işaret ve baş parmaklarını birleştirdiği delikten bana baktı
Güneş yükseldikçe hava iyice ısındı. Eski taş ocağına iki kilometre kala mola verdiler. Meydandaki kahvenin tütün rengi taş duvarına, gün yüzü görmeyen iç kıvrımlarından eskiden turuncu yeşil olduğu anlaşılan tentenin gölgelediği bakkalın kapısına, kasabaya yolcu taşıyan sarı siyah bordürlü köhnemiş minibüslere asılan el ilanlarına göre seçmeler orada, eski taş ocağında yapılacaktı. Ayaklarındaki plastik terlikler toprak yolla her buluşmasında toz havaya kalkıyor, saçlarına, boyunlarına, ellerine, açıkta ne varsa orada hatta burun deliklerinde bile birikiyordu.
Yalit’in daha küçük bir kızken başlayan oyuncu olma hayali neredeyse gerçek olabilirdi, şansını deneyecekti. Günlerdir onunla gelmesi için Libo’ya dil döküyor, yalvarıyordu.
Yolun İki tarafındaki okaliptüs ağaçlarının gölgesine sığınarak, gittikçe yavaşlayan bir tempoda durmuşlar, yokuş başında verdikleri molayı bitirmişlerdi. Libo sırt çantasından çıkardığı plastik şişeyi ablasına uzattı. Beriki kana kana içti sudan ama peynirli sandviçden yemek istemedi, tıkanmıştı. Libo elindeki ekmeğin ucundan küçük bir ısırık aldı sonra da çantasına, aldığı yere koydu.
İkişerli, üçerli öbekler halinde köydeki kadınlar da onlar gibi seçmelere katılmak üzere yanlarından geçiyor, kadınların selamıyla konuşmaları sık sık bölünüyordu. Köyün başına gelen bu sıra dışı olay nerdeyse bir aydır gündemdeydi. Ancak köyde bir ölüm ya da yeni bir bebek haberi kısa bir süre için liste başı oluyor, bir kaç gün sonra bu şüphe dolu, belirsiz seçmeler listede tekrar eski yerini alıyordu.
Libo okulda çocuklara anlattığı tavşan ve kaplumbağa hikayesini abartılı bir ses tonuyla anlatmaya başladı, gülüştüler, elini uzattı ve ablasının kalkmasına yardım etti.
Bitmek bilmeyen tadilat bahaneydi aslında, hükümet ana okulu sınıflarına ödenek ayırmıyordu, oysa o maaşının dörtte birine bile çalışmaya razıydı, çocuklar akşama kadar sokaklarda başıboş kalıyor, hiç bir şey öğrenmeden aylar geçiyordu.
İlanda potansiyel oyuncu yazıyordu, potansiyel kadın oyuncu, 19-26 yaş arası!? Ne dedikodular dönmüştü bunun üzerine, sonu gelmez paranoyalar üretilmiş, işi kadın ticaretine kadar vardıranlar bile olmuştu. Kadın aramaları ve bu kadar genç yaşta kadın aramaları hayra alamet değildi. Libo ne dedikodulara kulak kabarttı ne de seçmelerle ilgilendi ama kıyamamıştı ablasına. Küçük bir kızken oynadıkları oyunlarda ablası kah elindeki tahta kaşığı mikrofon yapar şarkı söyler, kah abartılı vurgularla yazları açık hava sinemasında gördükleri aktrisleri taklit ederdi.
Yalit pek seçeneği olmasa da eli yüzü düzgün bir elbise giymek için epey uğraştı. Libo, Yalit’in Elindeki siyah topuklu deri ayakkabısını koyduğu naylon poşeti de çantasına yerleştirdi ve sabah erkenden düştüler yola.
Anneleri yılda bir kaç kere büyük boy çöp poşetlerine tıka basa doldurulmuş öte beriyle gelirdi eve, çalıştığı evin hanımından, beyinden, çocuklardan, ne olursa artık, bahtlarına ne çıkarsa, bir numara küçük, bir numara büyük…dar ya da geniş. Kalanlar da komşulara pay edilirdi.
Libo, sağ elini gözlerine siper yaparak arkasına, adını çağıran ablasına “yine ne var” der gibi baktı. Elindeki torbayı gösterdi oturduğu yerden, ablası “bunları giy” dedi.
Libo başını yerden kaldırmadan sıranın ilerlemesini bekledi, görünmez olmak istiyordu. Karnı burnundaki ablasının yerine de utandı, almamışlardı onu seçmelere, form doldurmasına bile izin vermemişlerdi. Yalvardı Yalit Libo’ya “lütfen” dedi, “içerde ne olup bittiğini bilmek istiyorum n’olur doldur şu formu”
Dışardaki gök gürültüsü eli kulağındaki yağmuru haber veriyordu. Gri bulutlar kümelendi, ortalık erkenden karardı. Libo aniden açılan pencereyi kapatırken omuzlarına kadar düz inen siyah saçları perdeyle beraber rüzgarda savruldu. Yalit sırt üstü yattığı yerden “Bir daha anlat” dedi Libo’ya “ama en baştan” Libo onun su toplamış esmer ayaklarına, ödem yapmış varisli kara bacaklarına kantaron yağı sürerken, bir daha anlattı.
“Taş duvarlar bir tutam güneş ışığının bile içeri sızmasına izin vermiyordu, Mayıs gölgesi gibiydi içerisi, kuru ve serin. Refakatçi beyaz keten kapıyı ben girinceye kadar arkamdan tuttu. Arkaya doğru daralan üçgen biçiminde, yüksek tavanlı odanın ortasında uzun bir masa, masanın ardında beş kişi, yani bana bakan on tane göz! Hep senin yüzünden” diye gıdıkladı Libo ablasını, Yalit kıkırdadı, “hadi kaynatma devam et” dedi.
Libo devam etti. “Masanın üstündeki örtü, kapı yerine kullanılan örtüyle aynıydı.” bu sefer Yalit duramadı, araya girecek oldu ama sonra vazgeçti. Libo öyle güzel anlatıyordu ki, sanki karnındaki bebek bile onu dinliyordu.
“Beş kişiydiler” diye tekrar etti Libo, biri kadın, dördü erkek. Kadın çok güzeldi, elli yaşlarında sarışın, beyaz bir kadındı, önündeki kağıt yığınına her bakışında masanın üstünde duran kırmızı çerçeveli bir gözlüğü takıp çıkardı. Soru sormadı, daha çok not aldı ve hep gülümsedi, bence dilimizi bilmiyordu. Onun yanında oturan adam çok gençti. Yok, aslında genç görünüyordu, gülünce gözlerinin kenarları kırışıyordu. Kibardı ve sanki birini arıyor gibiydi. İnce yapılı, orta boyluydu. Kumral saçları ensesinden kısacık kesilmiş, alnına düşen bir tutam perçemini biçimli, ince parmaklarının arasında karıştırırken yüzü gölgeleniyor sanki uzak geçmişten bir şeyler hatırlamaya çalışıyordu. Beni ayakta adımla karşıladı, elimi sıktı ve arkadaşlarıyla tanıştırdı. Elindeki ayakkabı tekiyle sinderella’sını arayan prens diyeceğim ama öyle de değil. Bulunmak isteyen oydu sanki, küçükken anlattığı hikayelere inanan kadını, ona ayakkabısını giydiren rehber annesini arıyordu. Yani patron oydu “tamam işte bu!” Dediği an bitecekti iş, gerisi detaydı. Patronun yanında, kalın camlı, siyah çerçeveli gözlükleri olan yaşlı bir adam vardı. İçerisi serin olmasına rağmen terliyor, gri beyaz fularıyla sürekli siliniyordu. Koca göbeğini sıkıntıyla kaldırıp bir kaç kere yanıma iyice yaklaştı ve her iki elinin işaret ve baş parmaklarını birleştirdiği delikten bana baktı. Biraz geriye gitti ve bir daha baktı. Diğer iki genç adam da patronun baş işaretiyle masadan kalktılar ve pat pat pat sürekli fotoğraf çektiler.”
Önlerindeki kağıtlara notlar almış aralarında fısıldaşmışlar, yandan ve önden fotoğrafı çekilirken başını kaldırması için defalarca uyarmışlar onu. Bir takım sorular sormuşlar, Telaşla koşturmasını istemişler, telaş ve endişeyle, sanki düştüğü yerde avazı çıktığı kadar bağıran, ağlayan bir çocuğa gider gibi.. Eline küçük bir kumaş parçası, bir de iğne iplik vermişler, “dikiş dikerken mırıldan” demişler “annenin sana küçükken söylediği, veya büyükannenin söylediği bir şarkı olsun.” Üzgün görünmesini istemişler; sevinçli, ya da heyecanlı. Gülmesini istediklerinde başını eğmiş Libo, omuzlarını kaldırıp, elini ağzına götürmüş.
Son aşamada da eline bir fotoğraf vermişler, siyah beyaz bir fotoğraf, bize bir şeyler anlat demişler, bu fotoğrafın öyküsünü.
“Yılın bu mevsiminde köyümüzün erkekleri pek ortalıkta olmaz, kimi Güney’e gider çalışmaya kimi dağlara arı kovanlarını toplamaya.” Diye bir girizgah yapmış Libo elindeki fotoğrafa bakarak, erkek kalabalığına yandan giren, sadece kafası görünen çocuğu göstermiş, “şu sağdaki beyaz bereli küçük çocuk benim, 7-8 yaşlarındaydım o zaman” demiş. Ellerindeki kadehleri neşe içinde havaya kaldıranlar da babam, abilerim, Yalit’in kocası, komşumuz Robi ve oğulları, arkadakiler de kuzenlerim” diye devam etmiş, “köyü kımıl zararlılarından kurtaran kavalcı, ona sözü verilen 10 altını alamayınca, köyün erkeklerini önüne katıp, güneşin arkasını görmeden öğlen yönünde yürümüşler.”
“sen niye kaldın?” diye sormuş patron; kocaman, aydınlık bir gülümseme varmış yüzünde, ayağa kalkmış ve iki eliyle birden sıkmış Libo’nun elini. “iyi ki kaldın” diye eklemiş sonra.
29/05/2019,
Yelda UGAN
çok beğendim kurguyu… kalemin sağ olsun, sen hep var ol…
BeğenLiked by 1 kişi