Bugün karşı komşuya gidiyoruz, hem de yatılı. Limanda, Mendirek cafede kısa bir kahvaltı yaptık. Bodrum Express feribotu saat 09:30 da kalkacak. Harç pulumuzu alıp, pasaport kuyruğunda sıraya girdik. Duvara asılı bir kaç panoda, “KKTC damgası Yunanistan’a girmeye engel” anlamına gelen bir şeyler yazılıydı. Biliyoruz ki, Kıbrıs bize göre bağımsız ama Avrupa Birliği, Birleşmiş Milletler ve diğer ülkelere göre orası işgal altında. Öyleyse gelsin yasaklar, engeller. İki küs kardeşin çocukları gibiyiz, hatta torunları, neyseki pek aldırmıyoruz artık onlara, suçu politikacıların üstüne atıp yazıyı umursamıyoruz bile.
Yol çok güzel geçti, guletlerin arasından yavaş yavaş süzülerek geçtik. Kıyıda herkes bize bakıyor, el sallıyorlardı sanki. Zodiaclar da Bodrum arkamızda kalana kadar bizimle geliyor selametle gidin der gibi bizi yolcu ediyorlardı. Biliyorum bana öyle geliyordu ama gerçekten; sabahları çıktığım her tekne yolculuğunda limandan ayrılırken aynı şey oluyor. Hafif bir meltem, güneş sarı sıcak. Civa gibi, nerdeyse üstünde yürünürmüş hissi veren, gittikçe koyulaşan, laciverde çalan deniz ve feribotun iki yanında köpükten kanatlar. “Bak! Görüyor musun? Orası Kos, şu boydan boya görünen uzun ada” diye birbirimize gösterdiğimiz. Piri Reis’in de, seyahatnamesinde Hıristiyanların adaya “uzun” anlamına gelen Longu dediklerinden bahsettiği. Sabahları uzak, sisli bir mavi-gri, akşamları yanan ışıklarla daha da yakınlaşan Kos’a gidiyoruz.
Kısa bir yolculuktu, sadece 55 dakika sürdü. Sırt çantalarımızı yüklenip, kalenin sağına düşen yedek limandan otele doğru yürüdük. Asıl liman geçen yılki depremden sonra hala onarılamamış. Kullanılmıyor henüz.
Denize paralel uzun caddeler, onları kesen dar sokaklar. Havada, bildik çok tanıdık bir şey var; yasemin ve hanımeli kokusu. İki, üç katlı evlerin bahçelerinde sanki dün yağmur yağmış gibi canlı sardunyalar, balkonlardan sarkan petunyalar, Kos çiçeği, zakkum ağaçları, begonviller. Arada bir trilili trilili sesleriyle kenara çekiliyoruz. Bisiklet yolunda yürüyormuşuz meğer. Kiliseye yaklaştıkça siyah giyen kadınların sayısı artıyor. Oğul ya da kocanın ölümünün ardından süresiz yas tutan adalı, yaşlı kadınların.
Gülşen hanım hafif aksanlı Türkçesi, faranjitten sebep baharatlı sesiyle, beklediği misafirler gibi karşıladı bizi. Nilgün yıllardır anlatır Maria oteli, her yıl Kos!a gitmeden önce de Gülşen ablasına “Burdan istediğin bir şey var mı?” diye de mutlaka sorar. Aralarında uzun bir geçmiş, güzel bir ahbaplık var.
Caddeye bakan verandadaki masalardan birine oturduk. Birer frape kahveyle başladı ikramlar, dönünceye kadar da bitmedi. Gülşen hanım kıpır kıpır hiç yerinde duramıyor. Altmış yaşındaymış ama şu yaşını bir türlü tahmin edemediğiniz kadınlardan. İşin başında o var, her şey ondan soruluyor, bir mutfakta, bir verandada ya da yetişeceği bir yer var. Ekru deri çantası omuzunda, elinde poşetler, arkada kalanlara talimatlar yağdırarak çıkıyor otelden. Kırk yıldır yapıyormuş bu işi, Maria oteli de 15 yıl önce açmış. Etrafta gördüğümüz bütün çalışanlar aileden; Gülşen hanımın oğlu, torunları, gelini, biraz babaanneme, biraz halalarıma benzeyen annesi. Bütün gün bir koltukta oturan anne maalesef felçli. Ama gurmelik yapmaya devam ediyor, gerçi Gülşen hanıma göre “görevi hiç bir şeyi beğenmemek.” İkinci gündü galiba, yorgun argın otele döndük, Gülşen hanım hemen bize fırından yeni çıkmış mücver ikram etti. Yanında da yeni demlenmiş çay. Baktık çayları getirirken yüzü düşmüş, canı sıkkın; “beğenmedi!?” dedi yaşlı kadını göstererek.
Oysa biz üç gün boyunca, maydonozlu soğanlı menemen, pişi, önce süte batırılarak kızartılmış yumurtalı ekmek, kalamata zeytinli çörek ne bilim içinde pirinçten başka bir şey olmayan ama baharatından mıdır nedir tadına doyamadığımız zeytin yağlı yaprak sarması beğenilmeyecek gibi değildi!? Bir de tarzı! ikram edişi! Anne gibi, altını yeni söndürdüğü tencerenin üstünden parmakları yanarak koyduğu dolmaları, biz “yeter!!” dedikçe “Yiyin hadi, evinizde yapın perhizinizi!!” dedi de hiç bir yemeğin tarifini de vermedi ama “Bunun içinde mısır unu mu var?, poaçanın hamuruna ne koydun da böyle kıyır kıyır?” gibi bir umum sorularımızın cevabı “bilmem?!!” oldu. Bir tek üst üste kahve içmemize izin vermedi “dokanır.” dedi.
Maria otelle İstanköy arasındaki kısacık mesafede en az üç tane okulun önünden geçtik, kapısının önünü sokağa kadar süpüren bir kadın ve bir kaç motorsiklet dışında hiç hareket yok; Yunanistan için siesta saati. Güne bakan çiçekleri, sardunyalar, palmiye ağaçları, begonvillerle dolu bahçeli evlerin önünden yürüyerek sahile indik. İndik diyorum; Bodrum’dan alışkanlık. Buralar düz ayak, hiç yokuş yok. Yukarılara, adanın iç taraflarına, özellikle Asamatos köyüne doğru başlıyor adanın rampaları.
Old River restoranın önünden denize girdik, önden birer mitos bira, bir de anne usulü kızarmış patates. Deniz çok güzel, tertemiz. Ağustos ayının başındayız elbette her yer çok kalabalık ama gürültü yok. Restorandan hafif bir müzik sesi geliyor, Madonna’nın sesi, La lsla Bonita “This is Where I long to be…”
Restoranın önünden, kıyıdan uca kadar yürüdüm, yürüdükçe Turgutreis’e yaklaştım. Şimdi de buradan orası yakınmış, hemen şuracıktaymış gibi göründü. Her sabah, Bitez’in Güney Batı tarafına düşen tepelerin ardında, dev bir kedi kafasına benzettiğim dağı bile gördüm burdan.
Burası limandan en uca kadar 5 kilometre uzunluğunda bir plajmış, Lambi Beach. Old River’daki garsonların birinden zorla aldık bu bilgiyi, sanki dizini masaya vurmuş gibi yüzü ekşidi. Adalılar, ister Türk olsun, nesillerdir orada doğmuş büyümüş, ister Yunan, isim ve mesafe sorularını sevmiyorlar. Kitabi bilgi vermekten hoşlanmıyorlar. Onlar hikayelerini anlatsınlar. Arkamızdaki masada yaşlı bir kadın oturuyordu; restoranın sahibinin annesiymiş, ön taraftaki yaprakları kauçuğa benzeyen uzun kırmızı çiçeğin adını sordum, omuz silkti!? Neyse, madem sevmiyorsunuz!…ama şezlonglara havlularımızı sererken, dalgaların kıyıya bıraktığı beyaz köpükler gibi kendiliğinden, yaşlı kadının restoranın yanındaki iki katlı beyaz badanalı evde oturduğunu, kocasını nasıl kaybettiğini, kışın bir kaç ayını geçirdiği Bodrum yokuş başındaki evine kadar biliyorduk.
Old River’da yemekler; bol, çeşitli, basit; kolayca yapılmış gibi, zeytin yağlı, sebzeli ve çok lezzetliydi. Biz ikinci kere gittiğimizde yine aynı şeyleri istedik. Musakka, peynirli kabak çiçeği dolması, karışık kızartma, ızgara kalamar dolma…”Bir şey daha vardı!?..” diyordum ki “Bu kadar yeter!” dedi garson.
Old River restoranın sahipleri de Türk. Yunan adaları içinde en yoğun Türk nüfusun yaşadığı adaymış burası, Nedeni de Kos’un 1923 mübadelesinin dışında kalması ve Türk azınlığın adada kalmaya devam etmesiymiş.
Tur teknelerinin kalktığı taraftan, Averof caddesi üzerinden her yarım saatte bir mini trenler kalkıyor. Birazdan korku tüneline girecekmişiz gibi. Küçük, hafif ve alçak, iki ya da üç vagonlu. Yirmi dakikalık hızlandırılmış bir şehir turu vaadediyor. İyi güzel ama rahatsız, gürültülü ve fazla renkli. Sağ tarafımızdan bisikletliler geçiyor, selamlaşıyoruz. Adalı gençler trenden gelen abartılı düdük sesiyle onu taklit ederek zoraki eğleniyorlar. Akropolis’den Dionysos sunağına, Hipokrat ağacı’ndan antik tiyatroya kadar geziyor, şansınız varsa o tarafa bakıyor ve görmüş oluyorsunuz. Aslında Akropolis’e gitmek o kadar da zor değil, yani şehir öyle tepelere filan kurulmamış, düz ayak sayılır, diğer Yunan adalarına göre düzlük ve daha yeşil. Antik kent günlük hayatla iç içe, daha yakından görmek için, Eleftheria meydanında bir kahve içip, Defterdar İbrahim Paşa Cami’sine dışardan bakıp ( 2017 Temmuz depremden sonra hala tadilatta, ziyaretçi almıyorlar) karşıdaki ağaçlık yoldan antik tiyatroya kadar kolayca çıkabilirsiniz.
Araba ya da bisikletle çarşıya gitmek için mutlaka Palmiye Köprüsünün altından geçiliyor. Ya da limana gitmişken kaleyi de gezebiliyorsunuz. Burdaki kaleyi de 14. yüzyılda, Rodos ve Bodrum’daki kale gibi St. John Şövalyeleri yapmış. Antik kent kalıntılarından taş ve sütunlar getirtilmiş kale yapılırken. 1786’da da Gazi Hasan Paşa benzer bir şey yapmış. Yunan ve Roma mabedinden getirttiği taşlarla cami yaptırmış.
Hipokrat’ın tıp okulu Asklepion da yakın bir yerde. Burası M.Ö 242 yılında savaş ve çatışmalarda dokunulmazlık hakkını almış ve bu sayede günümüze kadar korunabilmiş. Zeytin ağaçları arasında yıkılmış duvarlara, kolu-bacağı ya da burnunun ucu kopmuş tanrı heykellerine dokunarak; üzerinde yürüdüğüm sararmış kuru otların ve kuşların sesini dinleyerek uzun uzun dolaşmak da vardı ama ne yapalım?! Kısmet mini trenle gezmekmiş.
İkinci gün The Green Ship Nikitas adında bir tekneyle adalar turu yaptık. Sırayla Pserimos, Kalymnos ve Plati adalarını dolaştık. Fransızlardan oluşan bir grupla tekneyi balık istifi doldurduk. Anlaşılan o ki bizi geri çevirmemişler, listeye dört kişi daha eklemişlerdi. Hopörlerden bangır bangır gelen “it is my life” şarkısı yarım kaldı ve Yunan rehber “bianvenü” diye başladı anlatmaya, bilmediğimiz bir dille bilmediğimiz bir rotaya doğru yelken açtık.
Pserimos (Keçi adası), Kos ile Kalymnos arasında küçücük bir ada. Sadece 135 kişi yaşıyormuş. Hatta kışın bu sayı 35’e kadar düşermiş. Suyu tertemiz, Ege denizindeki 12 adadan biri. Burda sürekli yaşamak üzerine biraz sohpet ettik Zeynep’le…sabahları babasının kayığıyla balığa çıkıp akşam yemeğini çıkarmak, dağlardan kaya koruğu, civan perçemi toplamak ya da hep sokakta geçen doğal bir hayat…. Buraya kadar bir sorun yok, çok eğleniyoruz. “Büyüyünce de bir çobanla evlenip çoluk çocuğa karışırsın” kısmında işin rengi değişti. Sınav baskısı olmadan okula gitmek dahi kesmedi onu ve arkasına bile bakmadan kendi dünyasına geri döndü.
Kısacık bir ziyaretti, küçük bir poşet origa otu aldık; sanırım bizdeki kekik türü bir ot, zeytine, domatesin üstüne çok yakıştı.
Kalimnos, çıplak tepeleri olan, kayalık, kurak bir ada. Uzaktan her şey güneşin altında çok renkli ve parlak görünüyor. Pothia’da, şehir merkezinde Fransızlar Manastıra doğru yola koyuldular. Biz de limana karşı sıra sıra dizilmiş tavernaların, dükkanların arkasında kalan yılankavi sokaklarda rastgele yürümeye başladık. Beyaz badanalı evler, mavi tahta perdeli pencereler, daracık arnavut kaldırımlı sokaklar, begonviller. Tanıdık, bildik ama yabancı. İçine almadı ada beni, hep böyle yapıyorlar, günü birlik, hatta bir kaç saatlik uğradığımızı biliyor, yüz vermiyorlar. Sünger fabrikasının satış mağazasında epey oyalandık. İşlem görmemiş kahveye çalan, kirli sarı görünümlü birer parça sünger aldık, yüzümüze peeling filan yaparız belki diye. Kordon boyundaki dükkanların birinden uzo alıp, azlığın çokluğuyla dekore edilmiş küçücük bir tavernada nefis bir kahve içsek de gönlünü alamadık adanın. Haklıydı, Panormos’u, Vathi’yi görmeden, Arginonta’da ayağımızı denize sokmadan Kalimnos’a gelmiş sayılmazdık.
Teknemiz Plati adasına nam-ı diğer akvaryum adasına doğru yelken açarken Bodrum’a geri dönüyoruz sandım. Turgutreis’in evlerine, begonvillerin renklerine kadar seçebiliyorduk. Plati adasına sadece denize girmek için uğradık, iyi de yaptık, Ağustos ayının ikisi olmasına rağmen su buz gibiydi. Kah turkuaz kah lacivert, tertemiz, cam gibi.
Dönüşte Yunus balıkları üretim çiftliğine uğradık. Öyle çok heyecanlandım ki, çiftlik deyince yüzlercesini birden göreceğimizi sandım. Tekne yaklaşırken kaptan motoru durdurdu, müziğin sesini kıstı. Etrafta rüzgarın sesinden başka çıt yok! Çocuklar gözlerini uzun süre denizin içindeki oval havuzlara diktiler, teknede çalışan Malezya’lı siyahi çocuk yunus balıklarının seslerini taklit ederek dakikalarca uğraştı; çıksınlar, bir görünsünler diye ama nafile! Bir tanesi bile kafasını denizden çıkarıp bize bakmadı, belki yanlış zamanda gelmiştik, belki orada, denize çakılmış demir çubuklu daracık evlerinde bir şeyler yolunda gitmiyordu.
Demokrasinin doğduğu kadim toprakların vatandaşı olmak bir başka oluyormuş meğer. Elimdeki kolye ucunu evirip çevirip oyalanıyorum. Belki biraz pazarlık yapar daha ucuza alır mıyım diye de bekliyorum. Antik çağa ait bir şey anlatıyor ama ne anlatıyor bilmiyorum. Çok beğendim, almak da istiyorum. Kuyumcuya adını ve anlamını sordum. O “Vikipedia” dedi ben “yasak” dedim. Yeni bir demokrasi vizyonu önerecek sandım “seçimler” dedi, ben “denedik” dedim. Komşu komşunun halinden anlamıyor işte bazen.
Ben de Aktüel Arkeoloji dergisine sordum; Phaistos diskinin üzerinde 242 tane sembol varmış, kilden yapılmış ve tarihi M.Ö 2000 li yıllara kadar dayanıyormuş. 1908’de Girit adasında bulunmuş ve hala ne benzerine rastlanmış ne de gizemi çözülebilmiş. Şimdi, boynuma bakıp burada ne yazıyor diyenlere gizemi henüz çözülmedi, eli kulağında diyorum.
Gülşen hanım motorsikletiyle bostana fasulye toplamaya gitmeden önce bizimle vedalaştı. Milas’lı gelini kucağına iki yaşındaki oğlu Garo Berk’i alıp “bir dahaki sefere bana da gelin, çay içeriz, size kek yaparım” diye bizi sokağa kadar uğurladı.
Dönüşte limandan el sallayanlar, zodiaclar filan gelişimizi hiç umursamadılar. Gümrükte güneşin altında o kadar çok bekledik ki, önümüzdeki kuyruk uzadıkça uzadı. Bir de duty free’de saçma bir kavga çıktı, karı koca olduklarını sandığım bir çift, kesin öylelerdi aslında, orda çalışan çocuklardan birini nerdeyse döveceklerdi. Hatta erkek olan, “sen görürsün dışarda” diye tehditler savurdu giderken. Hepimiz gerildik, tekrar adaya dönmek istedik…Hoşbulmamıştık çünkü.
Yelda UGAN
2 Ekim 2018, Petra