Selanik’teki Çift Kanatlı Demir kapı

 

dedim ki, git güle güle,
git ama unutma beni,
biliyorsun sana bağlılığımı.

istersen anımsatayım
sana unuttuysan eğer
ne hoş ve ne güzel şeyler yaşadık;

Sappho

926e32b0-2089-4abe-a898-1607a3d713bc
Selanik’in yeni simgelerinden biri, Umbrellas, by George Zongolopoulos

19/11/2019,

Daha önce hiç gitmediğim bir şehre ayak bastığımda biraz zamana ihtiyacım olur. Ne de olsa biz, şehir ve ben iki yabancıyızdır birbirimize. Şehrin bendeki imajıyla gördüklerimi eşleştirmek, yeni ve kalıcı olanı yaratmak için bir süre beklemede kalırım. Sonra yavaş yavaş şehir içine alır beni, bir kaç gün içinde de aylardır ordaymışım gibi rahatlar, güven duyarım. Zaman, aldığından çok daha fazlasını verir.

Gel görki, mevzu Selanik için bambaşka. O çekmecenin en dibinde duran sararmış bir  mektup gibi beni bekliyor… Çocukluğumda “Adana’lıyım ama rengimin kaçıklığı babamın, yani baba tarafından dedemin Selanik göçmeni olması” der herkesi güldürürdüm. Dedem, babam, babamgillerin hepsi öyleydi, yani benden daha kaçıktı renkleri. Etrafımda gördüğüm, içinde büyüdüğüm ve o zamanlar bana yeten küçük dünyamda ilişkilendiğim kim varsa bizimkilerle olan tek farkları renkleri değildi elbette. Nasıl desem, uzak akrabalar vardı mesela, onlar babamın halası olmayan halaları, teyzesi olmayan teyzeleriydi. Bilgiler bölük pörçük, başları konuşulmayan hikayelerin sonları da belirsizdi. Gerçekte kim kimin nesiydi kısmını bile geçemedim, sormamdan da pek haz etmezlerdi. Bayram anılarıyla dolu dedemin rengi gibi evi de farklıydı, şekli bile değişikti diğer evlerden. Ferforjeler  mavi boyalıydı, kapılar da öyle. Evin tabanı grinin tonlarıyla bezeli siyah-beyaz  karo döşeliydi. Çocukken onlara gözüm takılır, ancak dört karo yan yana gelirse oluşan çiçek desenini defterime çizmeye çalışırdım.

Anneannem hali vakti yerinde bir kadındı, güzel giyinir, Vakko eşarp takardı mesela, tarlaya ne ekileceğine de o karar verirdi ama evinin yer döşemesi betondu hem de yer yer çıplak ayaklarıma beton zeminin pürtükleri batar, yaz sabahları kahvaltıdan önce balkonu yıkadığımız sular evin içine girer, çıkarmak için dört koldan süpürür yine de suyun ortada göllenmesine engel olamazdık.

Dedemin bahçe kapısından başlayan ve ikinci kattaki küçük balkonunu saran, üzerinden bordo renkli üzümlerin hiç eksik olmadığı kıymetli asması, bana dağınık ve karmaşık gelen ama dedemin gününün yarısını burada geçirdiği  yüzlerce teneke saksıdan oluşan terastaki bahçesi, artık beyazlamış ama babamın hala sarıda duran saçları ve ikisinin de mavi gözleri. Bir de yatak odasından girilen efsane “karanlık oda” adı tam da öyleydi. Kiler değil de daha çok yüklük gibi. Penceresiz, yatak odasının içinden girilen küçücük bir çıkıntı. Hiç oraya kapatılan bir çocuk görmedim ama yaramaz çocuklarıyla baş edemeyen ebeveynlerimizin “bak oraya kapatırım ha!” tehdidi her zaman işe yarardı.

img_2055
Alex’den kiraladığımız Selanik’deki evimiz

Heyecandan uyuyamadım, sabah yedide beş günlüğüne bizim olan, her bir ayrıntısına bayıldığımız evin balkonuna çıktım. İki kahve makinasını da çalıştıramadığım için, bir fincan sallama çay aldım. Sarı yelekli, sarı kasklı, saçları omuzlarına kadar inen işçiler cadde boyunca ışığı yanan tek dükkanın Ektia pastanesinin önünde toplanmış kağıt bardaklardan kahve içiyorlar. Kordonla pastanenin önüne set çekilen demir parmaklıklara kadar sokak tamamen bakıma alınmış, ağaçlar budanıyor, arnavut kaldırımı parke taşlar değişiyor. Hummalı bir çalışma var, çocuklar okula giderken, matkap sesleri de başladı, tadilat mevsimi midir nedir şehirde bu ses beş gün boyunca hiç peşimizi bırakmadı.

Her ne kadar daha Kasım’ın son haftası olsa da pastaneler Noel ve Paskalya için hazırlanmaya başlamışlar. Rengarenk süslenmiş vitrinlerine bakarak Kordon boyunca yürüdük. Sahili paralel kesen Aristotales meydanına geldik. Şehir uyanmış, trafik başlamıştı. Herkes işinde gücünde, okulunda ya da restoranların, cafelerin önünü temizliyor, sürekli devinen ama sakin, telaşsız bir tempoda zaman yormadan akıyor. Aslında geniş ve uzun bir cadde olan bu meydanın etrafı mimarisi bozulmadan kalmış, restore edilen binaların üst katları otele alt katları da meydana bakan cafelere dönüşmüş.

img_1864
Büyük İskender’in hocası Aristotales

Termaikos körfezinin önünden kordon boyunca “ne kadar da İzmir’e benziyor, ya da eski İzmir’e!!” diye konuşarak limana kadar geldik. Selanik 19.yy’ın ilk yarısına kadar, etrafı surlarla çevrili bir Ortaçağ kentiymiş. İzmir Limanını inşa ettikten sonra Selanik’e vali olarak atanan Sabri Paşa’nın ilk işi 1869 yılında surların deniz tarafındaki kısmını yıktırmak olmuş, ardından da Selanik Limanını yaptırmış. O yıllarda Osmanlı hazinesinin durumu malum, tamtakır. Vitalis şirketinin yaptığı limanı Selanik’in kentsoyluları finanse etmiş. Şehirde yeni yeni palazlanan bu sınıf, ellerini seve seve ceplerine atmış olmalılar.

Limandan sağa dönüp körfezi arkamıza aldık, Tsimiski caddesinin sonundaki Ladadika‘ya geldiğimizde bir kaç cafe dışında tüm mekanlar uyuyordu. Kapalı kapılar ardından buranın tavernalar, rock barlar ve clublardan oluşan bir çeşit barlar sokağı olduğunu farkettiğimizde gelmek için yanlış bir zaman olduğunu anladık ama bir kere gelmiş bulunduk. Paraty kafede hem biraz dinlendik hem de Selanik’de içtiğim en güzel Greek kahveyi içtim, üstelik duble. Burda ya da, iki kez gittiğim Yunan adalarında müptelası olduğum Türk kahvesini isterken Grek kahve diye istiyorum. Şimdi neme lazım, misafirliğe gelmişim şurda üç gün, varsın burda adı Grek olsun tadı aynı ya!

Limana yakınlığıyla bir alakası var mı bilmem ama burası eskiden batakhaneymiş, genelevler filan varmış. Küçük meydanındaki panolarda kısa bir tarihi de anlatılan Ladadika 1917 yılında tüm Selanik’i saran  yangında kurtulan tek bölge olmuş ve 1985 yılında tarihi bölge unvanını alarak koruma altına alınmış.

img_1886
“kırmızı parlak satenlerinin içinde parlıyorsun Ladadika..”

Yukarı Selanik’e Ano Poli’ye ilk hamlemizi yapmak üzere Ladadika’dan ayrıldık. Ano Poli‘nin Kuzey Batı köşesindeki Aziz Catherina (13.yy) Kilisesine kadar çıktık. Artık yavaş yavaş bir aşinalık sardı hepimizi. Aşağı Selanik’den bambaşka bir dokunun içine düşmüştük. Kilise Bizanslılardan kalmıştı ve İstanbul’da sıkça rastladığımız, bazılarının da camiye çevrildiği kiliselere benziyordu. Örneğin kırmızı ateş tuğlalarıyla yapılmış Bizans imparatoru Justinianus ve karısı Theodora’nın yaptırdığı Cankurtaran’la Kadırga arasındaki  Küçük Ayasofya Camii gibi. Yol üzerinde ve sonraki günlerde benzer yapıdaki kiliselerle sık sık karşılaştık. Rum Ortodoks İlyas Kilisesi (14.yy) Osmanlılar zamanında camiye çevrilen Agios Panteleimonas (14.yy) Kilisesi, Agia Sophia Kilisesi (8.yy), Acheiropoietos Kilisesi (5.yy) gibi. İsimlerini hatırlamadığım daha küçük sokak kiliseleri yine kırmızı ateş tuğladan yapılmış Bizans eserleri. Orta Çağ’da Selanik, liman şehri olmasından dolayı Hiristiyanlığın yayılmasında önemli bir rol oynamış. Avrupa’nın en dindar şehirlerinden biri denir Selanik için. O yüzden de ne Kiliselerini ne de her köşe başında rastladığımız şapelleri saymakla bitmez. Günün hangi saatinde olursa olsun girdiğimiz her kilisede dua eden bir kaç kişiyle mutlaka karşılaştık. Bir ikonun önünde haç çıkaran, yaktığı mumun önünde uzun uzun mırıldanarak dua eden, kiliseden çıkarken de bir sepetin içine oturtulmuş kenarı dantelli beyaz patiska örtünün üstünden bir parça ekmeği ağzına atan dindar Selanikliler.

13a29072-76e9-4ea9-9ba2-d751cf9dbd2f
Unesco Dünya miras listesindeki Aziz Catherina Kilisesi

Agiu Dimitriu ile Agiu Pavlu sokaklarının kesiştiği köşedeki Atatürk’ün müze evine doğru yola koyulduk. Daha okula başlamadan Atatürk’ün annesinin tülbentini kulak arkası yaptığı, gözlüklerinin ardından gülen, babasının da çok ciddi bir duruşla poz verdiği iki vesikalık fotoğrafın arasında defalarca görmüştük bu evi. Uzun ince balkonlu apartmanların altındaki, hamur kokan pastanelerin, yufkacıların, terzilerin, bakkalların, elektrikçilerin ve küçük mahalle kahvelerinin önünden geçtik. Dişlerine kadar silahlı komando kıyafetli askerlerin etrafında kol gezdiği Türk konsolosluğunun, köşeyi döner dönmez de Ata’nın evine vardık. Ama o evde yoktu. Bunu espiri olsun diye yazmadım. Bir kere kapıdaki görevli kadın öyle olduğunu idda etse de ev pembe değildi. Açık havadaki manyetik güvenlik kapısından geçip kimlikleri gösterdik, nerden geliyorduk niye gelmiştik? Bu soruları da cevapladık  ve taş zeminli, küçük bahçeye girdik. Bu arada evin caddeye açılan ana giriş kapısı kullanılmıyor. Birinci kattan ahşap tavanlı geniş bir sofaya girdik. Herhangi bir rehber ya da yol gösterici kimse yok. Ankara odasında cam vitrin içinde sergilenen Atatürk’ün kullandığı elbiseler, eprimiş beyaz gömlek, kol düğmeleri, eldivenler ve ayakkabılar dışında özel bir şey yok. Doğumundan itibaren hayatındaki tüm aşamalar yani her yerde bulabileceğimiz türden bilgiler resimli panoların içine İngilizce, Türkçe ve Grekçe yazılmış. Manastır odasında da duvarlara projekte edilmiş sürekli tekrar eden siyah-beyaz döneme ait videolar.

a9ff74c3-f0ec-4682-a1db-fdb36e6acdbe
“Türk Milletinin büyük müceddidi ve Balkan İttihadının müzahiri Gazi Mustafa Kemal burada dünyaya gelmiştir.” panoda Fransızca ve Grekçe de yazıyor.

8-10 yaşlarındaki ziyaretçiler çok tatlıydı. Odadan odaya giriyorlar, her bir ayrıntının fotoğrafını çeksin diye anne babalarını defalarca uyarıyorlardı. Yerlerinde duramıyorlar, Atatürk’ün ve Selanik odasındaki annesinin balmumu heykeli önünde defalarca poz veriyorlardı. Ah! o kırmızı halat olmasa da Ata’ya biraz daha yaklaşsalar!! Dokunsalar, ona bıcır bıcır bir şeyler anlatsalar, söyleyecek ne çok şeyleri vardı.

 

img_1998
Atatürk’ün doğduğu evin restorasyonu 2012 yılında tamamlandı.

İpsala’dan Yunanistan’a girdim gireli etrafta dedemin buralardan geçtiğine dair herhangi bir iz, ya da işaret aradım ama bulamadım, yoktu. Oysa apaçık bunu belli etmesem de onun varlığına dair bir şeyler hissedeceğimi hayal etmiştim. Belli belirsiz bir kokuya bile razıydım. Müzeden çok, küskün ve sitemli bir yalnızlık hissi veren Atatürk’ün doğduğu evin kiler, mutfak ve hizmetçi odasının olduğu zemin katından tekrar bahçeye çıkarken çift kanatlı demir kapının önünde durdum. Zeyno’yu ve Mehmet’i çağırıp onlara da gösterdim. Dedemin mavi boyalı bahçe kapısının aynısıydı. Sen gerçekten iyi bir komşusun Selanik, Teşekkürler.

Akşam yine mahalledeydik, Kordonda’ki 57 Nikis Balkonaki Taverna’da. Biraz Grek salata, biraz kalamar, biraz ahtapot, biraz salomaki. Fonda eski bir plaktan gelen hışırtılı, bildik bir ezgi… makaram Rumca sarı bağlıyor, kız söylüyor gelin ağlıyordu, devriyeler de onları sarıyor muydu, anlamıyorduk, ama olsun, Plomari uzo gibisi yok.

 

 

Yelda UGAN

17/12/2019, Gayrettepe

Reklam

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.