” Bir zamanlar diyordum ki: bu Türk’tür, bu Bulgar’dır ve bu Yunan’dır. Ben, vatan için öyle şeyler yaptım ki patron, tüylerin ürperir; adam kestim, çaldım, köyler yaktım, kadınların ırzına geçtıim, evler yağma ettim. Neden? Çünkü bunlar Bulgar’mış ya da bilmem neymiş. Şimdi sık sık şöyle diyorum: hay kahrolasıca pis herif, hay yok olası aptal! Yani akıllandım, artık insanlara bakıp şöyle demekteyim: bu iyi adamdır, şu kötü. İster Bulgar olsun, ister Rum, isterse Türk! Hepsi bir benim için. Şimdi, iyi mi, kötü mü, yalnız ona bakıyorum. Ve ekmek çarpsın ki, ihtiyarladıkça da, buna bile bakmamaya başladım. Ulan, ister iyi, ister kötü olsun be! Hepsine acıyorum işte. Boş versem bile, bir insan gördüm mü içim cız ediyor. Nah diyorum, bu fakir de yiyor, içiyor, seviyor, korkuyor, onun da tanrısı ve karşı tanrısı var, o da kıkırdayacak ve dümdüz toprağa uzanacak, onu da kurtlar yiyecek. Hey zavallı hey! Hepimiz kardeşiz be. Hepimiz kurtların yiyeceği etiz.”
Zorba, Nikos Kazancakis

20/11/2019
Bütün gece yağmur yağdı. Hava hala bulutlu ama ılık. Harita Beyaz Kule’den Yedi Kule’ye yürüyerek yaklaşık üç kilometrelik bir mesafe veriyor. Yokuş yukarı çıkması da cabası. En iyisi Ano Poli’ye, Yukarı Selanik’e yavaş yavaş çıkmak, bir kaç yere uğramak, rast gele molalar vermek. Etrafı çevrilmiş kalıntıların hizaladığı ara sokaklardan Egnatia caddesine çıktık ve Galerius Takı‘yla karşılaştık. Roma İmparatoru Galerius’un Perslerle yaptığı savaşta kazandığı zaferin onuruna M.S. 306 yılında yapılmış. Malum, Romalılar taban ve duvar mozaiklerinde olduğu gibi rölyeflerle de hikaye anlatmayı severler. Burda da imparatorun katıldığı çeşitli ayinler, törenler, coşkulu kalabalıklar arasında şehre girişi ve Pers savaşından tasvirlere yer verilmiş. Fakat anlattıkları hikayelere rölyeflerin ilgisi azalmış, kararmış mermer kabartmaların içi oyulmuş. Artık ya buluşma yeri ya da kuşların geçici olarak soluklandıkları bir ara mekana dönüşmüş.

Bu taraflarda gezerken hemen dikkat çekiyor, dramatik bir şekilde tek tip ağaçların hizaladığı sokakların sonunda, uzun ince balkonlu apartmanların arasında. Şişenin dibindeki cam bir bilye gibi, hem her yerden hem her seferinde farklı görünüyordu Rotonda. Yaklaşık otuz metre yükseklikte, yirmi dört metre çapında tuğladan yapılmış, alçak kubbeyle örtülmüş, uzaktan devasa bir su deposunu andıran enteresan bir yapı. Başlangıçta neden yapıldığı da hala tam olarak bilinmiyor. 13. yy’a kadar Katedral olarak Selanik’e, Selanikliler’e hizmet etmiş. Öyleyse gördüğüm en sevimli, en mütevazi Katedral. Bulutlara uzanmış bir başı, kibirli bakışları yok, sır da saklamıyor, herkesin giremeyeceği gizemli, yarı karanlık salonlara çıkan koridorları da yok, her şey olduğu gibi, rahat, samimi ve aydınlık. Osmanlı’dan sonra yanına bir minare eklenerek camiye çevrilmiş. İkisi, yani minare ve Rotonda hala tombul bir mürekkep okkası ve ince bir divit kadar uyum içinde yaşayıp gidiyorlar.

O gün Rotonda’nın içinde bir sergi vardı; The Splendour of Mosaics, Mozaiklerin ihtişamı. İtalya’nın tarihi şehri Ravenna‘dan ve Selanik’den orijinal ya da kopya edilmiş mozaik örnekleri. Sanırım Katolik İtalya ile Ortadoks Yunanistan arasında Bizans İmparatoru Justinianus zamanına dayanan bir ilişkinin anısına yapılmış bu sergi. Belki de Ravenna’nın 6. yüzyıldan itibaren uzun yıllar Bizans İmparatorluğunun batıdaki başkenti olmasının da bu ilişkide hatırı sayılır bir payı vardır. Duvarlardaki şahane mozaikler, altın ve gümüş taban üzerine serpiştirilmiş meyve sepetleri, kuşlar ve vazodaki çiçekler yeşil, açık mavi ve kırmızının açık tonlarıyla bezenmiş. Sergideki eserlerle duvardaki mozaikler arasındaki renk farkı bir bakışta anlaşılıyor, kopyalar biraz önce yapılmış gibi daha canlı ve parlak. Orijinaller mağrur ve durgun, soft renklerle arzı endam ediyorlar.
Agia Sofia meydanında Tepkevans kafede küçük bir mola verdik. İsmini biraz uydurduğum bu pastanemsi mekan1948 yılında kurulmuş, duvardaki tabelada öyle yazıyor. Hasbelkader İngilizce bir açıklama yoksa kalıveriyorsunuz burda, şu heykel kime ait, bu mekanın adı ne, bazen sokak ve cadde isimlerini bile okumak imkansız. Broşürler, haritalar, restoranlardan aldığım peçeteler ve ıslak mendillere kadar her şeyi topladım, atmadım hiç birini ama yine de hep bir şeyler eksik kalıyor. Kilisenin tam karşısında, gümüş rengi metalik bir malzemeden yapılmış çok hoş bir heykel var mesela.

Ortadakinin elinde tuttuğu kocaman bir gazeteyi diğer ikisi de onun omuzlarının üzerinden bakarak okumaya çalışan üç kişi. Gazeteyi tutan ve onun solunda bir adım geride duran erkekler uzun boylu ve kaslı. Hani parklarda olur ya, bankta gazete okuyan bir adamın gazetesine yanında oturan yabancı da göz ucuyla bakar, ama bunlar ayaktalar. Sağdaki, ortadaki adama iyice sokulmuş, hatta nerdeyse burnu omuzuna değecek kadar yakın olan, elbise giymiş bir kadın. Gel gör ki seyretmekten başka yapacak bir şey yok, ne heykelin adını ne de yapanın adını okuyamıyorum.

Belki bu da Selanik‘in bize bir şakası. “Bak, sadece bak bana, hisset, seyret beni, bırak neyi kim yapmış. Kordonda at üstündeki Yunan Tanrılarına benzeyen o heykelin Büyük İskender olduğunu bilmeyiver, etrafında kay kay binen çocuklara bak, onlar da heykeldeki adama benziyorlar, geniş omuzlarına, altın oranlı, kemikli suratlarına, tanrılara, tanrıçalara model olan kusursuz burunlarına bak. Benim bütün sokaklarım birbirlerine ordan da denizlere çıkar. Ben seni sorgusuz sualsiz içime aldım, sen de bi rahat ol, bana bırak. Orta Makedonya‘yım ben, etrafına bak, her şeyi not alamaz, her şeyin fotoğrafını çekemezsin. Sana anlamadığın halde kilisede dua kitabını sonuna kadar okuyan, Pareira‘da balkondan sana bir şeyler anlatan kadınlara bak. İlk gün adres sorduğun adamla her gün tekrar tekrar karşılaştığın ve en sonunda ona gülümsediğin için şaşır, Türkçe bilen Karadağ‘lı garsonu dinlerken not alma gözlerinin içine bak. Sabahları ekmek ve kruvasan aldığın fırına günaydın diyerek gir, onlar anlar. Bak ben yaşıyorum, yaşayanlara bak!”

İlahi Selanik!…Akropoleos caddesini takip ederek ufak ufak yürümeye başladık. Agia Sofia meydanından Yukarı Selanik‘e çıktıkça politik ruhuna uygun olarak grafitiler sertleşiyor, aşağıdakiler gibi soft, hatta aksesuar olarak ısmarlama, görsel bir estetik kaygı taşımıyorlardı artık. En çok da Türkiye’den gelen Beşiktaş’lı Rumlar‘ın 1926 yılında kurduğu futbol takımının, siyah-beyaz PAOK‘ın adına rastlıyorduk taş duvarlarda. “No Islamic” ya da “Refugees Welcome Patriots fuck of” gibi isyankar, renkli puntolarla şekillenmiş, İngilizce grafitilere de.
Sur dibinden kaleye doğru tırmandıkça kimisi arnavut kaldırımlı kimisi çıkmaz sokaklar daralıyor. Retro apartmanların yerini Balkan, Anadolu, Rumeli mimarisinden benzer örnekler alıyor. Cumbalı, renkli, güler yüzlü ama yalnız evler. Boş sokaklarda bir kedi karşıdan karşıya geçiyor ya da yaşlı bir amca elindeki alışveriş çantasını yokuş yukarı çıkarırken zorlanıyor. Kuleye yaklaştıkça, küçük küçük kahvelerin, restoranların bulunduğu, Beyaz Kule’nin arkasından başlayan Venizelou caddesiyle Akropoles caddeleri birleşiyor. Etraf biraz hareketlense de işsiz mekan sahiplerinin birbiri aralarında yaptıkları muhabbet bir de üç beş turist, hepsi bu. Çünkü bugün Çarşamba, Pazartesi ve Çarşamba günleri kale ziyarete kapalıymış. Çok şaşırdık. Müzeler, kaleler, ören yerleri gibi mekanlar sadece Pazartesi günleri kapalı olmaz mıydı?

Bundan beş yüz yıl önce Osmanlı Selanik’i aldığında, Konya’dan getirdiği göçmenleri buraya, Yukarı Selanik’e yerleştirmiş. Mübadele sonrasında da tersine bir hareket yaşanmış, burdaki müslümanlar Türkiye’de Rumların yaşadığı mahallelere, Bin yıldır Anadolu’da yaşayan Rumlar da buraya, 1920’lerde müslüman mahallesi olan Ano Poli‘ye yerleştirilmişler. Şehirdeki dengeler bütünüyle değişmiş. 20. yy’ın büyük insani dramı, dramlarından biri, Türk-Yunan mübadelesi. Düşünüyorum da, bizim çocukluğumuzda bile hala devam eden bir nefret ve ön yargı vardı. İsimlerini duymaya bile tahammül edemezdik. Yunanistan’la yaptığımız milli maçları nefretle seyreder, mevzudan bir haber olanlarımız için bile maçın skoru gündemin en önemli meselesi olurdu. Okula gitmeyen çocuklar bile 74 Kıbrıs savaşında “çatla patla Makaryos Kıbrıs bizim olacak” diye hiç de sevimli olmayan onların o küçük yüreklerine yakışmayan tekerlemeler söylerlerdi ama bütün bunlar maalesef normaldi. En azından bugün, aradan geçen bunca yıl sonra da olsa birbirimize gelip gidiyor, köklerimizin izini sürebiliyoruz.

Yedi Kule’den körfeze, birbirine dar sokaklarla eklenen dik merdivenlerle Aristotales Üniversitesine, aşağı Selanik’e kadar indik. Surdibinde öğleden sonra gezmesinden dönen muzip bakışlı, inci kolyeli şık şıkırdım iki yaşlı kadınla karşılaştık. Bize “n’oluyor?” diye sordular gülerek. Önce anlamadık, meğer bildikleri bir kaç Türkçe kelimeden biriymiş -n’oluyor- Yokuş yukarı çıkan kadınlar nefes nefese birbirlerine bakarak kıkırdadılar sonra. İki yaramaz çocuk gibi biri diğerini göstererek “baba, Samsun” dedi. İzmir, İstanbul, hatta Simirna, Konstantinapolis sık duyduğumuz isimlerdi ama baba tarafından Samsun’lu teyze günün sürprizi oldu.
Yelda UGAN
26/12/2019, Beşiktaş