Thessaloniki Mou
Selanik, nereye gidersem gideyim, daima kalbimdesin.
Asla sensiz olmayacağım
Sen benim evimsin, söylüyorum ve senin için övünüyorum!
Selanik, ah! Ne kadar ileri gidersem,
Tatlı ismini her zaman hafızamda tutarım.
Ah! Sana nasıl yaklaşmak isterim,
Deniz kenarındaki Beyaz Kule’nin önünde ölmek.
Selanik, sen duygu dolu bir şehirsin.
Bohem akşamların, sokaktaki şarkıların çok güzel.
Vassilis Tsitsanis

21/11/2019
Dün Yedi Kule’den akşamüstü döndük. Hava serin ve bulutluydu ama canım hiç eve gitmek istemedi. Kordon’da kısa bir yürüyüş yaptım, şaha kalkmış atının üzerinde kılıcını çekmiş, bana Doğu’yu, henüz adını bile duymadığım Peraia‘yı gösteren Büyük İskender heykeline sırtımı dönüp caddeye çıktım. Günlerdir Serhat Öztürk‘ün Selanik adlı kitabından okuduğum Dore Kafe var aklımda. Kafenin tarifi Beyaz Kule karşısı olunca onu bulmak zor olmadı. Gruplar halinde uçan siyah kuşlar Kordondan benimle beraber geldiler, dışarda tavandan yere kadar inen camdan duvarın dibindeki masaya oturuncaya kadar da bana bir teşrifatçı gibi eşlik ettiler. Bulutların arasından sızan akşam üstü güneşi cama vuruyor, içeriyi göremiyordum, bira saati gelmişti ama ezberimi unutmuş bir öğrenci gibi kahve söyledim. Kahveden önce estetiği kalın, süssüz düz hatlarında gizli olan cam bir şişede su geldi, sanki iki kere filtreden geçirilmiş, gece serin bir yerde bekletilmiş gibi çok güzel bir su, kahve ve yanında minik kömbe geldiğinde bütün bir şişeyi bir kaç kerede kana kana içmiştim.

Dışarının miadı dolmuştu artık, hava iyice serinledi, içeri girdim. Üstü beyaz mermer masama, kahverengi ahşap barla aynı renk sandalyeme oturdum. Karşımda kafenin cam duvarlarının ardından rahatlıkla görünen Beyaz Kule, fonda My first, my last, my everything‘i söyleyen Barry White.
Sarı, bordo, gri ve beyaz yer döşemesi çinilerin dördü bir araya geldiğinde taç yapraklı bir çiçek deseni oluşturuyorlar. Ortada Antik Yunan‘dan kalma tapınakları hatırlatan iki mermer sütun çinilerin üstünde beş metrelik tavanı tutuyor.
Genç garsona “Rembetiko dinlemek istiyoruz” dedim, bildiği bir yer var mıydı, şöyle ticari olmayan, turistlerin bilmediği, Selanik’li müdavimlerin gittiği, yani bir gecelik bizi de klübe alabilirler miydi hı?! Yüzünü buruşturdu, sanki bir rockçıya “nerede fasıl dinleyebilirim?” diye sormuşum gibi baktı. “Sorarım” dedi. Döndüğünde konuya ilgisi hala mesafeli ve isteksizdi, anlaşılmaz bir kaç şey söyledi fakat bir yere varamadık. Ama en azından önerdiği Yunan birası Septem Pilsener konusunda anlaşmıştık. Garson çocuk bir iyilik daha yapsa, bilmeden sihirli şişeyi getirmiş olsa bana, hafif aromalı biradan bir yudum alsam ve kafe Dore’nin açıldığı 1917 yılına gitsem mesela?!

Dore‘yi bizimkiler de görsün istedim, onlarla da akşam yemeğine geldik. Garsonlar değişmiş, içerinin loş aydınlığı kafeyi akşama taşımıştı. Büyük kalamar süpya suyuyla pişirilmiş karidesli siyah pirinç dışında ızgara ahtapotla ve Greek salatasıyla Selanik akşamlarımızın şaşmaz listesine benzer bir menü aldık. Karadağ’da büyümüş, Boşnak garsonumuz Plomari uzuya burun kıvırdı, Drama uzo daha iyiydi.
Emir garsonun hafif aksanlı Türkçesi sayesinde yemek boyunca onunla sohbet ettik, ona sorular sorduk. Bize rehberlik yaptı, etrafı tanıttı, arabayla gidebileceğimiz yakın yerleri uzun uzun anlattı. Örneğin Afitos Köyü çok güzel der demez telefonunu açıyor; gözlerinin içi gülen bir kadınla orda çektiği fotoğrafları gösteriyordu. Karısıymış, çocuklarının güzel annesiymiş ve Arnavutmuş.
Bugün burda Selanik’e 20 km uzaklıktaki Peraia‘da geçirdiğimiz güzel günü de ona Karadağ’lı mutlu garsonumuza borçluyuz.
Sabah erkenden yola çıktık. Kırlar mahallesinden geçtik, tabelalar Halkidiki’yi gösteriyor. Makedonya havaalanından sonra sağımızda kalan Ege denizini takip ederek 20 km daha gidiyoruz. Selanik’in büyük alışveriş merkezleri, outletleri, ultra süpermarketleri de bu yol üstünde. Bizim ülkemizde uygulanmayan ya da kabul edilmeyen, 90’lı yılların sonunda Avrupa ülkeleri tarafından uygulanan bir yasa bu; büyük avm’lerin haksız rekabeti engellemek amacıyla ancak şehir dışında açılabilmeleri. Metrekare ve mesafe kriterleri de bu yasaya dahil.

Yol sola Halkidiki tarafına tırmanmaya başlamadan deniz kenarındaki ıtır ağaçlarının altında durduk. Hava serin, kağıt peçeteye bile gücü yetmeyen hafif bir rüzgar var. Fışır fışır denizin sesiyle yürüyoruz, uzaktan körfezin ucundaki Selanik görünüyor. Deniz ve gökyüzü aynı renk, bulutlar öbek öbek toplanmış, renklerin belli belirsiz griden beyaza döndüğü yere bakıp umutlanıyoruz. Güneş birazdan açacak.
Denizle en fazla üç katlı, beyaz badanalı yazlık evlerin arasında yürüyor, keşif yapıyoruz önce. Kaldırımda hala ankesörlü telefonlar var. Kafeler, restoranlar tek tük müşterilerini ağırlıyor, havada mis gibi deniz ve kahve kokusu. Yaz sezonu bitmiş, kedi sezonu başlamış sanki etrafta insandan çok türlü çeşit kedi var, konuşan kediler.
Kahvemi içerken kıpırdanıp duruyorum, masayı topluyorum, Zeynep‘in dünden kalan hamburgeriyle kedileri besliyorum, telefonu şarja koyuyorum, olmuyor. Daveti daha fazla erteleyemezdim, ayakkabılarımı çıkardım, kot pantolonumu dizime kadar çektim ve denizin incecik kumlarla buluştuğu kıyıda uzun bir yürüyüşe çıktım. Tek başıma.

SeaEsta Cafenin başına buyruk sahibesi Elena, duble kahvemi ayakkabılarımı giyerken getirdi. Kalın seramik fincandaki ılık kahveyi içerken birazdan tanışacağım Alex’i izlemeye başladım. Alex yaşından beklenmedik bir çeviklilkle sahil tarafındaki masalara servis yapıyor, içinde ne olduğunu göremediğim tabaklar taşıyordu. Balıkçı kulübesini andıran küçük ahşap dükkanına girip çıkarken belli belirsiz başını eğiyor, hiç bir yorgunluk emaresi göstermiyordu. En iyi balık komşuda Alex’in yerindeydi madem biz de bir kaç adım sonra masalardan birine oturduk. Alex bize mutfakta kaynayan tencerelerin, kızgın yağı tutan tavaların arasında dolapdan çıkardığı balıkları gösterdi ve bacak boyundan daha kısa olan tezgahında sebze doğramaya devam etti iki büklüm. Kendi hazırladığı, ortasından kalın bir iple iki yol dikiş atılı defterden menüye bakarken beresinin üzerinden yakın gözlüğünü taktı ve içecek siparişlerimizi de aldı. Üç masa arasında sırayla koştururken ızgara koristo, Kasım balığı Sardines, Pout Fried, Sprat ve Kautsomoura ile çok güzel bir masa hazırladı bize. 1958′den beri varmış burası, sadece ona çalışan balıkçısı her gün öğleden sonra denizden taze balıklarla dönermiş. Retsina şarabı önerdi bize, asma dalının reçinesinden yapılır, üzümün de özü katılırmış bu şaraba. Alex İngilizcem iyi değil diye çok mahçup, defalarca özür diliyor. Aslında hiç gerek yok, anlaşıyoruz işte. Hem yan masada uzolarını yudumlayan Pereira’lı iki kadın da yardıma hazır.

Akşam üstü yanan odunun isli kokusu var havada, tatlıyı o kadar çok seviyorlar ki kesinlikle her yerde ikram ediyorlar. Burda da Alex’in yoğurtlu, meyveli tatlısını yedikten sonra dışarı çıktık, deniz kenarında oturduk biraz. Retsina şampanya renginde, reçine kokusu hafif belli belirsiz bir acılık katmış, içimi rahat ve hafif. Adı da çok güzel; retsina!
Dönüşte How deep is your love çalıyor radyoda,
Yelda Ugan
31/12/2019, İstanbul
Yılın son yazısı…e o zaman 2020 de gezmeli, tozmalı, yazmalı, okumalı ve muhabbetli olsun!!