Serap, Verus, Akdeniz ve Tomtom

 

65e77c02-121c-4f2e-90b8-c10f187dc980
Akdeniz, İlhan Koman

Antakya Arkeoloji ve mozaik müzesi, benim ilk gittiğim müzeydi. O zamanlar müze Cumhuriyet meydanındaydı, Asi ırmağının kenarında. Arnavut kaldırımlı, cumbalı eski Antakya evlerinin olduğu mahalleden müzeye varmamız on dakika bile sürmemişti. Bir hafta sonuydu, Kırıkhan’dan halama gelmiştik, büyüklerimizin biraz kafa dinlemek için “hadi çıkın, dolaşın biraz..müzeye gidin!” diye bizi evden karga tulumba gönderdikleri, anne babaların hafta sonu etkinliği diye bir dertleri olmadığı günlerden biriydi. Çoluk çocuk toplanıp halamın cumbalı evinden çıktık. Kardeşlerim ve kuzenlerim…içlerinde en büyükleri bendim, on iki ya da on üç yaşındaydım. Arnavut kaldırımlı sokaklarda tenefüse çıkmış çocuklar gibiydik. Ne sesimizi ne adımlarımızı kontrol edebiliyorduk, balıkçıların önünde taş döşeli sokak bitti ve ana caddeye çıktık. Yolu bilen kuzen önde biz arkada Asi nehrinin üzerindeki beton köprüden geçtik. Müze buradan görünüyordu, etrafı demir parmaklıklarla çevrili, küçük, dar bir bahçenin ortasında, devlet dairesi ciddiyetinde bir binaydı. Bahçede, içerdekilere benzeyen “şeyler” vardı; kafası ya da kolu olmayan heykeller, sütunlar, başlıklar ya da küçük bir masa kadar mermer bloklar.  Yeteri kadar yer olmadığı için mi oradaydılar yoksa bu da sunumun bir parçası mıydı? Kapıdan içeri girdiğim an büyülenmiştim. Şaşırdım, nerden başlayacaktım bakmaya? Bakmak yetecek miydi? Duvardan duvara uzanan renkli mozaiklerin üstündeki bu resimler; başının üstünde minik boynuzlar olan aydınlık yüzlü bir adam ve arkasındaki kadın; onun da boynuzları vardı. Bir diğerinde heybetli, göğsüne kadar turuncu sakallı adamın belden aşağısı balık kuyruğu şeklindeydi, kanatlı bir erkek, tavus kuşları, etrafına toplanmış keçilere lir çalan bir kadın…hüzünlü bakışlar, hep diğer tarafa bakan perdeli gözler…. Mozaklerin altındaki minik, metal levhalarda yazdığına göre erkekler tanrı kadınlar da tanrıçaydı..

Mozaiklerden heykellere geçtim, kanatlı boğa, ağızlarını kocaman açmış ikiz aslanlar, büstler, melekler derken belki benim beş katım uzunluğunda üç katım genişliğindeki Roma Emperor Verus’un heykelinin heybeti karşısında dondum kaldım. Red Kit’in köpeği Rin Tin Tin gibiydim, yerimde duramıyordum…hayranlıkla heykele iyice sokuldum elimi üzerinde gezdirmeye başladım, kirli beyaz, soğuk mermere avuçlarımın içiyle dokundum. Mucize gibi bir şeydi. Mozaiklerin üstünde gördüğüm tanrıların işi olmalıydı bu, ya da ta kendisi. Az sonra  on adam boyundaki yüksek tavanın da marifetiyle boşlukta yankılanarak daha da tizleşen bir düdük sesiyle irkildim. Dakikalar sonra müze bekçisi olduğunu öğreneceğim siyahlar içinde bir adam salonun ortasından çılgın gibi bana doğru koşuyordu. Verus’un “tehlike anında basınız” yazılı kırmızı düğmesine dokunmuş olmalıydım yanlışlıkla, tehlikedeydim ve birazdan hepimiz mahsene açılan deliklerden içeri düşecektik, dehşet içindeydim….Oysa tehlikede olan Verusmuş. Bütün bu telaşın beni değil onu korumak için olduğunu anladığımda çok utandım.

Bu benim, bir üniformalıyla ilk karşı karşıya gelişimdi. Yıllar sonra, başka şehirlere okumaya gittiğimde, kalabalıklar içinde kovalanmışlığım hatta gaz yemişliğim bile oldu ama bir daha da teke tek militarist bir deneyimim olmadı. Hala müzelerde tedirgin olurum, izleniyormuşum gibi gelir endişelenirim.

Sevgili arkadaşım Serap’la Beyoğlu Tomtom mahallesinde küçük bir gezi yapmaya karar verdik. Daha uzun seyahatlerimizde olduğu gibi önceden hazırlandık, bir saat içinde gezilecek yerler listemiz hazırdı. Ertesi gün, Hazzopulo pasajında kahvaltı yaparak başladık, şapkacı Katia daha dükkanı açmamıştı…hafif bir yağmur, fonda Ahmet Kaya; o davudi sesiyle sevdiğim şarkıyı söylüyor, alt tarafı elma yedikleri kadına “Leyla” olmadığını hatırlatıyordu…Pasajla Santa Maria Kilisesi arasında Yapı Kredi Kültür merkezine uğrayıp, Akdeniz Heykelini de ziyaret edecektik. Böylece Roma’lı Verus da arka arkaya düştü aklıma. İstanbul’a yerleşmek üzere geldiğimde, 97 yılında Akdeniz heykeli Zincirlikuyu’daydı. Kore Şehitleri caddesine mezarlık tarafından girişte. Propaganda aracı olarak kullanılmayan, tarihi ya da tarihi olmadığını gözetmeksizin bir heykele, hem de bu kadar güzel konulu bir heykele şehrin ortasında rastlamak, onu her gün görebilmek benim için İstanbul demekti. Sonra başka yerlere taşındı, başına kötü şeyler geldi…şimdi kapalı bir yerde ama en azından güvende.

O gün Yapı Kredi’de İktidar İmgeleri: Lidya’dan Osmanlı’ya Paranın Yolculuğu adlı bir de sergi vardı. Çok parçalı bir koleksiyon. Parayı keşfeden Lidyalılardan günümüze kadar iz sürecektik; slogan buydu, ya da buna benzer bir şey.

Antik dönemde İstanbul’un bugünkü sınırları içinde üç darphane varmış. Selymbria/Silivri, Kalkhedon/Kadıköy ve Bizantion/İstanbul. Gümüş sikkedeki yunus balığının üzerindeki inek, İstanbul’un kuruluş mitolojisindeki Zeus’un inek şekline soktuğu sevgilisi İo’yu temsil ediyormuş. İneğin ayakları altında yunus varsa Bizantion, buğday başağı varsa Kalkhedon darphanesinde basıldığını anlıyormuşuz.

img_5685

Lidyalılar, Anadolu’yu ele geçiren Persler, Helenistik İmparatorluk ya da Pers imparatorluğuna son veren Büyük İskender, Agustus ile başlayan Roma İmparatorluğu derken Doğu Roma, Bizans ve Osmanlı…

Serap Lidyalılar’ın memleketinden; Manisalı, o konuya daha hakim. Aslında Serap anlattıkça benim de ilgim arttı…… bu sikkeler ne çok şey biliyorlarmış meğer

Roma imparatorları sikkeleri etkili bir propaganda aracı olarak kullanmışlar, ön yüzüne imparatorun idealist üslupta betimlenen portresi bulunur, arka yüz ise imparatorların toplum ya da kamu yararına yaptıkları faaliyetler ve kazandıkları zaferlerin duyurusu için kullanılırmış. Ne acayip! Medyanın tekelleşmesi gibi….Neyseki günümüzde böyle şeyler yok artık!

Antik Çağda, Roma öncesi dönemlerde hanedanlar ve Fertler arası ya da kent içi anlaşmazlıklara son vermek için sikkeler siyasi bir araç olarak kullanılmış ve  üzerlerine tokalaşma/el sıkışma şeklinde figürler resmedilmiş…..bunu sevdim!….Şimdi de bu yöntem kullanılsa işe yarar mı? Mesela tersten gitsek…paraların üstünde çözüm üreten, el sıkışan liderleri görsek her gün…onlar da değişir mi?

img_7330

Türklerin Anadolu’ya yerleşmesinden sonra bazı bölgelerde Türkler ve yerel Hiristiyan halk arasında modun vivendi yani geçici anlaşmalar kurulmuş. Böylece  her iki topluluğun da farklı dinsel ve etnik kimliklerini aşan dayanışma bağları ve komşuluk ilişkileri sağlanmış.

Diyelim ki ülkeler arası anlaşmazlıklarda bu modeli örnek alıp kredi kartlarını önlü arkalı kullansak, bir yüzüne tıklım tıkış dolu mülteci botlarının fotoğraflarını, diğer yüzüne ilgili liderlerin kararlarını yazıp zorunlu kamu oyu yaratsak.

img_7442

Ya da “harcamadan önce iyi düşün!!” diye yazan bir kart önereceğim ama bunu kabul edecek bir banka tanımıyorum!.

Serginin sonuna geldik ve ben Verus’la dolaylı da olsa tekrar karşılaştım. Meğer Verus İmparator Marcus Aurelius’un yardımcısıymış, Roma İmparatorluğunda, o dönemde eşi görülmedik bir biçimde yardımcı imparator olarak seçilmiş. Gücü eşit olarak paylaşıyorlarmış ama resmi olarak imparator Aureliusmuş.

Marcus Aurelius Beş İyi İmparator döneminin son halkasıymış. Roma İmparatorluğunda İmparator Domitianus’un öldürülmesiyle yeni bir dönem başlamış ve senato tarafından sevilen Nerva tahta geçmiş. Nerva’dan sonra Roma’da Evlatlık İmparatorlar çağı başlamış ve ardı ardına beş iyi imparator Roma’ya hükmetmiş. Nerva, Traianus, Hadrianus, Antaninus ve Aurelius. Filozof imparator olarak da bilinen Aurelius Düşünceler adlı bir de kitap yazmış.

Bu beş iyi adamın profil resimlerinin olduğu sikkelere de bir göz attıktan sonra tekrar İstiklal’e çıktık. Mısır Apartmanının karşısındaki Olivia geçidinde bir kahve içimlik mola verdik. La Fontane kafede. Doyasıya sustuk, biraz da güldük…Alman kitabevine Sinekler’in Tanrısı’nı sorduk, yokmuş ama gelecekmiş… yeşil kapısının ferforje kıvrımları arasından  Mevlevihanenin fotoğraflarını çektik, kediler ve taş yolun sonundaki bahçe  tekinsiz bir huzur içindeydi…pazartesinin tadını çıkarıyorlardı, geveze, telefonlarının arkasından bakan obur turistler yoktu bugün…Karaköy’e Kamondo merdivenlerine doğru yürüdük, Kart Çınar Sokağını bulduk….Cenevizliler’in izini sürüp Galata’ya kadar tırmandık….Nardiz’in siyah demir kapısı çıt çıkarmadı…Galata konuştu biz yine sustuk…yan masadaki üç Çin’li kadını bize benzettik…Dublin, yaz, sırt çantaları, bayram, Feride’nin izni…sonra bakarız dedik. 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hayatımın ikinci on yılından beri varsın hemşire…. Ne dersin iyi iş çıkardık ha!…Doğum günün kutlu olsun güzel arkadaşım, nice senelere.. 

Yld,

Beşiktaş, 19/11/2018