Merhabayınız, Güle güleyiniz

 

İskele gemimiz oldu, ben de kaptan, tek mürettebatım Elifçe’yle ağlarımızı Kuzey Ege’nin buz gibi sularına attık. Güneşin altında parlayan gümüş rengi balıklar ıslak ve kaygandı. Yavru bir ahtapotu ağlardan kurtarıp evine gönderdik.

img_9746
Ylva Snöfrid, Distopya ve Ütopya

İstanbul Bienalinin bir mekanındayım sanki, sanatçılar “dünyanın sonu geldi!!” yerleştirmeleriyle seyircilerini bekliyorlar. Bunu bir otogarda yapmaları da çok manidar. Yani son durak hissi veriyor, geldin ama gidemiyorsun manasında. Aradan günler geçtiği halde gözümün önünden gitmiyor. Esenler otogarına girdik, servisle aşağı, dünyanın merkezine doğru iniyoruz, Dante’nin Cehennem’i gibi katman katman. Dükkanlar boş, soğuk ve alaca karanlık. Neyse, bu dükkanlardan birinde gördüğüm adam, ayaklarını öne doğru uzatmış, elleri kucağında dükkanın tek eşyası olan bir sandalye tepesinde oturuyor ve karşıya bakıyordu. Ensemdeki bütün tüyler havalandı.

Bir de bunun üstüne yağmur başladı, yağmur bir şey değil, sabah telefonuma bir uyarı geldi. Birazdan yağacak yağmur kimyasal yüklüymüş diyor mesajda, dün Tuzla’da bir deri fabrikası yanmış da ondan, dikkat etmeliymişiz. “Çocuğum” dedim, bügün yağacak yağmur böyle böyle sakın ağzını açıp öyle havaya dikme olur mu?! Boş boş baktı yüzüme, vedalaştık.

Yer hostesi mi diyorlar artık ona neyse beni almadan giden servis şöförüne verdi veriştirdi. Hep onun suçuydu. Şimdi bu trafikte Şişli’den dönecekti, Mecidiyeköy’e viyadüğün altına gelmek zorundaydı. Çünkü bu otobüs firması yeryüzünde kavuşmaktan daha güzel bir duygu olsaydı başka bir iş yapıyor olurdu. Oturduğum sandalyeden hallice bir koltuğun karşısındaki duvara asılı afişlerde böyle yazıyordu. Çok güzel, çok havalı, çok genç, en önemlisi çok mutlu bir çift fonda duran pıspırıl, gıpgıcır bir otobüsün önünde birbirlerine bakarken gözleri parlıyordu. Artık bundan sonrası onlara kalmış, evlere servis yok.

Dört kat aşağı imdim tuvalete gitmek için, Allah’ım nasıl kasıyorum kendimi, her taraf kir pas içinde, kimsecikler yok. Tuvaletin girişinde küçük bir bölme var,  üzerinde “emanet alınmaz” yazıyor. Camekanın arkasındaki kadının melamin tabağına çıkarken iki lira bırakıp dar atıyorum kendimi koridora. Dışarısı ben yokken bir film seti kurulmuş gibi bir anda hareketlenmiş. Merdivenlerin dönemecine karanlık bir örtü gibi oturmuş kocaman bir kadın gelen geçene yol duaları gönderdi. Yemin ederim gelirken bu merdivenlerde tek bir insan bile yoktu.

Kapüşonlu muavin tam da otobüsün bagaj kapısının önüne birikmiş yağmur göleti üzerinden bavullarımızı aldı. Otobüs hep aynı yerde durduğu, hep aynı yere bavul konduğu için orda beton zemin çökmüş, aşınmış mıydı? Otobüs hareket eder etmez hopörlerden gelen kayıtlı kadın sesi keyifli ve konforlu yolculuklar diledi.

Aden’den kovulan Adem ve Havva’nın üç oğlu oldu. Habil, Kabil ve Şit. Kabil Habil’i öldürdü ve Doğu’ya kaçtı. Bir grup düşmüş melek onu himayelerine aldılar. Gözcüler, yani düşmüş melekler Kabil’in soyundan gelenlerin endüstriyel bir medeniyet kurmasına yardım etti.

Saat neredeyse 11:00 ama sabah trafiği hala devam ediyor. İkitelli’ye doğru gıdım gıdım ilerliyoruz. Yağmur, gri bir pus ve Nuh peygamberin tufandan ve yapacağı gemiden henüz haberi yok daha. Gözcüler, insanlığa yaratılıştan itibaren ne varsa öğrettiler ama onlar yine de zıvanadan çıktılar.

İçim geçmiş, otobüs durunca uyandım. Hava da açmış. Tekirdağ otogarındayız muavinin dediği gibi beş dakika kaldık orda. Malkara, İpsala, Çanakkale yönünde gidiyoruz. Nihayet trafik yok, hava pırıl pırıl, buralara da yağmur yağmış, toprak ıslak ve mis gibi kokuyor. Koku kısmını uyduruyor olabilirim, halüsünasyondur o. Tabelalara göre etrafımız bağlarla çevrili, yamaçtan ovalara inen küçük düzlüklerde kireç rengi beyaz badanalı minareler, köyler, sürülmüş tarlalar, bulutlar,  yutarcasına etrafı seyrederken muavin bir elinde kahve, bir elinde telefon bin kere geçtiği yollara bakmıyor, gençlik işte, onun aklı önde, ikili koltukta oturan kızlarda.

Buralara ilk gelişim yıllar önce bir Haziran ayındaydı. Oğul Bush İstanbul’a bilmem ne toplantısı için gelmişti. Güvenlik önlemleri nedeniyle ofisin etrafındaki tüm ana arter yollar trafiğe kapanınca gün ortasında pijamaları giyip yatağa girmek gibi biz de hiç hesapta olmayan bir tatile çıkmış iki gün Assos’ta Behramkale’de kalmıştık. Yeşil yaprak bulutları altında güne bakan çiçeklerinin sapsarı gülüşleriyle saatlerce yol aldık. Bugün sanki üzerlerinden deri fabrikasının atmosferde birikmiş kimyasalları yüklenmiş bulutlar geçmiş gibi, kurumuş ve kararmışlar. Başları önde ve küskün bekliyorlar.

Yazları kurak ve sıcak, kışları ılık ve yağışlı Akdeniz bölgesinde daha biz küçük bir çocukken, buralar coğrafya dersinde işlediğimiz ve yerini haritadan gösterebildiğimiz yedi bölgeden biriydi. Bulgaristan’dan gelen Meriç ırmağı da buralardan geçer Ege denizine dökülürdü. Sultan Süleyman’ın da Viyana kapılarına dayanmak için at sırtında geçtiği yerler ama en çok, her gün gözümüzün önünde olan ve kokuları soluklarımıza karışan çiçeklerin saksıları, Trakya Birlik ayçiçek yağlarının teneke kutularından biliyorduk bu tarafları.

Mola yerinde yine banttan bir kadın sesi yirmi beş dakikalık ihtiyaç molamızı müjdeledi.   Tekirdağ’lı Namık Kemal’in adını vermişler buraya, heykelini de ne kadar büyük yaparsak o kadar makbul olur derken vücudunun orantısı biraz kaçmış, çocuk parklarındaki masal devlerine benzemiş. Papyon kıravatlı  heykeli yüksek bir beton zemine kondurmuşlar. Tanzimat Devri aydını hakkında belki bir şeyler yazmışlardır diye heykele yaklaştım ama sağ elindeki kalın kitabı okuyamadım.

 

Tabelalar peş peşe değişti. Ahievran, Malkara, Şarköy, İpsala (hudut)…Moladan sonra film seyretmeye devam etmedim, Nuh peygamberi oğullarıyla baş başa bıraktım. Tufandan sonra çıkan gökkuşağı gibiydi manzara, alan kapmaca bitmiş, dingin, ufuk çizgili bir yolda ilerledik. Yol çatallandı, sol taraf Uzunköprü, Edirne, Kırklareli, sağ taraf İpsala Yunanistan, biz ortadaki yoldan ilerledik, Keşan Gelibolu Çanakkale

“Keşan otogarında adımla karşılaştım” kesinlikle çok havalı bir başlık olurdu, hoşuma gitti. Kardeşimi Keşan otogarında beklerken, bir büfenin önünde duran dergi standını karıştırdım biraz, iki ayda çıkan bir edebiyat dergisi vardı, görünmediğimden iyice emin olduktan sonra dergiyi kirden sararmış jelatininden çıkardım. Çok hızlı olmalıydım, her an yakalanabilirdim. Sona doğru sayfaları hızlıca çevirdim, sırayla bavuluma ve onun üstündeki küçük sırt çantama, büfeciye ve dergiye baktım. Kopya çekiyormuşum gibi heyecanlandım. Dergiyi tekrar jelatin ambalajına sokmak çıkarmaktan daha zor oldu, poşetin yapışkanlı ağzı sağa sola yapıştı ama sonunda başardım, kimseye görünmeden standdaki yerine yerleştirdim. Adım yoktu dergide.

Ama olsun, kardeşim sapasağlam duruyordu  karşımda, hemen dergiyi de unuttum gönderdiğim öyküyü de. Kolundan sargısı bile çıkmıştı. Biraz sağ kolunu kullanmakta zorlanıyordu, kasları güçsüz kalmıştı ama fizik tedavisiyle halledilecek gibiydi.

Hafta sonunu beraber geçirdik, bisiklet kazası yaptığı köyü gösterdi, başka köylere de gittik. O Doppler gibi bisikletten düştüğü yerde, ormanda yaşamayı seçmedi. Üç gün sonra tekrar işe başlayacak onu “merhabayınız” diye selamlayan, “güle güleyiniz” diye veda eden hastalarına şifa dağıtmaya devam edecek.

img_9807

İki haftalık öğrenci Eilfçe, arabayı kullanan annesine “bocuk ne?” diye sordu. Canavar demekmiş. Arnavut kaldırımlı Çamlıca köyünde her yıl Ocak ayının ikinci haftası olan en soğuk günün bitiminde bocuk gecesi yapılırmış. Holleween, cadılar bayramına çok benzer bir ritüelmiş. O gece Bocuk cadısının gezdiğine inanılır onu kovmak için çok sevdiği kabak tatlısını ahırlara koyarlarmış. Biz yeğenimle arka koltukta kıkırdamaya başladık. Masal bu ya! Elif’in annesi bir Bocuk cadısıymış, hazinesinin anahtarlarını demir bir halkaya dizmiş ve halkayı da beline sardığı siyah bir kuşağa geçirmiş. Burnunun ortasında koca bir beni olan cadı karların üstünde yürüdükçe, ağzında kalan iki dişinin arasından çıkan soluğu buharlaşırmış. Çocuklar onun geldiğini anahtarların şıkırtısından anlar çil yavrusu gibi çığlık çığlığa kaçışır, topladıkları şekerleri de ceplerinden düşürürlermiş.

4e3dac3a-4374-4c31-b13f-bd8bf443eef3
Nejla KAHVECİLER UGAN, nice yıllara:))

 

Gökçetepe tabiat parkından,  Saroz Körfezinin serin sularına ayaklarımızı soktuk. İskele gemimiz oldu, ben de kaptan, tek mürettebatım Elifçe’yle ağlarımızı Kuzey Ege’nin buz gibi sularına attık. Güneşin altında parlayan gümüş rengi balıklar ıslak ve kaygandı. Yavru bir ahtapotu ağlardan kurtarıp evine gönderdik. Akıntıdan dolayı deniz kendi kendini temizlermiş burda, akvaryum gibi çam ormanın içinde turkuaz, lacivert bir deniz.  Sazlıdere köyüne giderken yolda kaybolduk, şipkaların (kuşburnu) arasından bir kaç kere köy meydanına çıktık ama sonra bulduk yolumuzu ve körfezi kuşbakışı seyrettik. Yunusların göç yoluymuş burası, uzun uzun baktık, yorulduk nöbetleşe baktık, görmüşüz gibi şakalar yaptık ama gelmediler.

img_9839Gelibolu, Adilhan çıkışında asfalta kurusun diye serilen ayçiçeklerinden “illa alın!” diye ısrar ettiler, bir avuç aldık. Kıyıda, aşağıdaki çam ve zeytin ağaçlarından sonra Koru dağlarında tam bir cümbüş vardı; meşe, akasya, çınar ve fındık ağaçları kol kola girmiş, sonbahara tam bir seyirlik manzaraya hazırlanıyorlardı, bunlar yapraklarını kızıldan sarıya hizalarken aralarındaki çam ağacı hiç renk vermeden duracak biz de cennete arka kapıdan girecektik.

Satır etin yanında ikram ettiler. Manca göçmen dilinde yemek anlamına geliyormuş, közlenmiş patlıcan ve paprikadan yapılan bir meze adı olmuş zamanla.

img_9866

Keşan’dan İstanbul yönünde ilerliyoruz. Malkara’nın içine girmeden, Şarköy sapağından içeri girdik. Tütün rengi sürülmüş tarlalar, havada kartal görmüş hindi sürüsü gibi yan yan bakan içi geçmiş gündoğduların arasından kıyıya indik. Şarköy kesmedi bizi, Marmara’nın da hiç keyfi yoktu, bulanıktı ve rüzgar huzursuz kadınlar gibi Güney Doğu’dan keşişleme esiyordu. Nympha’lar Bocuk cadısının kulağına fısıldadılar, Mürefte’ye doğru yola çıktık. Trakya Tanrı’sı Baküs’ün memleketine, asmayı bekleyen, bağ bozumu yapan şarap Tanrısı. Bana mı öyle geldi bilmem! Arnavut kaldırımlı sokaklar şarap kokuyordu. Sahildeki sıralı ahşap evlerden birinin önünde küçük bir kalabalık var, herkesin elinde birer şarap kadehi. Burası Kutman şarap müzesi, içerde 1890 yılında kullanılan on tane meşe fıçı var. En son 1958 yılı bağbozumunda kullanılmış bir çıkrık ve bir kapalı pres, şarabı tortusundan ayıran filtre tepsi, güçlü erkek ve kadınların ayaklarıyla üzümü ezdikleri çıpıt aleti, 1972’de Fransa’dan gelen Fulvar, elektrikli pompalar çıkana kadar kullanılan adı ahbap olan ama Trakya şivesinde H harfi söylenmediği için ABAP denen tulumba, muhasebe evrakları, şişeler ve aile fotoğrafları. Kocakotaki adında Rum bir şarapçıya aitmiş burası, 1888 yılıymış. Daha sonra Rum şarapçı Kocakotaki’nin yanında çalışan, Kutman’ların büyük büyük dedesi Ali Paşa Zade Ahmet Efendi burayı devralmış. Sonrası malum.

img_9888

Denizi karşımıza aldık, ılık güneşin altında 2011 yılında şişelenmiş Reserve Cabernet Sauvignon’u tatmaya başladık. İçimi yumuşak, hafif kekremsi, sıkı bir şarap.

Kocakotaki’ye ne olmuştu acaba, nereye gitmişti? Torunlarına da öğretmiş miydi şarap yapmayı?

Elifçe’nin büyük büyük babasının da şarap fıçıları varmış köyünde, annesi daha küçük bir çocukken dedesinin talimatıyla şarabın şişirip, sıkıştırdığı ahşap çeşmeyi zorlanarak açar fıçıdan sürahisini doldurur sofraya getirirmiş. Bulgaristan’dan bu tarafa göç ettiklerinde 12 yaşındaymış daha.

Elifçe’yle deniz kenarına indik. Kuruyan tuzla ağarmış yuvarlak deniz taşlarına sorduk, bizimle gelmek isteyenleri  kızım Zeze için toplarken, onlar Sevilen’e girdiler orda da bir şişe rose şarap içtik. Kafamız güzel, çok iyiyiz.

Güneş Gelibolu’dan kızarmış bir çörek gibi batıyordu. Yolda Elifçe’ye annesinin hikayesini yazacağıma söz verdim.

 

Yelda UGAN

02/10/19, Beşiktaş