Arkadaş

Ancak fanilerin eremeyeceği bir sırra.

Dicle

Sokak, dünyanın sonundaki çaya varmadan tavanı kalın, demir kancalı ıslak kalaslarla destekli, zemini sürülmemiş toprakla kaplı eski değirmenden almış adını.

Postacının bıraktığı zarflara adı yazılı Değirmen Sokak.

Baş harfleri büyük.

Okula başladığı sene kuzenlerden gelen ve maaile yeni yılını kutlayan posta kartlarına imrenmiş, heves edip o da yazmış.

İğne yapraklı çam ağaçları, ürkek bakışlı geyikler, sevimli ceylanlar rengarenk pul, yaldızlı sim olmuş da eline yüzüne bulaşmış, epey uğraşmış ama yorulduğuna da değmiş doğrusu.

Ne hala kızı kalmış, ne dayı oğlu, ne de amca. Dedeler zamansız göçüp gitmiş, büyükanneler gavur icadı saymış gelen yeni yılı kutlamayı.

Sıra zarflara gelince, durdu kız, kısacık düşündü.

En gizlide sakladığı define sandığına davrandı, turkuaz üstüne mor-turuncu, mine desenli teneke kutusuna.

Kurutulmuş papatyaların, ipe dizili mersinlerin, kullanmaya kıyamadığı tavşan başlı silginin, kaçamak gözlerle ona bakan gelinle damadın aile albümünden yürüttüğü tek düğün fotoğraflarının arasından, sol üst köşelerindeki pulları damgalı beyaz zarfları çıkardı.

Onları, yani kartları zarflarıyla beraber sakladığı için kendisiyle gurur duydu.

Ve az evvel en güzel yazısıyla inci gibi harfleri yan yana dizdiği kartların bulunduğu zarfların üstüne, Değirmen Sokaklı adresi yazdı.

Kendi ev adresini.

* * *

Yanı başında fısıldayarak akan derenin narenciye bahçelerine gidişini anlıyordu da suyun ta aşağıdaki çaydan buralara kadar gelişini anlamıyordu.

Göğüsledikleri buğdayı una çeviren birer tonluk iki ağır değirmen taşını çeviren suyun da çaydan nasıl geldiğini.

Bildiği fizik kurallarına aykırıydı.

Ne biliyordu ki?

Daha sekiz yıllık hayatcağızının ilk yazıydı bu sokakta geçen.

Bahçeler yukarıda yokuş başındaydı, değirmen aşağıda çayın yamacında.

Annesi köprünün öbür başı kadar uzak akrabaların davetine icabet eder, yürüdükçe göğsündeki ağırlık hafiflerdi.

Omuzlarını saran beyaz dantel şalı, saat sarkacı gibi bir sağa bir sola hevesle raks ederken

kız geride kalır, sarkaç duruncaya kadar korkuluklara abanır, akan çaya karışırdı yarı hülyalı.

Bahar yağmurlarıyla köprü gözünden deli divaneye dönen su yazın incelir, cılız, hastalıklı bir oğlana benzerdi.

Yaz geldi.

Saçlarından ayrı düşmüş bir toka gibi hem sokak hem de onun tek elma ağacı sustu.

Tam köşeden, eğilip meyvelerini cömertçe ikram etse de ağacın kökü bel hizasından başlayan dikenli tellerin ardındaydı.

Onları dalından koparmak yasak.

Dökülenlerle yetinmek zorunda.

Ademle Havva olmadan cennet olmaz.

Yazın sonunu bekle! Ademlerin ve Havvaların ovaya inmelerini.

Öteden beri Toros dağlarıyla yukarı ova arasında göç telaşına tutulur, yaz başında gider, Eylül’de gerisin geri dönerler nasılsa.

Kaderleri bu.

Anne migrenini beşikte tıngır mıngır sallarken, komşu kadınlar, bir sır verir gibi “saçına kına” yak dediler.

Yılda iki kere, baharlardan sonra!

“Gece boyunca gazete kağıdına sararsın” dediler.

Uzun kanaviçe yastık kirlenmedi, zira kadınların tembihlediği gibi sabah alnına ve yanaklarına bulaşmış kızıl lekelerle uyanıncaya kadar naylon bir poşet geçirdi kınasına.

Ormanda bir başına yaşayan tekinsiz ucubeler destanın kayıp satırlarını aradı.

Çocukların ödünü koparan.

Sabahla öğle arasını içine düştüğü sayfaların arasında geçirdi.

Kadın öğlene doğru yıkadığı saçlarını güneşte kuruturken kara büyü bozuldu, saçları kızıl bir alev gibi omuzlarından sarktı.

Komşu kadın, kınaya biraz da havanda ezilmiş ceviz yaprağı salık verdi vereli, arka bahçeye gider elmaları göz ucuyla süzerek, yanı başındaki ceviz ağacından annesi için 7-8 dal yaprak isterdi.

Evde biten her şey için çocukların komşuya yollandığı günlerdi.

Bazen bir yumurta, bazen de sütü mayalamak için bir kase yoğurt, yarım bardak toz şeker, ağrı kesici hatta dikiş iğnesi.

Çocuklar mahalleye yeni taşınan memur çocuklarıyla öğretilmiş mesafeyi korur, eşikten bile geçmeye yeltenmezlerdi, alimallah evden tembihliydiler, bir öncekilerden de idmanlı.

Kavak ağaçlarının beri tarafında durur, bir şey istedikleri ya da iki kardeşi oyuna çağırdıkları zaman bile suyun öte tarafından seslenirlerdi.

Uzun yaz günlerinde gökyüzüne doğru uzanan kavak ağaçlarının sesini dinledi kız.

Rüzgârın dokunduğu yapraklar belli belirsiz kımıldamaya başlar başlamaz dışarı çıkma vakti gelir, ağaçların altına oturur annesinin elindeki bakır tepsiyi dünyayı taşıyan Atlas gibi yüklenir, patiska bezinden torbalara kışlık erzak olmadan önce, onları kelebek ölülerinden ya da kendini bilmez minik taşlardan ayıklardı.

Baklagillerin yaşadığı yalancıktan bir dünyaydı bu.

Nohuttan, fasulyeden arkadaşlar…

Çatlaması eli kulağında bir tomurcuk baharı muştular muştulamaz portakal çiçekleri açar, mahlukatın içini genişleten ılık bir koku yayılırdı.

Çabucak geldi yaz, yerini sıcak, terli bir sıkıntıya bıraktı.

İşte şimdi sadece onlar kaldı, kapağı açık kalmış bir fırın gibi üflüyordu hava.

Fırında ilk yaz, ilk imtihan.

Gözden kayboluncaya kadar arkalarından baktı, birinin elinde yarım kova yoğurt, diğer ikisinin kucaklarını dolduran çarşı ekmekleri.

Babasına sordu.

Tütün rengi büyük taş evin tek odasında yaşarlarmış.

Çoluk çocuk sıkış tepiş.

Bağa bahçeye göz kulak olurlar da kurda kuşa yem etmezlermiş sahibin emanetini.

Uzaktan, çok uzak diyarlardan gelirler, dil diş bilmezlermiş sözüm ona.

Halbuki evvel söz vardı.

Sessizlik sinirine dokunur, öğle saatlerinde Ağustos böcekleri o sevimsiz nakaratlarına başlar başlamaz huzursuz olurdu.

En ufak bir hışırtıda dahi aniden sıçrar, ürperirdi.

Sırtını kavak ağaçlarından birine dayar, karnına çektiği dizlerine tepsiyi yerleştirirdi.

Mercimeği ötekilerden ya da pirinci berikilerden ayırmadan önce.

Kah Tom Sawyer olur hayalindeki arkadaşına çitleri boyatır, kah bir su perisi olur ablalarıyla bütün gün rengarenk balıkların arasında neşeyle yüzerdi.

Meraklı karıncalar ayaklarına, oradan da dizine kadar çıkar, sonrasına izin vermez elinin tersiyle bildirirdi hadlerini, Güliver’i yani onu ele geçirmeye çalışan Lilliputlar’a.

Kavakların şaşmaz çağrısıyla avluya çıkan merdivenleri eteğini savurarak atlaya zıplaya indi.

Beton zemin hâlâ sıcaktı ve çıplak ayakları onları ateşe tutmuşcasına yandı.

Her zamanki yerine ağaçların altına oturdu.

Kitabın en heyecanlı yerindeydi, son 7-8 sayfa kalmıştı, bitmeden hiçbir şey ayıklayamazdı.

Cır cır böcekleri moladayken kuru, ince bir dal kırıldı sessiz kuyuda.

Çıt çıkmadı.

Annesi mutfaktaydı, unla suyu buluşturmadan az evvel paşa oğlunu kümese göndermiş allayıp pullamıştı, aslandı o, akıllıydı, var mıydı ondan daha güzeli bu dünyada?

Korkusunu güçlükle bastırdı.

İzleniyor gibi geldi ona, tuhaf bir hisle ürperdi, bir tutam saçı kuru rüzgârda dağıldı, gözlerinin önüne bir perde gibi indi de kımıldamaya cesaret edemedi.

Uçurumların dibinde parlayan deniz gibi iki kara zeytin tanesiyle göz göze geldi.

Hiç deniz görmemişti hayatında, elindeki kitapta Akdeniz için böyle yazıyordu.

Çatlamış kuru toprak çayın suları daha bahçelere varmadan onu içine çekti, su inceldi, geveze yapraklar susmak bilmedi.

O günden sonra sektirmedi, her gün aynı saatte geldi.

Ateşe yaklaşan yabani bir hayvan gibi, ürkek adımlarla yavaşça sokulur, sınırı ihlal etmeden, bir adımlık derenin öbür tarafından ilahi bir sırrı ifşa eder gibi boşluğa bakardı.

Ancak fanilerin eremeyeceği bir sırra.

İlk zamanlar onu öyle aniden karşısında görmekten ödü kopuyor, yaklaşan hastalıklı bir sokak köpeğini kovar gibi evine gitmesini söylüyordu.

5-6 yaşlarında cılız, sümüklü bir oğlandı.

Kara kafalı, kıvırcık saçlı, yassı burunlu.

Eski, çişli bir don olurdu ayağında, çoğu zaman o da olmaz, yara bere içindeki bacaklarının arasında bir bamya gibi sallanan çüküyle dikiliverirdi.

Ta ki babaları talimsiz bir karganın ötüşü gibi yapmacık bir şefkatle adını çağırıncaya kadar.

Zamanla oğlanın ziyaretlerine alıştı.

Biraz gecikse merak eder geldiğinde cevabını alamadığı sorular sorardı.

Oğlan belli belirsiz gülümser, ağzından birkaç söz olsun çıkmazdı.

Annesinin yaptığı çöreklerden, hatta babasının ay başında getirdiği içi marşmelov kaplı, bitmesin diye üstündeki ince çikolatasını yalayarak yedikleri bisküvilerden verdi ona.

Hareket devindi, kendi zamanına haber etti, sonsuz gibi gelen yaz nihayet bitti.

Kavak ağaçları daha erken ve daha uzun salınır oldu.

Güneş ısrar etmiyor, hükmü yavaş yavaş geçiyordu.

Oğlan yine aynı saatte geldi.

Kucağına sığmayan paketi çıplak ayaklarının dibine, ısırgan otlarının arasına bıraktı ve sanki peşinde avcının kovaladığı bir tavşan gibi koşarak uzaklaştı.

Dere kenarından başı bozuk iki damla düştü de gazete kağıdına sarılı paket aralandı.

Isırgan otları ayak bileklerinden yakalıyor, yara oluncaya kadar kaşıması için küçücük bir dokunuşları yetiyordu.

Bereket ki adam otları teyakkuza geçmiş sahra çadırında ağrı dindirmeye yeminli bekleşiyordu.

Etrafa baktı, uzun bir sopa arandı ama bulamadı.

Avluda oynayan kardeşine mutfaktan oklavayı getirmesini buyurdu, omuzlarını silkti çocuk.

Zorladı, tehditler savurdu, sonra teneke kutuda sakladığı iki cam bilyeyle kandırdı onu.

İstediği zaman oynayabilirdi.

Uçları içe kıvrılmış sayfalar, yer yer inceldiği yerden kırılmış kitabın solgun kapağı taşa oyulu anlamsız şekillerle doluydu.

Kardeşin heceleyerek, ablanın bir çırpıda okuduğu kitap, ölümsüzlüğü arayan Sümer’li bir kralla ilgiliydi.

Daha önce adını hiç duymadığı kral Gılgameş ve arkadaşı.

Ertesi gün daha kavaklar çağırmadan kitap okuma bahanesiyle dışarı çıktı, arka bahçeyi kümesten ayıran çitlere doğru yürüyerek yerden iri bir taş aldı ve duvar dibine özenle yerleştirdiği yeni kitabın üzerine taşı bir kâğıt ağırlığı gibi ortaladı.

Bu sefer yasağı delmek için kimsenin ovaya göç etmesini bekleyemezdi.

Yaşam olağan telaşıyla başlarken aşınmış toprak çukurdan, annesine “neden oraya giremem?” diye sorduğunda, “orası dünyanın sonu da ondan”, dediği bahçeye, en dar en karanlık yoldan dünyanın sonuna güç bela vardı.

Yarı beline kadar kireç aşılı ağaçların arasından, onları sulayan küçük derelerin üstünden atlayarak koştu.

Kalbi deli gibi çarpıyordu.

Özgürlükten ve arzudan oluşan bir gezginin mutluluğuna bürünmüştü ki önünden sürünerek hızla bir şey geçti.

Boğuk bir çığlık attı, kimsenin, hatta kendisinin bile duymadığı.

Küçük kara bir yılandı bu.

Ter içinde kaldı, evet, kesinlikle bir yılandı.

Kurbağa olsa sıçrardı.

Kertenkele olsa, ne bileyim, bilirdi işte.

Koşmaya başladı.

Sonu gelmeyecekti ki aniden bitti.

Sararmış otların üstünde oturup biraz soluklandı.

Sonbaharda ekilmeyi bekleyen tarlanın ortasında, iki katlı taş evden gelen belli belirsiz çocuk ağlamalarını öfkeli bir erkek sesi bastırdı.

Korkusu merakına yenik düştü, daha iyi duyabilmek için oturduğu yerden iyice öne doğru eğildi.

Sesler çok yakın, ev çok uzaktı.

Üzerinde tepeleme kuruyemiş bulunan dört tekerlekli seyyar arabayı bayır aşağı sürmeden önce adam başını omuzunun üstünden çevirerek içerdeki çocuklara son bir kez baktı.

Onca destan yazıyla mı yazılmıştı? Velakin evvel söz vardı.

Döndüğünde ya o kitap bulunurdu ya da çocukları, kendi çocuklarını külah yapardı.

Gerçekten böyle mi söylemişti?

Arkadakilerin çıtı çıkmadı.

“Leblebiiiiiii, çekirdeeeeek, kavrulmış fıstııık…eğlencelik bunlar” nameli bir tüccar ağzıyla adam ses tellerini her makamdan akord ede dursun, beriki bir uçtan bir uca kat ettiği evin yolunu tuttu.

Dönüş yolu göz açıp kapayıncaya kadar geçer, eve gelenle çıkan bir olmazdı.

* * *

Tozlu kapılar gıcırdayarak bir bir açılmaya başladı.

Boy atmış, gürbüz yanaklarından kan damlayan akranları ovaya iner inmez geçmek bilmeyen yazı ve onu hatırlatan her şeyi bile isteye unuttu.

Değirmen sokak tekrar çocuk sesleriyle doldu. Herkes pür telaş sokaktaydı. Oğlanlar itişip kakışırken kızlar turuncular ve sarılar arasında değirmene kadar bir aşağı bir yukarı kol kola gidip geliyor, erkekler sigaralarını tüttürürken yaklaşan kışa hazırlanıyor, bodrum katlarında ne kadar ıvır zıvır varsa elden geçiriyor, kadınlar onca işlerinin güçlerinin arasında kocalarına da yetişiyor komşuya geçmek için fırsat kolluyorlardı.

İki kardeş de mal bulmuş mağribi gibi akşama kadar dışarda oyunlar oynuyor, eve girmek bilmiyorlardı.

Kara gözlü oğlan yine aynı saatte yine aynı yere geldiyse de onu fark eden olmadı, olan da ses çıkarmadı.

Tanrı’nın yıkayıp ellerini bir parça çamurla yarattığı Kralın arkadaşı Enkidu gibi oğlan yitip gitti ve bir daha görünmedi.

“Birdenbire hiçbir şey kalmaz geriye
akarsuya karışan susineklerinden, güneşi gören yüzlerden!”*


*: Gılgamış Destanı, çev. Orhan Suda, Yapı Kredi Yayınları

Yelda Ugan S.

17/07/22, Bitez

Kayıp Rıhtım, 13. yıl özel sayısı

https://oykuseckisi.com/.arkadas-yelda-ugan-saltoglu/.

Reklam

Diken Yapraklarıyla Haymeler Kuralım

“Küçükken” dedim, “gökkuşağının altından geçersen erkek olursun derlerdi de ödüm kopardı, vişne çürüğü eteğimi, prenses yakalı elbisemi düşünürdüm. Sanki en önemli şeyler de onlarmış gibi.” 

Ev

Kapıyı açarken eli hala belimdeydi. Böyle küs gibi gitmek istemedim, zira küsmek de sevdaya dairdi. Güya son anda hatırlamış gibi döndüm. Belimi tutan eli havada kaldı. Güvensiz, niyetli ama kırılgan bir el. “Yedek bezler yeşil çantada, burun damlası da fermuarlı gözde, uyumadan önce iki damla, sakın unutma.” Gözleri benimkileri aradıysa da bulamadı. Huyum kurusun, hani sevdaya dair olanlar? En sevecen sesiyle bütün talimatlarımı onayladı. Merak etmeyecek, iyi vakit geçirecekmişim. “Kızlara selam söyle,” dedi. O zamanlar yalnızlığın verdiği böylesine bir zihin açıklığına sahip değildim. Cevap vermedim.    

 

Arabanın silecekleri beni hipnotize eden bir metronom gibi çalışıyor, kaba, gürültülü ve uyumsuz. Sanayi tipi dev bir metronom. Sanki buzlu bir camın ardından bakıyor, yirmi metre ötesini dahi göremiyoruz. Dörtlüler kalp atışı gibi sinir bozucu bir ritimde yanıp sönüyor.  

Yanımda oturan, direksiyona hakim olmaya çalışan sana ve herkese bugün burada olmamı ve evden çıkmamı tetikleyen nedeni inkar ediyorum, özellikle de kendime, öyle değilmiş gibi yapıyorum. 

Kırmızı damperli otoban müdavimleri, ağır gövdelerini üstümüze silkeleyen koca kamyonlar, tehditkar homurtular savurarak geçip gidiyorlar.

“Sevgilim!” arka arkaya tekrar ediyorum, ne kadar zorlasam da adı ağzıma sığmıyor. Ne adı ne de tadı, paslı bir çivi gibi. Sanki aradığın eksik parça, ya da gerçek oradaymış gibi ellerin ceplerinde olduğu halde ayakkabının burnuyla toprağı eşeliyorsun.   

Okulu kırmış çocuklar gibiyiz. Uzaklaştıkça endişeleniyor ama her şey yolundaymış gibi yapıyoruz, iyiymişiz gibi. Olmak istediğimiz yerdeymişiz, olmamız gereken yer burasıymış gibi. Madem o gün bugündü öyleyse yarına kalamazdı. 

Sana elimi uzatmış, sol elimle de güneş gözlüğümü çıkarmıştım, seni daha iyi görebilmek için mi yoksa nezaketen mi yapmıştım? Kim bilir? Mayıs sonlarıydı, yazın habercisi pırıl pırıl bir gün. Pembe bir bulutun içinden geçiyordum, İçimde, derinlerde bir yerde gizlenen bu yaşlı dünya kadar eski kuşkularım, gün yüzüne çıkmadan önce katlanmamı sağlıyordu, dayanmamı.   

Memnun olmuştuk. Atölyede sadece sen ve ben yetişkin sayılırdık, diğerleri hala üzerlerinde öğrenci iyimserliği taşıyan üniversitelilerdi. Tepkileri fazla abartılı, isyanları biraz sahte, hayalleri tutarsız olsa da bir yerden tanıdık geliyordu ve içten içe onları kıskanıyorduk; daha bizim kadar uzun menzilli, çığırtkan bir sessizlikle kuşatılmamış olmalarına, aymazlıklarına katlanamıyorduk.  

Kuvvetli, soğuk bir rüzgar esti. Tabelalar değişmiş, otobana çıkamıyoruz. Eski kentin dar sokakları bizi içeri almıyor. Pencere macunları kurumuş, çatı kasaları bükülmüş, ahşap bakımsız evler küskün. Sanki cahil cesaretimizle bir safariye çıkmışız da tek kurtarıcımız olan lütuf yasasına sıkı sıkı sarılmışız. Kendi meselelerimize bizi daha çok yaklaştıran “girilmez” tabelalarını birer bariyer gibi, etraflarında dönerek nihayet atlattık. Şehir artık belli belirsiz bir silüet olarak epey geride kaldı. Yer yer portakal bahçelerini gölgeleyen küçük bulutlar kaşla göz arasında büyüdü, karardı ve şaşırtıcı bir hızla yayıldı. Bütün gökyüzü bizden önce varacağımız yöne koşar adım hareket eden başıboş bir karanlığa kesildi. Uzaklardaki tarlaların üzerine şimşekler iniyor, zamansız gelen parlak ışık gözlerimizi alıyordu. Mikail bize mi kızmıştı? Yoksa Daphne kehanetinden mi kaçıyordu? Omuzlarımı kasmaktan oturduğum yerde büzüldüm. Elimden gelse koltukta bir kedi gibi kıvrılır, başımı kucağıma gömer, der top olur, küçülürdüm. Vücudumu çapraz saran kemer bana, ben de ona sımsıkı tutundum. Nahoş bir tat vardı ağızımda ama söylemedim, “güzelmiş” dedim, “çok güzelmiş.” Hatta çaldığım zamana bir tutam tuz attım, kucağımda duran köpük tabaktaki limonlardan birini sana uzattım, sen de bana avuçlarını. Gülüştük. Bu iyi geldi bize, rahatladık. Fakat bir türlü o aradığım şeyi, yaz boyu atölyeden çıktığımız akşam üstlerini, evlerimize gitmeden hemen önce az daha uzamasını istediğimiz o dakikaların tadını bulamıyordum. Bir aradayken aklımdan geçenleri ilk kez içimde tuttum. Orada, hiç hoş olmayan bulanık bir duygu vardı, yüreğim avazı çıktığı kadar bağıran gerçeği biliyordu. Ne büyülü düşünceler ne şiirsel hayaller kar etmiyordu artık. Doğru gelmeyen bir şeyler vardı, hatta çok yanlış gelen bir şeyler ama ne olduğunu bilmiyordum. “Hayır doymadım; biraz daha olsa onu da yerim,” böyle söyledim.

Safari devam ediyor, ejderhanın kırmızı bir halı gibi uzattığı dilinden kolaylıkla ilerliyorduk. “Korkuyor musun?” diye sordun. Çok düşünceli görünüyordun, yüz kasların gerilmiş, sanki içinde benim olmadığım, bana ait olmayan bir dünyada oradan oraya koşturuyordun, kim bilir belki küçük kızı keman dersine, büyüğü dershaneye bırakıyordun. Belki maaile gidilen bilmem kaçıncı geleneksel piknik bu hafta sonuydu ve düşündükçe canın sıkılıyordu. “Hayır,” dedin, “Ya sen?” Cevap vermek yerine öne savrulup, torpidoya olanca gücümle bastırdım ve avazım çıktığı kadar bağırdım. Sesim hiç de bağırıyormuş gibi çıkmadı. Dik bir rampadan saatte yüz, hayır hayır iki yüz kilometre hızla ilerliyorduk, o kadar karanlık ve dar bir geçitten dönerek iniyorduk ki, arabanın farları çarptığı duvarlardan tekrar bize dönüyor, gözlerimiz kamaşıyor, birkaç saniye hiçbir şey göremiyorduk. “Kontrolümü kaybettim,” diyordun, “direksiyona hakim olamıyorum…” Sonuna kadar basıyordun frene ama ne gezer. Uçurumdan denize atılan bir taş gibi düştük suyun içine.  

Göz kapaklarıma inen birkaç iri damlayla kendime geldim. Yukardan belli belirsiz bir ışık nemli duvarlardan sızan sulara yansıyor, birkaç saniyeliğine mağarayı aydınlatıyordu. Şey gibi, sanki deniz fenerinden gelen, kendi etrafında dönen bir işaret ışığı gibi. Kıpırdanmaya başladın, başını duvara çarpmış, alnından şakalarına ince bir yol gibi kan sızıyordu. Elini elimde dinlendirdim. Çıkıntı yapmış kayaya zorlukla çektim kendimi, nemli kaygan duvara sırtımı verdim. Senden de aynını yapmanı bekledim. Yaratığın da bizden beklediği buymuş gibi, ikinci level butonuna bilmeden basmışız gibi ejderhanın başı iki yana adeta bir yol gibi bölünerek açıldı, alt çeneye oturmana yardım ettim, sümüksü dişlere tutunarak üst çeneye geçtim. Midem kalkıyor, ağzıma kadar gelenleri güç bela geri gönderiyordum. Uzun, kırmızı dil ortadan ikiye ayrıldı, biri benim, diğeri senin için birer lal kürek oldular. Bir türlü ritim tutturamıyorduk, kendi etrafımızda dönüyor, yalpalayarak gerisin geri gidiyorduk.  Kafa yana savruldu ve bir an dengemi kaybettim. Çaresiz ıslak, kaygan taşlardan birine tutunmaya çalıştım, içim bulandı yine. Bu sefer ağzıma kadar gelenler söz dinlemedi, dudaklarımın kenarından sarı, safran rengi bir sızıntı çeneme doğru yola koyuldu. Birkaç dakika daha böyle debelendikten sonra nihayet yolumuzu bulduk, dilin yarısı suya dalarken diğer yarısı çıkıyordu, her dönemeçte sinek sürüsü gibi binlerce yarasa kanat çırpıyor, kırmızı gözlerinden, tehditkar ağızlarından ateş fışkırıyor, bir sonraki köşeye, yerini diğerlerine bırakıncaya kadar tüyler ürperten çığlıklar atıyorlardı.

Taş ocağını, kızıl kayaları, eski yol üzerinde küçük bir çam ormanının içinden yükselen tepedeki kaleyi seçebiliyorduk artık. Rüzgâr, emrine amade bulutları bir araya topladı, pamuk gibi bembeyaz olanları biraz oraya biraz buraya bir çocuk pijaması süsler gibi gelişigüzel serpiştirdi. Önümüzde mavi bir halı gibi açıldı gökyüzü. Derin bir nefes aldım, taze toprak kokusunu çektim içime, sobanın üstünde çıtırdayan portakal kabuklarının kokusunu duydum. Birbirimize, ufukta bir bitiş çizgisi gibi uzanan kavisli gökkuşağını gösterdik.        

“Küçükken” dedim, “gökkuşağının altından geçersen erkek olursun derlerdi de ödüm kopardı, vişne çürüğü eteğimi, prenses yakalı elbisemi düşünürdüm. Sanki en önemli şeyler de onlarmış gibi.” 

“Bir de öyle deneyelim mi?” dedin gülerek, gülünce gözlerin iki çizgi gibi kalırdı. Samimiydin, hayranlıkla bakışın alçakgönüllülüğünle dirsek temasındaydı. Evet, öyleydi ama yine de birinin söylemesi gerekiyordu ve “Dönelim” dedim, bu sefer içimden geldiği gibi, eve gitmek istiyordum. Sinyal verdin ve biz yolun karşı tarafına geçtik sevgilim.   

Buradan denizi görebiliyorum, oturduğum yerden. Bir nehir gibi hareketli. Öğleden önce koyun sonuna kadar yürüdüm. Parlak, cömert bir kış güneşi yarenlik etti bana. Bilgisayarın şarjı bitince çizgili defterimi alıp masaya geçtim. Buradan da dağları görüyorum, yarımadayı ortadan ikiye bölen dağın tepesini, az önce bacaklarıma yaslanmış uyuklayan kediyi. Burada uzun süre mutsuz olamazsın, müsaade etmez, havası gibi, bakarsın bulutlar toplanmış kapkara, sığırcıklar oval daireler çiziyorlar kıyıda, ayine çıkmışlar, yağmur topluyorlar. En fazla on dakika ince ince yağan yağmuru. Davetine direnemez çıkarsın dışarı, biraz denize yağar, biraz toprağa, begonvillere, mimozalara, kaktüslere, zeytinlere, sakız ağaçlarına. Okaliptüs ağaçları uzun boylarıyla ilk onlar yakalar damlaları, süzüle süzüle iner çakıl taşlarına, denize akarlar yine. Hiçbir şey gibi yağmur da uzun sürmez, bulutlar aralanır, yüzünü gökyüzüne döner deniz, o ne derse o olur, mavi, buz mavi, deli mavi, laci ya da bir tutam güneş, salınır enginlerine gümüşi olur.

 “Sabret” diyorlar bana, ben düzgün bir kadınmışım. Senin biraz sinirli olduğunu filan söylüyorlar. Bir kedi minik dil darbeleriyle su içiyor; ıslak, pürüzlü dili zımpara gibi. Hakkında pek bir şey bilmediğim arayışlara çıkıyorum. Saman alevi gibiymiş öfken, baban da böyleymiş.

 Sakin, serin bir yeşile kesiyor etraf. Diken yapraklarından *haymeler kuruyorum. İçim içime sığmıyor, sırtımı denize yaslamak istiyorum, avuç içlerimle toprağı kavramak, ayaklarım kum, gözlerim cennetle buluşuyor. Çok; daha çok, biraz daha çok istiyor, günlerdir, aylardır aç gibi, kana kana içime çekiyorum. Bildiğim hiçbir yerde, evdeyim. 

Yelda Ugan Saltoğlu,

25 Mayıs 2022, Beşiktaş

*Hayme; çadır  

1 Nisan 2022 tarihinde Kayıp Rıhtım’da yayınlanan öyküm.

LABİRENT

Kasabaya vardığında hava kararmak üzereydi, köye giden son minibüse yetişen kadın fazla mı
gülmüştü ne, eteklerini mi savurmuştu koşarken? Kahvenin tahta sandalyelerine dizili kasketli,
kara şalvarlı amcalar şişe dipli gözlüklerinin ardından gördüklerine dudak büktüler.

Beraber aynı yere bakmak ne tatlı bir günah
Suat Derviş

Adam kadının gösterdiği yere oturmadan önce arka cebine davrandı, şişkin deri cüzdanıyla
siyah bir kareden ibaret olan araba anahtarını sehpaya bıraktı. Lacivert kanvas pantolonun
dizlerinden çekerek koltuğun ucuna ilişti. Kadın, şimdi sıra kol saatinde diye geçirdi içinden.
Adam metal klipsini gevşettiği saatiyle takımı üçledi. Kadın onun karşısına, turuncu koltuğun
teklisine oturacakken son anda vazgeçti. Geriye yaslanıp yaslanmamak arasında bir an
tereddüt eden adam yayılmak üzere olduğu koltuktan, annesinden düzgün oturması için
ihtar almış çocuklar gibi toparlandı.
“Uygunum gel,” demişti telefonda.
Saatlerdir yoldaydı, otobandan hiç çıkmamış mola da vermemişti ve sol şeritten çıkmak için
sinyal verdiği an, aklına gelen ilk şeyi yaptı, üniversite yönüne saptı ve çatalın solundan
devam etti. Halbuki onu, kalan iki saatlik yolundan alıkoyan nedeni kendi kendine bile itiraf
etmemişti. Sanki olan biten her şey iradesinin dışında gerçekleşiyordu, üzerinde durmadı.
Beni bekleyen yok, bir yere yetişmem gerekmiyor. İçinden geçen buydu. Kadını aramadan
önce bir an tereddüt etse de okaliptus ağaçlarının gölgesine park ettiği arabadan indi ve
birkaç derin nefes alır almaz fikrini değiştirmeden bastı tuşa. Labirenti andıran mısır tarlaları
uzanıyordu önünde.
Kadın ahizeyi tuttuğu elinin işaret parmağıyla bir tuşa basacak, masasına oturmadan iki
kahve söyleyecekti belki. Kahveyi nasıl içtiğini hatırlıyor muydu acaba?
Sehpanın üzerine bir yelpaze gibi yayılmış, şu fakülte içi haberlerin dolaştığı yayınlardan birini
rastgele seçti adam. Derginin kapağında yüzü kameraya dönük tuhaf bir yaratık vardı. Öküz
başlı, kuyruklu, insan vücutlu bu çizgi film karakterinin bakışlarında sanki azat edilmiş
Minotor’un minneti okunuyordu, hakiki ve samimi bir minnet. Yaratık iki yana açtığı
ellerinden biriyle artık insan eti yemeyeceğine dair bir söz gibi buğday başaklarından bir
demet tutuyor, diğeriyle de kıyısında ayakta durduğu denizin belli belirsiz maviliğinde işaret
parmağıyla kadının adını gösteriyordu. Yeni bölüm başkanı görevini devir almış, ilk olarak
öğrencilerini kabul etmişti makamında. Haberin verildiği sayfayı açar açmaz bulundukları
odayı hemen tanıdı. Hocanın etrafını saran gençler adamın oturduğu üçlü koltuğa sığabilmek
için safları daraltmış, samimi bir sevinçle bakmışlardı kameraya.

*
Genç hemşirenin uzattığı bileti, “bir şartla alırım,” dedi çiçeği burnunda hekim adayı,
pürüzssüz teni bir buğday başağı gibi parlıyordu, çocuksu bir canlılıkla devam etti, “benimle
gelirsen eğer.” Çarşamba öğleden sonraları yemekhanenin üst katındaki büyük salonda
verilen müzikli, danslı çay partiler için bilet satıyordu kadın. Adam bileti önlüğünün sol üst
cebine koyarken, kadın kaderiymiş gibi adını okudu adamın. O gün tıp fakültesiyle, fen
bilimleri arasında kalan büyük su deposunun altında buluştular, akşama kadar bütün
fakültelerden gelen öğrencilerle altmışların ve yetmişlerin şarkılarıyla coştular, genç
olmalarına dair ne varsa tadını çıkardılar. Dünya onlar için dönüyordu artık, güneş onlar için
doğacaktı yarın ve ondan sonraki her sabah.
Kadının gideceğini duyunca canı sıkıldı adamın, bütün neşesi kaçtı. O olmayınca ne
yapacağını, elini kolunu nereye koyacağını bile bilmiyor, içine kaçıyordu. “Benimle gel” dedi
kadın.
Olur muydu?
Neden olmasındı?
Sahiden olur muydu?
Sevinçten bir basıp on sıçradı adam, yerinde duramıyordu, heyecanlandı. Nasıl olsa bir gün
olacaktı, neden şimdi, neden bu hafta sonu olmasındı?
Dünyanın bir yağmur sonu ışıltısıyla parladığı o sabah yola koyuldular. Tahılla, sebzeyle dolup
taşan tarlaları geçtiler, “yer fıstığı,” dedi kadın, “yola yakın olanlar havuç, yanındakiler, kanala
yakın olanlar da turp.” Sanki oralar, uçsuz bucaksız tarlalar, geniş gökyüzü, havada salınan
nazlı bulutlar, hatta sulama kanallarına kobalt mavisi boyayla yazılmış tek satırlık şiirler bile
kadına amade bir ahenkle döndü. Hep bir ağızdan konuğumuz var, bizim kızın misafiri, bir
delikanlı var yanında, hazırlanın, süpürün, temizleyin, silin, mutfaktan güzel kokular gelsin,
pencereleri açın, çarşafları değiştirin diyerek kulaktan kulağa daha köye varmadan duyduk
duymadık kalmadı.
El üstünde tuttular adamı, sobanın arkasındaki mindere, baş köşeye buyur ettiler. Yufka
ekmek, şehriyeli bulgur pilavı, bostandan kopup gelen marul salatası ve mis gibi kokan köy
tavuğunu yer sofrasında yediler. Ertesi gün, çoluk çocuk avluda büyük bir ateş yaktılar, ağzı
kulaklarındaydı kadının, başını oyalı bir yazmayla yarım bağlamış, pembeli mavili, bahar
cıvıltılı basma bir şalvar giymişti. Babasının yaptığı gibi kuru dalları dizinden destek alarak tek
ayak üzerinde kırıyor, ateşe atıyor arada kardeşleri gibi şiveli konuşuyor, komşuları filan
soruyordu. Kara kazanda kaynayan mısırı adama uzatmadan önce üzerine biraz tuz serpti.
Mevsimin ilk mısırıydı. Sakin, hafif bir esintinin olduğu güneşli bir günün sonuydu. Kadın da
adam da gökyüzüne dair ne gördülerse tadını çıkardılar. Bacalardaki hayra alamet leylek
yuvalarını, yeşil yaprak bulutları arasında uçan kırlangıçları gösterdiler birbirlerine. Sevdiği
adam, kadının oval yüzünde iki mum gibi parlayan gözlerinde, düz bir çarşaf gibi uzanan sakin
denizi gördü. Yazmasının altından iki asi bukle alnına düştü kadının, kıvır kıvır. Hava odun
ateşinde kaynayan mısır ve is kokuyordu.
Aradan neredeyse bir yıl geçti, leylekler yol yorgunuydu daha, papatyalar açmış, gelinciklerin
eli kulağındayken insan boyu mısır tarlalarının kıyısındaki bu eve adam tekrar geldi. Kadın, ardına
kadar açık, tahta perdeli kapıda karşıladı onları, sevdiği adamı ve annesini. Sulanmış,
çalı süpürgesiyle süpürülmüş avlu, toprak kokuyordu. Namzet Hanım, ev sahiplerinin sırtına

yerleştirdiği kanaviçe başlı, sakız gibi beyaz patiska kırlentlere yaslanmadı, etekli divanın
ucuna ilişti. Alnına düşen bir tutam saçı eliyle sıvazlayarak yerine koydu, bir daha kaçan
olmasın diye eşarbını boynunun altından sıkıca bağladı. O da istemez miydi iğne oyası tülbent
takmayı, ensesinde kundak yapıp tepesinde düğümlemeyi. Çoraplarını çıkarır bir ayağını
altına alır diğerini serin betona salardı. Çantasından yelpazesini çıkarır, ne kadar pencere
varsa açtırır, yayılarak otururdu oturmasına da. Burada olmazdı, ne o öyle alıcı gibi, katiyen
olmazdı. Evlat hatırı da bir yere kadardı.
Kırk beşine varmamıştı daha adetten kesildiğinde, kocasına bile diyemedi. Eksik bilsin
istemedi kimse onu, kurumuş dedirtemezdi arkasından çoluk çocuğa. Gittiği yerlere
sığamayışından, zemheride dahi kapı önlerini, pencere pervazlarını mesken eyleyişinden,
çorabı düşman belleyen harlı ayaklarından ve terden dalga dalga alazlanan koltuk altlarından
konu komşu çoktan anlamıştı anlamasına da bir tek Namzet Hanım bilmiyordu herkesin
bildiğini. Düğün günü gördüğü kocasına vardığında on altı yaşındaydı daha. Usulen
sormuşlardı, o da usulen boyun büktü, bugüne kadar onun için neyin münasip olduğuna
karar veren babasının yerini kocası alacaktı artık. Evini temiz tutacak, yemeğini sıcak, saygıda
kusur etmeyecekti kocasına, her halükarda kırılan yen içinde kalacaktı kıyamet kopsa da.
Pencere önüne menekşeler, duvar diplerine mercan çiçekleri, koltuk aralarına benjamin,
deve tabanı ektiği saksılara gözü gibi baktı. Kırdığı dizine baş tacı ettiği kasnağına içten dışa
çapraz izler bıraktı, ömründe hiç görmediği kırmızı laleler nakşetti…mavi, turuncu, yeşil, mor,
sarı laleler. Kocası kara kaplı deftere rakamları bitmeyen bir yol gibi eklerken. Namzet onun
muşamba örtülü tahta masaya eğilmiş, lambanın titrek ışığında bir o kadar daha olmuş
heybetinden ürkerdi. Oğlan doğduktan sonra beyaz tombul kollarını açıkta bırakan, pembe
döşünü göğüs çatalına kadar arzı endam ettiği açık saçık geceliklerini çeyiz sandığına kaldırdı
kızın niyetine. Tuhafiyeciye uzun kollu, yakası biyeli olanlardan ısmarladı, iki yetmezdi, üç beş
tane, yedekli. Kendi kokusuna dahi tahammülü yoktu zira, değişikli olsundu, mis gibi sabun
koksun. “Haminneler için bunlar anam” dedi kırk yıllık esnaf Alibaz, baktı müşterisinin ağzını
bıçak açmıyor, ahşap sandalyenin üstünü boşalttı, ören bayan iplik kutularını, mavi pembe
fistoları jelatinli paketleriyle alt rafa tıkıştırdı, buyur etti Namzet hanımı, bir çay söyledi. Kah,
“pembesi kalmadı” kah “mavisi haftaya..” diyerek geleni gideni savuşturdu. Kadınların soluk
renginden, feri kaçmış gözlerinden, dalgın bakışlarından yahut gelin alışverişinde terk
ettikleri pamuklu donlara meyil edişlerinden anlardı, onlara bir haller oluyordu. Müşterilerine
dair her mahrem detayı aklının dosyalarına isim isim kayıt eder ama yemin billah ser verir sır
vermezdi. Allah’tan korktuğu kadar korkardı dedikodudan Alibaz. Daha bir lokma çocukken
dedesinin yanında çalışmaya başladığı bu küçük dükkanda nakış ipliği, yün, orlon, fermuar,
düğme, basmadan gecelik, poplin kumaştan çizgili pijama, iç çamaşırı, delikli fanila gibi tuhaf
şeyler satardı, yanına da bonus olarak sansürsüz ağzından çıkan, değme psikologlara taş
çıkartacak tek seanslık terapileri ilaç gibi gelirdi kadınlara. Albaz’ın tuhaf dükkanından çıkar
çıkmaz biraz ağlar, biraz gülerler, yol boyunca az açılır, evlerine varmadan, eşiği geçecek
kadar su serpilirdi yüreklerine. Alibaz baktı işin içinden çıkamıyor, mevzu boyunu çoktan
aşmış, bir üst merci olarak Hayriye’ye gönderirdi danışanlarını.
Daha rahmetli hayattaydı oğlan gelip de “bir kız var” dediğinde. Hastanede tanışmışlardı,
hemşireydi kız, üniversitede okuyordu hem, hem de çalışıyordu. Babası belli belirsiz başını
sallamış, bravo ona der gibi memnun olmuştu oğlunun anlattıklarına. Duyduklarından
hoşlanmadı Namzet Hanım, yüzü gölgelendi. “Kısmet” dedi isteksizce. Kısmetten öteye yol
gitmezdi nasıl olsa, dur bakalım, oğlan gönlünü eğleye dursun bulunurdu bir hal çaresi.

Yatağı dar geldi o gece, sıkıntıyla dönüp durdu bir o yana, bir bu yana. Kocası kesik kesik
aldığı soluğunu uzun, tıslamaya benzer bir ıslık sesiyle geri verdikçe, Namzet Hanım avizeden
sarkan kristallerin belli belirsiz yansımalarıyla oyalandı. Bir ara içi geçmiş, ezanı bile duymadı.
Rüyasında bedeninden yükseldiğini gördü ve açık pencereden bir duman gibi süzüldüğünü.
Küçükken babasına yemek götürdüğü kalaycılar çarşısına bakan saat kulesine bir güvercin
gibi kondu. Arnavut kaldırımlı meydana çıkan sokaklar uğultuyla kararıyor, akın akın gelen
insanlar kulenin etrafında toplanıyorlardı. Bozuk parke taşlarından gelen ayak seslerinden
başka hiçbir şey duyulmaz oldu. Küçük kız elindeki sefer tasını karnına sıkıca bastırdı. Siyah ipi
toplayan eller beyazı saldıkça alacakaranlık dağıldı, gökyüzü uçuk pembe, bulanık bir
turuncuya döndü. Ayaklar hızlı bir ritim tutturdu. Sanki insanlar aniden bastıran sağanak
yağmura yakalanmış da ondan kaçıyor gibiydiler. Aynı yöne koşar adım giden bir adam gördü
Namzet, yüzünü görmediği fötr şapkalı, irice göbekli, olduğundan daha kısa görünen adamı,
kocasını tanıdı. Elini sıkıca tuttuğu kadınla kalabalığın arasında kayboldular, kara kaplı
defterlerin sayfa başında adı yazılı kadındı bu. Kocası da, aralarına giren gri bir tül perde gibi
çektikçe uzayan kadın da bir daha görünmediler. Ufukta, kavisli tepeleri aşan insan kalabalığı
karıncalanırken Namzet havada süzülerek saat kulesinden çarşıya zahmetsizce indi. Babasının
viraneye dönmüş dükkanı bir kuyu kadar karanlıktı. Etrafta nasırlı elleri isten kararmış
kalaycılar hummalı bir koşuşturmacayla bakır döverken, harlı ateşte eriyen demir cezvelere
sap, kazanlara kulp olmak için eğilip büküldüler. Az önce hayatta kalmaları yetişecekleri yere
bağlıymış gibi koşar adım uzaklaşan güruha benzemiyorlardı onlar. Müebbet bir çile doldurur
gibi çalışıyor, gidilmez, varılmaz sandıkları buradan ötesinin hayalini bile kurmuyorlardı.
Uyandığında başparmağıyla damağını kaldırdı Namzet Hanım, hayırlara vesile olsundu,
gündüz gözüyle.
Adam annesinin iri yeşil gözlerini ayak uçlarından çekip çıkarmasını, etrafına pay etmesini
bekledi durdu bütün gün, konuştukça konuştu. Namzet hanımın çıkardığı gürültüyü
bastırmak için tüm varlığını koydu ortaya. Mısırları sordu, yağmuru, leylekleri, gelmişler
miydi, ya bostan, sulama kanalları, arkları kim açmış, taşları kim ayıklamıştı? Mide
yanmasına, boyun tutulmasına, arı sokmasına iyi gelecek türlü çeşit numuneler çıkardı
çantasından. “Sivrisineklerden korunmak için cibinlik şart,” dedi son olarak, takati kalmadı.
Elleri dizlerinde oturmaktan sıkılan çocukların hevesi kaçtı, uslu durmaları için günlerdir
yapılan tembihleri unutup, bir an önce dışarı çıkmak için ablalarını kolladılar.
Arka arkaya dört tane rakam çevirdikten sonra Namzet Hanım durdu, gerisini hatırlayamadı.
Ahizeyi, bakır sehpayı kapatan dantel örtünün üzerine bıraktı, çantasının en dip köşesine
sakladığı küçük defteri kurcaladı ama aradığı numarayı bir türlü bulamıyordu. Yarım yamalak
pasta tarifleri, Latin harfleriyle yazılı kısa dualar ve sık sık Alibaz’ın karşısında ödendikçe üstü
çizilen iki haneli sayılarla karşılaştı. Camlı dolaptan, sırtı ona dönük kara kaplı defterlerin
önünde duran siyah kutudan kocasının yakın gözlüğünü çıkardı. Bir kez daha defteri baştan
sona çevirmeye başladı ve nihayet Hayriye’nin numarasını buldu. Fildişi telefonun
göbeğindeki çarkıfeleğin deliklerine güçlükle sığan tombul parmağıyla rakamları bir daha
çevirdi. Yerinde duramıyordu, koltukların dışa doğru kavisli ayaklarının, aslan başı oymalı
kolçaklarının tozunu aldı, kauçuk, deve tabanı ve dua çiçeğinin yapraklarını sildi,
balkondakilerin dibini aspirinli suyla ıslatırken onlara bir sır verir gibi rüyasını anlattı.

Duvar diplerine serili, rengi atmış gül desenli minderlere ilişen kadınlar sırayla Hayriye’ye yüz
sürdüler ve alı al, moru mor, allak bullak olmuş suratlarıyla kapının önündeki ayakkabılarını
çiftleyip çıktılar. Namzet hanım o gün, her zamankinden daha çok bekledi. Tam ona sıra
gelmişken, ince yüzü kederden sararmış bir kadın, iki gözü iki çeşme, sarı saçlarının dipten
gelen koyu rengini ancak kapatan eşarbıyla gözlerini kurulayarak Namzet hanımın ellerine
sarıldı, işi aceleydi, ta nerelerden gelmişti. Yalvarırcasına sordu, adeta bu ölüm kalım
meselesi için sırasını verebilir miydi? Nihayet Hayriye’nin ahşap kapısı gıcırdayarak
aralandığında Namzet kireç badanalı duvara sırtı dayalı bir saate yakın daha beklemişti. İki
kadın selamlaştılar, baş örtüsü omuzlarına kaymıştı kadının, gözleri parlıyor, kuş gibi
hafiflemiş, ferahlamış görünüyordu, darısı Namzet hanımın başınaydı.
Hayriye Namzet hanımı eliyle işaret ettiği, oturmaktan ortası çukurlaşmış solgun, ince bir yer
minderine buyur etti. Hayriye’nin çektiği uzun, fil dişi taneleri iri, sedef kakmalı tespihin
imamına gelinceye kadar sustular. Küçük bir kız elinde su dolu bakır bir leğeni büyük bir
ustalıkla yaşlı kadının önüne tek damlasını ziyan etmeden koydu ve çıplak ayaklarının ucuna
basarak beton zeminden sekerek uzaklaştı. Hayriye üzerine eğildiği kaptan gözünü
ayırmadan artan bir ritimle öne arkaya sallandıkça bir büyücünün belli belirsiz mırıldanışları
gibi Namzet hanıma saatler sürmüş gibi gelen birkaç dakika boyunca fısıltıyla okudu. Yıldızları
tutmuyordu çocukların, bu iş olmayacaktı, ikisi de ayrı yollara gideceklerdi. Namzet’in belli
belirsiz gevşeyen ağzına, dudaklarında biriken hazza canı sıkıldı Hayriye’nin, “kız çok
yükselecek,” dedi, içini soğuturcasına.
Dedesi, erkek torunlara el vermeyi istediyse de aralarında yalnızca Hayriye hayatta kalmış, oğlanlar ateşli hastalıktan arka arkaya telef olmuşlardı. Dede “takdir-i
ilahi,” dedi. Hayriye’yi çekti önüne, rahlenin karşısına oturttu. Kilimin keçi kılları çıplak
bileklerini daladıkça ellerini dizlerinden çekip korkusundan kıpırdayamadı küçük Hayriye.
Annesi, boynunun altından iki kere doladığı eski bir yazmayla başını örttü, boğulacak gibi
oldu ama sonra alıştı. Daha sabah ezanı okunurken çalınırdı kapıları, çevre köylerden, uzak
mahallelerden ve hatta başka şehirlerden bile gelirlerdi. Gözleri ağlamaktan kızarmış, dalgın
bakışlı, üzgün kadınlardı gelenler. Refakatçilerinin kollarında zorlukla yürüyen de vardı, her ay
mutlaka ziyaret eden müdavimler de. Küçük kız büyüyüp serpildikçe, dedesi ona su içine
üflemeyi, içten dışa doğru üçgen katlar arasına büyülü harfler yazmayı, aklı ve sezgileriyle içe
nasıl bakıldığını ve onları yorumlamayı öğretti. “İnsanların umut etmeye ihtiyaçları var,” derdi
dedesi, her gün tespih çeker gibi tekrarlar, “gördüğün her şeyi hemen söyleme, açık kapı
bırak, olabilecekleri sırala ve onlara seçme hakkı ver. Her şeyi gören ve her şeyi duyan sadece
tek ve bir olan Allah’tır. Sezgilerine güven, vaat etme, kimseyi kandırma ve ne olursa olsun
olan bitenin en hayırlısı olduğunu eklemeyi unutma!”
*
Kasabaya vardığında hava kararmak üzereydi, köye giden son minibüse yetişen kadın fazla mı
gülmüştü ne, eteklerini mi savurmuştu koşarken? Kahvenin tahta sandalyelerine dizili kasketli,
kara şalvarlı amcalar şişe dipli gözlüklerinin ardından gördüklerine dudak büktüler. Defalarca
gidecekmiş gibi yaptığı hamlelerden sonra şöför nihayet başka yolcunun gelmeyeceğine
kanaat getirip vitesi ikiye taktı ve sinyal vermeden köhne otogardan çıktı. Tespihli eliyle dikiz
aynasıyla oynadı, kadın yüzünü neon ışıkların yansıdığı gerisi karanlık cama dayadı, içerisi ter,
tütün ve ayak kokuyordu.

Mevsim yavaş yavaş dönmüş, avlu inceldiği yerden kopan kuru yapraklarla dolmuştu. Namzet
hanım bir daha gelmedi, oğlunun da ayağı yavaş yavaş kesildi köyden, uğramaz oldu
buralara. “Başını eğme,” dedi babası kızına. Kasketini çıkardı, terli alnını kareli mendiliyle
kuruladı, nasırlı ellerini ayrık otlarının üzerinde gezdirdi, yağmurdan sonra marullara dadanan
sümüklü böceklere kızdı. Çömeldiği yerden kalkarken baba kız tam göz göze geleceklerdi ki,
kızına, sadece ona, onunla ilgili bir şey soracaktı, belki sormayacak da
söyleyecekti “sen,” dedi. Gerisini getiremedi, seyyar kalaycı tahta perdeli kapıyı
zorla ittirirken tumturaklı bir küfür savurdu, sırtındaki ağır kazandan beli bükülmüş,
menteşelerinden biri kopmuş, nemden şişmiş avlu kapısına da geçirecekti ama kadını
görünce ağzında birikeni yuttu. Babası kalaycıya doğru yürürken ısırganların daladığı elini
arkasına doğru hışımla sallayarak duyulur duyulmaz bir sesle, “it atar aslan kapar,” dedi.

Kadın elektrikli kahve makinasının fişini çekti, raftan iki fincan çıkardı. Elindeki derginin içine
düşecekmiş gibi bakan bu adama belli belirsiz bir acıma duydu içinden. Saçları seyrelmiş,
şakaklarına kır düşmüş, gözlük camları biraz daha kalınlaşmıştı. Ona karşı hissettiği tuhaf
şeyin asıl nedeni bunların hiçbiri değildi, kadın da kilo almış, kaz ayakları oluşmuş, hatta
boynu bile kırışmıştı, saçları da eskisi gibi kumrala boyanmıyordu artık, öyle çok beyazı vardı
ki üç güne kalmıyor, ananesinin kınalı saçları gibi kızarıyordu tepesinde. Omuzlarından aşağı
kürek kemiklerinin ortasında hayali bir kamburu vardı sanki adamın; çıplak, kavisli bir tepe
gibi farkında olmadan taşıyordu onu.

Kahvelerini içerken birbirlerine nasıl olduklarını sordular, ikisi de iyiydi. Kampüsün ne kadar
çok değiştiği artık eskisi gibi olmadığı hakkında ikisi de hemfikirdi. Kadın bu konu üzerine
biraz daha konuştu. İdari bilimler kampüse taşınmıştı mesela, eczacılık açılmış,
Beyazevler’deki Kaktüs kapanmıştı, Dört Mevsim duruyordu hala. Çamlık? Diye sordu adam,
gelirken yol onu üstüne çıkarmış şaşırmıştı, kadın bisiklet yolu eklemek için Çamlık kafenin
kapandığını ama göl kenarına taşındıklarını söyledi müjdeler gibi. Sıra ailelere geldi, onlar da
iyiydi. Yeni haberlere karşılıklı şaşırdılar, yıllar nasıl da geçmişti. Tehlikeli sulara girmeden
biraz daha havadan sudan konuştular, kimleri görüyorlardı, arkadaşlar nasıldı. Nihayet kadın
saatine baktı, adam kalktı. Kapıya kadar geçirdi kadın adamı, “sana teşekkür borçluyum,”
dedi elini sıkarken. Adam anlamasa da belli belirsiz gülümsedi. Kadının ona ziyareti için
teşekkür ettiğini sandı. Okaliptusların gölgesinden kaçmış iki aceleci beyaz papatya ve beton
saksının dibine sığınmış mavi mine çiçekleri sanki yarın Nisan gibi yüzlerini kış güneşine
dönmüşlerdi. Kadına bir şeyler oldu, çimenlerin üstünde geniş bir alanda oturan öğrencileri
neşeyle selamladı. Ansızın hafiflemişti sanki, odasına dönmek için acele etmedi, ağırdan aldı
biraz. Çocuklar onlara doğru gelen hocalarını karşılamak üzere ayaklandılarsa da kalkmalarına
müsade etmedi.
Çaresizce peşinde koştuğu dünü, geçmişini yakalayamadı adam, eski günlere sığınarak
kendini kandırmıştı. Gençliğine beyhude dönüş yolculuğu aradığı, onu sarıp sarmalamasını
beklediği yitik dünyadan fersah fersah uzaktı. Arkasında turuncu benekli izler bırakan
portakal bahçelerini bir sınırı geçer gibi hızla geçti. Bugünden geçmişe doğru kurulan sahte
köprüleri ve yeşil parmaklıklar ardında yağmur sularının döküldüğü kanalları da. Cesareti
eridi, üniversite hastanesinin acil kapısı yola daha yakın ve bir mağara kadar karanlıktı artık,

gri ve küskün. Etrafı limon servilerle sarılı geçirgen bir duvarken şimdi tekmil her taraf betona
kesmiş. Şu cılız, sararmış otlar eskiden güneşli günlere benzeyen güler yüzlü, çimden bir
halıymış gibi uzanırken, gölün karşı kıyısından portakal çiçeklerinin ılık kokusu gelirdi.

Yelda Ugan S.

8 Mart 22, Beşiktaş,

Labirent, 1 Şubat 2022 tarihinde Kayıp Rıhtım adlı Forumda yayınlanmıştır.