Tek tük eski geçit taşları İpek Yolu’na bağlanan patikalardan kalmış,13. yy’dan. Buralardan anayola çıkar, gün öğlen olmadan öteberi satarlarmış kervanlara. Hayvancılık bitince patikalar da kaybolmuş.

13/8/22 Cumartesi
Palovit şelalesi bugün çok meşgul, malum cumartesi. Onunla fotoğraf çektirmek için bile sıraya girmek, beklemek gerekiyor. Bizim ne o kadar zamanımız ne de sabrımız var. Yol uzun. Amlakit’e kadar arabayla çıktık. Sağ tarafımız derin bir uçurum. Ölmez de sağ kalırsam, uçurumlarda açan kır çiçeklerinin yanına yazacağım adını söz. Bismillahirrahmanirrahim.
Mühürlenmiş (ağzına kadar balla dolu olan) kovanları toplamaya gelmiş, boz bir ayıyla göz göze gelmesin mi? Kartal kırılıyorlar gülmekten, sanırsın kırk yıldır görüşmüyorlar. Sonra Muco alıyor sazı eline, teleferiğe binmiş bir gün, yerden 400 metre yüksekte, yolculuk bir yayladan diğerine, tam ortasında asılı kalmasın mı? Elektrikler kesilmiş. Oysa benim ödüm kopuyor sağıma baktıkça. Hiç gülesim yok! Ne ayıyla burun buruna gelmeye ne de iki yayla arası salınmaya.

Amlakit Hazindak arası zorlu bir parkur için hazırlanıyoruz. El ele tutuştuk, kutu kutu pense oynar gibi daire olduk. Gözlerimiz kapalı ve hepimiz kendi dilimizde ve dinimizde ona şükranlarımızı sunduk. Kartal ve Muco el çabukluğuyla iki basamak merdiven yapıverdiler kaşla göz arasında. Son yağmurlardan epey aşınmış önceki. Tüm yolu Hazindak yaylasına varıncaya kadar ormanın içinden tırmanarak kat edeceğiz. Dünden idmanlı olsak da ayı kaçırma ayini pek başarılı olmadı. Muco’ya göre bizden çıkan ses fare bile ürkütmezmiş. Sık ağaçların boyları neredeyse 60-70 metre. Bu kadar türlü çeşit ağacın, kayın, gürgen, kızılağaç ve kestanelerin arasından kaçmak da mümkün değil. Patika yol daracık, solumuz dik bir yamaç, sağımız daha dik bir yokuş.
Tek tük eski geçit taşları İpek Yolu’na bağlanan patikalardan kalmış,13. yy’dan. Buralardan anayola çıkar, gün öğlen olmadan öteberi satarlarmış kervanlara. Hayvancılık bitince patikalar da kaybolmuş.
Hazindak yaylasında Meryem hanıma uğradık. Mini Çamlık kafeye. Kahveyle olur mu? Bir tabak hamsili kek, kete ve efsane tat elmalı baklava da yanında. Tek başına çalışıyormuş. İçerde kuzine sobası, üstünde nefis yemek kokuları gelen dizi dizi tencereleri. Çocuklar yazın gelmek istemiyorlarmış, zira internet yokmuş. Kocası da ha keza, uzak diyarlarda. Parmaklarımızı yaladık nerdeyse, bir tabak bir tabak daha! Mahçup oldu. “Elma çok ya buralarda, onları değerlendiriyorum,” dedi. Sanki keramet elmadaymış gibi.

Meryem hanım bir sonraki misafirlerine hazırlana dursun biz yeniden düştük yollara. Yine çisenti başladı, yollar çamur, görüş mesafemiz belli belirsiz dağ zirveleri ve yol kenarlarındaki çiçekler kadar. Bulutlardan da yukardayız. Uzaktan, tüten ormanın az ilerisinden Pokut yaylası göründü. Artık neredeyse göz gözü görmüyor, büyülü bir gerçeklikle iç içeyiz sanki. Yine çatısı teneke saçtan tahta evler, tül perdenin arkasındaymış gibi fulü çiçekler, inekler, tosunlar ve tek tük insan silüetleri.
İspanya’nın köylerinde de nalyalar varmış, bizimkiler tanıdık birini görmüş gibi şaşırdılar. Bazıları sanat eseri gibi hakikaten, nakışlar filan kondurulmuş kapılarına, oymalar yapılmış çatı ağızlarına. Uzun uzun inceledi Salva, kendi dilindeki horreoların fotoğraflarını çekti. Galiçya’nın her bir yanı nalya, oralarda ince uzun olsa da yiyecekleri farelerden, börtü böcekten koruyan bu kiler evler birbirlerine çok benziyormuş.
Yayla kafede, sis manzaralı terasta çaylarımızı içerken nihayet sordum Muco’ya, bu Kaçkarlar ne ola ki, nerede başlar nerede biterler?
Rize İkizdere’de başlar. Denize göre Bayburt’un önünden. Denize paralel. Bir kol Batum’a iner, diğeri Şavşat’a. Erzurum İspir Hadeçur yaylasından Başhemşin yaylasına gelir. Oradan Kaleibala’ya ve Çat’a iner. Çat bizim konakladığımız Toşi dağ evlerinin bulunduğu, Fırtına deresinin yamacındaki köy. Ne diyordum? Kaçkarlar Zilkale’den geçer. Mollavesise iner, Üskürt’e çıkar. Üskürt’den Hemşin’e, Hemşin’den geçip Cia kalesinden gezer, Pazar’a, limana iner.
Aştım Üskürt dağını az vururum kar ilen
Uzun yollar tükenur
Gidilurse yar ilen
Pokut yaylasından sonrası yine bir hayal alemi, yine en çok mora, az biraz sarıya kesmiş kesintisiz bir çiçek bahçesi ve baştan ayağa çiy tanesi.

“Benim tohumlarım,” dermiş Muco’nun babanesi, onları eski bezlerin arasında biriktirir, sarar sarmalar, dağıtırmış konu komşuya. Her türlü bitkinin tabirine hakimmiş zamanında. Akşam oturmasına gittik rehberimize, tohumcu nineyi dinlerken kuzinenin üstünde çay demledi. “Dedemin nalyasından getirdim bu direkleri” dedi, “tek başıma,” tevekkeli ona buralarda boşuna Kaçkarlı Viking demiyorlar. Tüm tavanı tutan uzun kalasa çevirdik başımızı, hepimiz o tarafa bakınca aheste bir kertenkele hızlandı. “Ot kabıydı,” dedi. “Demet demet ada çayı sarkardı tavan kirişlerinden, geven, ıhlamur, dul avrat, oğul otu.
Orada, ahşap bir nişi yuva bilmiş uzanmış yatıyor sere serpe. Çay demini ala dursun sayfalarını karıştırdık gelişi güzel. Her birimizin ağız kenarında az muzip bir yarık, elden ele dolaşıverdi kitap. Yazan tanıdık, oraya bırakan daha tanıdık, hem de bildik. Dünya ne küçük.
09/09/22, İstanbul
Yelda Ugan S.