Amarula

Sabah başlıyorduk içmeye, ayıp olmasın diye Türk kahvesi de söylüyorduk D plajda. İspanya’dan getirmiş, kahvemize karıştırıyor sahile iniyorduk beraberen. Büyüksün amarula, büyülüsün! Aylardan Ekim’di, yalılardan Bitez. Sahili çevreleyen begonvillerin arasından Kos adasını, beyaz yelkenleri, lacivert Ege’yi, güneşi ve seni gördüm, sen de beni. Nice yaşlara, nice yıllara arkadaşım. Halbuki kırık buzlarla servis yapacaktın, daha sular buz tutmadan…:))

Serap Ökan’la

Bursa otogarındayım. Muavin ve kaptan vedalaştılar. En önde oturuyorum, direksiyonu kollarıyla çepeçevre saran kaptanın arkasında. Seyitmiş çocuğun adı. Yirmilerinin başında daha, belki de değil, yaşları pek tutturamam, o yüzden de tahminimden küçük söylerim hep. Yola muavin değişikliğiyle devam edecektik, görünen oydu. Mükemmel yanlış anlamalarımdan biri daha. Kaşla göz arasında direksiyonu başka bir kaptan kollarıyla sardı. Seyit yine servis masasını koridorda gezdirirken bir aşağı bir yukarı, tanıdık bir yakınlıkla sordum. Sıcak suyu yine yok. Çayı, kahvesi hak getire. Onun tek yolcusu, kaptanı. Diğerleri gelip geçici.

Manisa’ya gidiyorum. Epik bir yolculuk hayaliyle kuruldum bu koltuğa, “en önden olsun” dedim, bankonun arkasındaki yelken kulaklı, içe çökmüş avurtlu, kavruk suratlı adama. Bir tek gözleri onun gibi değildi. “Lütfen!” dedim, ona benzemeyen gözlerinin hatırına. Geniş ekranda yolu seyretmek istiyordum. Ne yazmak ne dinlemek ne de okumak. Ama olmadı, boz bulanık gökyüzü floresan bir lamba gibi uzun ve sıkıcıydı. 

Balıkesir’e ramak kala Değirmen Boğazı‘nı tanıdım. Demek hala eski yoldaydık. Bağlar bozulmuş, pamuk tarlaları boş, yaşlı zeytin ağaçları Asteriks gibi yarım fıçılarda bekleşiyorlar, bir düzine kadar varlar. Kim bilir nereye kök salacaklar bu yaştan sonra. Olmadı, o aradığım tadı yine bulamadım. Bir zamanlar ne kadar da vazgeçilmez olduğunu dahi unutmuş eski yol. Demans geçiriyor, kim olduğunu bile hatırlamıyor. Soracak kimsecikler yok, bütün restoranlar kapalı, gelene gidene el eden incir tezgâhları boş, halbuki kavun olur daha, üzümün de zamanı buralarda. 

İyice yaklaştık, son umudum Spil bile bana mısın demedi, uyukluyor, çekmiş üstüne kalın sisten bir yorgan, puslu bir takke, al sana en epiğinden bir otobüs yolculuğu.

Oğlum karşıladı beni, teyze deyip duruyor münasebetsiz. Kocaman olmuş, sağ kulağında kurşuni, metal bir küpe, hem telefonla konuşuyor hem direksiyonla dans ediyor adeta, akşama arkadaşlarıyla program yapıyor. Hafiften bozuluyorum. Artık dizimizin dibinde oturmuyorlar. Yalvarırdık annesiyle, iki dakika gitsinler diye, ne isterlerse yapar, dondurmaları uzatırken “bu son,” derdik yalancıktan. Artık dolaysız bir ilişki kurmanın ya da üstü kapalı bir suç ortaklığı beklemenin bir alemi yok. Ergen onlar.

Sevdiğim yemekler anne elinden, demek bekliyorlarmış beni. Salonda oturduk, ince belli bardaklarda çay içtik, komşular geldi hoşgeldine. Bir gözüm bir kulağım hep onda, evde olmak gibi bir şey. Hatta bir tık üstü, onun evinde, misafirlikte.  

Ben İzmir’i onunla tanıdım ve sevdim, yarın gidiyoruz. Körfezde bir “Paris Havası” almaya. Tıpkı yıllar önce gerçeğini de ilk kez beraber soluduğumuz gibi.  

Yan yana veyahut gelişi güzel park etmiş, hatta eserlerden birinin önüne kadar girmeyi başarmış pusetler vardı girişte. Bebekler, gençler, öğrenciler, çocuklar, kadınlar ve erkekler; sergiye ilgi muazzam! Dışarda hava çok güzel olmasına rağmen İzmirliler maaile buradalar. Kordon’a bakan yüksek tavanlı tarihi bina eski Fransa konsolosluğu. Fransız hükümeti Arkas Holding‘e tahsis etmiş binayı, ev sahipleri de bugünlük bize.

Orta yaşın epey üstünde iki kadın, “anlamasak da fotoğraflara ve resimlere bakmak bile yetti,” diyerek günün kalan kısmını yine buralarda geçirmek üzere muhtemel Alsancak’tan girdikleri sokağın deniz tarafına döndüler. Biz de öyle yaptık. Prado ve Reina Sofia müzeleri geldi aklıma, bedava girecekleri saati bekleyen yaşlıların uzun kuyrukları. Ben mahallemde o kadar yaşlıyı bir arada ancak seçim günleri görebiliyorum ne yazık ki.

Sergi 45-68 yılları arasında Paris’te bulunmuş Türk sanatçıları bir araya getiriyor. Bu kentin 2. Dünya savaşından sonra sanatçılara tanıdığı özgürleştirici fırsatlar dışardan her ne kadar hoş görünse de içerde onları nasıl yaktığına bir bakıp çıkacağız. 

İlhan Koman’ı hemen tanıdı, “Akdeniz Heykeli” deyince ben de aydım. Tüneldeki Yapı Kredi yayınlarının ikinci katında sergileniyor şimdi. Vahşi bir hayvan gibi, ya da azılı bir minotor. Halbuki o kapalı yer sevmez, dışarda olmak ister, gelene geçene, kara, yağmura, güneşe, rüzgâra karışmak. Akdeniz onu adı, hürriyet. 

Yaklaşık elli küsür sanatçı arasından, hakkında az da olsa bir şeyler bildiğim, tanıdığım, adlarını daha önce duyduğum bir kaç sanatçının mektuplarından, defterlerinden veya günlüklerinden yürüttüğüm alıntılar. Belgeler de cabası.

Güzin Dino’nun kaleminden, 

17. yy. dan kalma Schola Cantorum aile pansiyonu 

Dünyanın dört bir yanından farklı alanlarda Frankofon öğrencileri iki yıllığına Fransa’ya davet eden bir programla Türkiye’den ilk giden ressam Avni Arbaş oluyor. Arbaş bu pansiyonda bir oda kiralıyor. Zamanla birçok sanatçının, aydının bir tür komün hayatı yaşayacağı bu pansiyon Paris’teki Türk kolonisinin ve Türkiye’den gelen aydınların buluştuğu önemli adres.

Nurullah Berk’in bir sergi öncesi yolladığı mektuptan.

Sergiye Türkiye de iştirak ediyor, resimler Ege vapuruyla Marsilya’ya geliyor. Türk sanatı ilk olarak Avrupa’nın büyük bir merkezine ayak basmış olacak. Tesirin mükemmel olacağına kaniyim. Garp sanatının bir hayli bocaladığı ve dejenere olduğu bu sıralarda resim Rönesans’ı, acaba bizden mi gelecek. Buna inanacağım geliyor. Ex Orient Lux bir kere daha doğru mu olacak.

Sabahattin Eyüboğlu Sorbonne’da felsefe doktorasına başlıyor. Varlık dergisine Paris mektupları başlığında düzenli olarak yazı yolluyor.

Bugünün Türk Resmi, Dünün Türkiye’si sergisi açılıyor.

Sergiyi hazırlayan Nurullah Berk Fransa’da karşılaştığı ortamı anlatıyor.

Paris dünyaya susamıştı. Dünya sanatının, evrensel fikir akımlarının rahatlıkla yayıldığı bu şehir, savaştan kurtulur kurtulmaz gözlerini dışarıya, başka memleketlerde olup bitene çevirdi.

İlhan Koman 45 sonrası Devlet güzel sanatlar akademisinin burslu gönderdiği ilk öğrenci grubunda. “Aslında desen çizmekten kurtulmak için desen çizerdim. Anekdottan, doğa taklidinden kurtulmak için binlerce desen çizdim.” diyor, Paris anılarında.

Nedim Günsür, “ben uzun ve zengin geleneği olan, sorunları başka bir toplumun insanıydım. Sanat, kuramlardan değil, yaşamdan kaynaklanıyordu. Kendi yaşamımdan yola çıkmalıydım. Bir Fransız gibi tavır alamazdım. Benim tavrım başka olmalıydı.”

Londra’da eğitim gören Can Yücel Paris’e gelir,

“1948 lerde resmi çok sevmiştim,

Natürmort olacaktım neredeyse.”

Aralarında Atilla İlhan’ın da bulunduğu bir grup genç Türk aydın Nazım Hikmet’i kurtarma ve eserlerini yayma komitesini kuruyor bu sayede Aragon, Sartre, Beauvoir, Camus, Picasso, Montand gibi isimler Hikmet’in özgürlük savaşına destek veriyorlar.

Bir mektubunda Şadi Çalık, “İşte Paris, uzun senelerin rüyası fakat hala sükût ediyor. Ne zaman konuşacak, herhalde ben Fransızca öğrenince.”

Abidin Dino Picasso’nun seramiklerinin çoğaltıldığı Madura seramik evinde çalışmak üzere Güney Fransa’daki Vallauris kasabasına gidiyor.

Picasso’nun ilk hareketi vazonun boynunu sıkmak oluyor, sonra usul usul darbeler vuruyor, gözleri bir manyetizmacının gözleri; hareketleri, ameliyattaki bir cerrahın hareketleri. Bir de bakıyoruz elinde bugüne değin yaptığı en güzel güvercinlerden biri.”

Fikret Mualla Sainte Anne akıl hastanesinde alkol tedavisi görürken resimli günlük tutmaya başlıyor. Abidin Dino tarafından Albastı günlüğü olarak isimlendirilen bu defterdeki resimler, notlar, aforizmalar sanatçının en etkileyici çalışmaları arasında yer alıyor.

Nazım Hikmet Paris’e geliyor, sürgünde yaşayan Fahri Petek’in kamerasıyla ölümsüzleşiyor.

Kuzgun Acar’ın eşi Münire’ye yazdığı mektuplardan. “Burası yorgun, bezgin Türk dolu, kızlı erkekli. Çoğu hatta hepsi Paris’te ne olacaklarına karar vermek üzere gelmişler. Kararsızsan, galiba karar fırsatı vermeyen şehir burası yeryüzünde. Paris’i sevmek istiyorum ve beceremiyorum.” 

Selim Turan anlatıyor. “Fransa’da “yüzde bir” diye bir kanun var. Milli eğitim için yapılan binaların yüzde biri sanata ayrılır. Bunun için bir bina, bir mimar ve bir sanatçı olacak. Biz kendilerine “Beş kişiyiz. Bir binanın neresine, hangimiz ne yapabilirsek onu uygulayacağız. Tek bir eserle katılmamıza gerek yok. Aynı parayı alırız fakat daha fazla eser ortaya koyarız” dedik. Bu sözlerimiz üzerine bize 10 okul birden verdiler. Okulların girişlerini, konferans salonlarını ve yemekhanelerini resimledik, bahçelerine heykeller yaptık. 

Nihayetinde Art Turc sergisi açılıyor, resim, heykel, baskı kategorilerinde tüm Türk kolonisi sanatçılar sergiye katılıyor.

Eleştiriler pek iç açıcı olmuyor maalesef. Mistikten ve efsaneden uzak, somut ve yaşanmışlık arayan eleştirmenler hayal kırıklığına uğruyor.

“Her Türk sanatçısının arkasında ya etkisi altında olduğu ya da tarzını andırdığı yabancı bir ressam seziliyor.”

“Fransız etkisi Türk sanatında bugün de sezilmektedir. Şimdi, her tarafta olduğu gibi Türk sanatında da realizmin yanında geometrik ve soyut resim yer alıyor.”

“Binlerce kilometre uzakta bambaşka medeniyetlerle birbirinden ayrılmış ressamlardaki bu ortak ifade tarzı soyut sanatın olağanüstü yayılmasının neticesidir.”

İlhan Berk tercüme bürosunda çalıştığı Ziraat bankası tarafından bankacılık alanında kullanılan terminolojiyi öğrenmesi için Paris’e gönderiliyor. 

Günlüklerinden alıntılar. “Avni korkunç yalnızlık içinde. Resim Avni’yi tekeline almış, konuşurken, otururken de buyruğunu resim sürüyor. 20 yıldır Avni belki de başını pencereden çıkarıp Seine’e bakmamıştır. Resim korkunç ağır basıyor.”

Devam ediyor, Cihat Burak ha keza…Büyük tuvaller istiyor Cihat, çalışmak için. Ama pahalı. Odayla, boyayla, Seine’le, İstanbul’la sarmaş dolaş yaşıyor. Çıktık, bir Yunan lokantasında etli yahni yedik.

Selim Turan’a gittim. Büyük bir oda. İnce bir karısı var. Biz resimlere baktık, konuştuk, o da akvaryumdan gözünü ayırmadı. Ona, bir ona baktı iki saat kımıldamadan. Selim’e tablolarını yaşamlarını sordum, bilmiyorum dedi. Bir öyküleri var mı dedim. Anlatamam dedi.”

“Paris’te otlar, ağaçlar gibiyim. Sıkılmıyorum. Paris en insan yönümü yani sıkıntımı elimden aldı.”

“Kuzgun’un desenlerini gördüm, karısı ipince.”

Art Turc sergisi Avrupa’da arz-endam etmek üzere yola çıkar, 

Brüksel ve Paris’te beklenilen ilgiyi göremeyen sergi ardından Batı Berlin ve Viyana’da açılır. Gösterildiği her ülkede yoğun eleştiri alan çalışmaların “ulusal bir karakteri yansıtmadığı” belirtilmiştir.

“…motiflerin biraz safça birikimini, bölmeli ayırma temayülünü Doğu ruhuna bağlamak mümkün. Fakat bu Türk ressamların büyük çoğunluğu açıkça soyut üsluba taraftar, bazıları geometrik bazıları lirik. Bununla beraber yakından incelenirse hepsinde İslam sanatının göz kamaştırıcı arabesklerini modern bir anlayışa aktaran, Doğulu niteliği inkâr edilemeyecek şekilde belirgin renk uyumları, duygusu ve simetrik ritimler keşfediliyor. Görülüyor ki, en modern sanat bile insanlığın derin hissiyatını oluşturmuş yüzlerce yıllık heyecanlardan ve deneylerden faydalanmaktan geri kalamamaktadır.”

Hani yaşanmışlık arıyordunuz? Mistikten ve efsanelerden uzak.

Paris havası herkese iyi gelmemiş anlaşılan, özgüven ve özgünlük çok az sanatçıya nasip olmuş. Filiz Akın’dan dinlediğimiz Türk filmlerinin unutulmaz repliği de bize oralar hakkında hakikaten zengin olasılıklar sunacak, hayali hikayelere inandırarak ve merakımızı cezbedecektir. “Ailem beni hava değişimine Avrupa’ya gönderdi.”

Spil beni çağırıyor, emre amade bulutlar doruklarında saf tutmuş bekleşiyorlar dağın. İşaret bekliyorlar, yüklerini boşaltacak, gidecekler buralardan.

Kıyı Ege’den sert bir rüzgâr esmeye başladı. Bulutlar kararsız ve huysuz. Biz de gidiyorken buralardan lodosun eli kulağında. Az huysuzdur benim arkadaşım, delisi dışarda, sivri dilli, sevmez böyle kirli masaları, çirkin kokuları. Yine de kötü bir otogar çayı içerken dinledi beni. Sonra yol boyunca da dinledi, oraya varınca da.

Sabah başlıyorduk içmeye, ayıp olmasın diye Türk kahvesi de söylüyorduk D plajda. İspanya’dan getirmiş, kahvemize karıştırıyor sahile iniyorduk beraberen. Büyüksün amarula, büyülüsün! Aylardan Ekim’di, yalılardan Bitez. Sahili çevreleyen begonvillerin arasından Kos adasını, beyaz yelkenleri, lacivert Ege’yi, güneşi ve seni gördüm, sen de beni. Nice yaşlara, nice yıllara arkadaşım. Halbuki kırık buzlarla servis yapacaktın, daha sular buz tutmadan…:))

Serap Özkan,

Yelda Ugan S.

19/11/22, gidelim mi buralardan:))

Reklam

Yetişkinlerin Yalan Hayatı

Photo by Ferda Erdoğan

Yazan Elena Ferrante

Çeviren ErenYücesan Cendey

Everest Yayınları, 2020

“İnanılmaz kırılgan bir dönemimdeydim. Adet kanamalarım başlayalı bir yıl oluyordu, memelerim oldukça görünür bir hal almıştı ve bundan utanıyordum, pis kokmaktan çekiniyor, sürekli yıkanıyordum, gönülsüzce yatıyor, gönülsüzce kalkıyordum. Tek rahatlığım, o dönemdeki tek güvencem babamın bana mutlak biçimde hayranlık duymasıydı.” (syf. 12) 

Benim Olağan Üstü Akıllı Arkadaşım’la başlayan Napoli Romanları’nı bir solukta okumuş, Lenu ve Lila’nın ilişkisini haftalarca konuşmuştuk. Kırkların İtalya’sında doğan bu kızlara eşlik etmiş, neredeyse elli yıl süren arkadaşlıkları boyunca, fonda akıp giden, değişen dünyaya onların içine sızdığı kadarıyla tanık olmuştuk. 

Kitapları kadar kimliğini gizli tutan, “okumayı seven için yazar sadece addan ibarettir,” diyen Elena Ferrante’nin gizemi de bizi heyecanlandırıyordu, tevazusu karşısında şapka çıkarıyor, hakkında türlü türlü varsayımlarda bulunuyorduk. Hatta kadın mı erkek mi olduğunu bile bilmiyorduk. Ama biz kadın olduğuna emindik. Evet, kadındı. Neden mi? Bu biraz sorarsan söyleyemem ama sormazsan anlatabilirim gibi bir şeydi.

Yeni kitabında Ferrante, yine kendi deyimiyle “magmaya dokunmuş” ama bu sefer soğumasını bile beklemeden servis etmiş ve önümüze koymuş. Yetişkinlerin Yalan Hayatı, kitabın adı bu ve daha adıyla bile, yaşlı bilge cadı, bize Sufragette  filmindeki Meryl Streep  gibi kısacık bir an göründü ve meydan okuyan son bir bakış atarak gözden kayboldu. 

Son derece sert, çelik çekirdek bir konuyla bizi yüzleştiren kitap, ben anlatısıyla yazılmış. İyi eğitim almış anne ve babasıyla yukarı Napoli’de yaşayan 12 yaşındaki Givoanna bir gün kapalı kapılar ardından, babasının alçak bir ses tonuyla onu çirkin bulduğunu ve daha önce nadiren karşılaşdığı Vittoria halasına benzettiğini duyar. Canhıraş bir şekilde, kocasının akrabalarından nefret eden, ve görümcesinden çıplak bacağına tırmanan bir kertenkele misali iğrenen annesine kulak kabartır. Fakat onun yorumu da işe yaramaz, beklediği gibi değildir.  

Klasik diller ve Antik Çağ edebiyatı okuyan Elena Ferrante ehil ellerinden çıkardığı mitolojik karakterleri Güneş Tanrısı ve onu ifşa eden kız kardeşi Ay Tanrıçası’nı, sert, rasyonel ve dikte edici ağabey ile duygusal aşkınlık halindeki moddan moda giren, çileden çıkmış kız kardeş ilişkisine metaforize etmiş. Küçük kızın gözünden, gerçekte uyumluluk adına söylenmeyen, söylenemeyen, görmezden geldiğimiz ne varsa kurgulamış ve edebiyatın sorumluluğunu yerine getirmiş. 

Dersleri kötüye giden, bedenini ve dezavantaj olarak gördüğü genetik mirasını beğenmeyen, çirkin bulan, ergenlik sancılarıyla kıvranan Giovanni kavgaların, dövüşlerin, ağız dolusu küfürlerin eksik olmadığı tehlikelerle dolu Aşağı Napoli’ye halasını görmeye gider.

Orada kendi durumunu değiştirmek için duyduğu dürtüyle karanlık tarafa bakacaktır. Fakat bu bakış da tarafsız değildir. İçine doğduğu sınıf, eğitimi, anne-babasının ona verdiği özgüven, cesaret ve ifade özgürlüğüyle bakar yukarıdan aşağıya, tökezlese de vazgeçmez, sonuna kadar gider. Öte yandan hiçbir dini eğitim almamış hatta vaftiz dahi edilmemiş Giovanni, Yetişkinlerin Yalan Hayatı’nın ele aldığı kavramlardan pek çoğunu -babalık gibi mesela, teolojik kökeninden yakalar ve İncil’i okuyarak gideri tıkayan çer çöpün nereden çıktığını anlamaya çalışır. Bana kalırsa bu, okurun Ferrante’de ilk kez karşılaştığı bir yardım alma biçimi. “…Göklerde oturan Baba aynen Matteo’nun ve Luka’nın dizelerinde anlatılan ve karnı acıktığı için ekmek isteyen oğluna taşlar, yılanlar, akrepler veren baba gibiydi…Eğer konuyu kendi babamla tartışırsam ağzımdan şu sözün kaçma olasılığı vardı: Bu baba senden de beter.” (syf 207)   

Kan bağı üzerinden temellenen her şey, aileye her çatlaktan azar azar sızan bir şiddet biçimine dönüşür ve bu biçimden de en çok kadınlar etkilenir.

Eril gücün emri altına alınan kadınlar,

Sınırlarını yitirmiş kadınlar,

Güzelliği ayağına dolanmış, başına gelenlere edilgence katlanmış kadınlar,

Yaralı, öfkeli, üzgün, neşeli kadınlar,

Tutkulu, hayal kırıklığına uğramış kadınlar,

Bir türlü kurtulamadıkları geçmişin izini taşıyan kadınlar,

Kendilerini denetim altında tutamayan, savrulan kadınlar.

Ferrante, çıkış yolu olarak hala bir değer olarak gördüğü eğitimi gösterir ve iyi ki de öyle yapar. Böylece Giovanni, kendisini ve çevresini denetim altında tutan o kudretli kadınlardan biri olmaya adaydır artık. Halasının ona hediye ettiği, elden ele dolaşan bilezikten, kefaret arayışından kurtulur ve kendine bir söz verir: Hiç kimsenin olmadığı biçimde bir yetişkin olacaktır.

29/01/21, Adana

Yelda Ugan S.

Ferda Erdoğan, Alev Akbaba, Meltem Yılmaz, Serap Özkan..size:))

Uzak diye bir yer yok!

Sevgili hocama, öğrencilerine ve kadınlara,

Annemin suretindeki dünyaya rest çekmiş, tenimi giyebileceğim uzak diyarlar aramıştım. Ne erken, ne de geç, otuzlu yaşlarımın ortalarındaydım. Naftalin misali aralarına korkularımı serptiğim pılımı pırtımı sırtlayıp İstanbul’a geldim. Tepemdeki soba ensemi yaktı. Uzak diye bir yer olmadığını “aynı anda aynı yere hareket” problemlerinden öğrenememiştim. Şimdi koca kadın oldum ama hala annemin gözünde bir zorunlulukmuş gibi kendimi aklamaya iyi bir kız olmaya çalışıyorum.

IMG-20160823-WA0010
photo by Serap Özkan

Mavi gözlerini kalabalıktan ayırmadan işaret ve baş parmaklarıyla yakasından tuttuğu yağmurluğunun içine eğildi. Herhangi bir gün olsa koltuk altını kokluyor sanırdınız. Yakasına konuşan adam “anlaşıldı” dedi. Vakit tamamdı. Helikopterler repliklerini ezbere biliyorlardı. Havada gidip geldiler, pır pır pır. Tefler ve ziller makam değiştirdi, rengarenk düdükler tek notayla sirene bağladılar. “Bedenimiz ve emeğimiz bizimdi.” Dudaklardaki kırmızılar tazelendi, yanaklardaki izin üstünden geçildi, öfkeler yenilendi. “homofobiye karşı ses çıkar” Binlerce kadın Fransız konsolosluğuyla Tünel arasında sıkışıp kaldık, “bizlere dayatılan makbul hayatları reddediyoruz.” Dans eden kadınların Kahkahaları, halayın zılgıtı yerini çığlıklara, kadınların haykırışlarına bıraktı. Yoklama durdu.

Küçükparmakkapı’dan Sıraselviler’e Otto’ya kadar kalabalığı yararak yürüdüm. Elif’le burda buluşacaktık. Kim bilir, belki bu yıl da buluşamazdık. Daha Otto’nun merdivenlerine varmadan o ekşimsi gaz kokusu genzimi yaktı. Ağzımı ve burnumu fularımla iyice sardım. Sokağı görebileceğim bir masa arandım. Nehir yatak değiştirmiş, kadınlar Karaköy’e doğru neşeyle, coşkuyla akıyorlardı. Meyhanedekiler de ayağa kalkıp hemcinslerine tezahürat etmeye başladılar, zafer işaretleri yapıyor, kadeh kaldırıp birbirimizi kutluyorduk. Sanki bedenimin içinden bir şey kanatlanarak yükseldi, etrafı kolaçan edip geri geldi. “kadınlar asla yalnız yürümeyecekler.” burnumun direği sızladı. Her sene katılım daha da artıyor, genç kadınlar sel gibi akıyordu. Onları bırakıp da nasıl eve gidebilirdim. Bir bira daha söyledim, garson sektirmeden yanında çereziyle getirdiği biramı masaya, tek karanfilli vazonun yanına koydu. Annemin kırmızı karanfilleri, Güneye bakan balkonumuzun en kıymetlileri….Garson, bugüne has dozu arttırılmış bir nezaketle “sobayı açmamı ister misiniz” diye sordu. Nerdeyse sonuna kraliçem filan ekleyecek sandım. İnce uzun parmaklarıyla kül tablamı temiz olanıyla değiştirirken “evet, lütfen” dedim.

Annemin suretindeki dünyaya rest çekmiş, tenimi giyebileceğim uzak diyarlar aramıştım. Ne erken, ne de geç, otuzlu yaşlarımın ortalarındaydım. Naftalin misali aralarına korkularımı serptiğim pılımı pırtımı sırtlayıp İstanbul’a geldim. Tepemdeki soba ensemi yaktı. Uzak diye bir yer olmadığını “aynı anda aynı yere hareket” problemlerinden öğrenememiştim. Şimdi koca kadın oldum ama hala annemin gözünde bir zorunlulukmuş gibi kendimi aklamaya iyi bir kız olmaya çalışıyorum.

Pardon anne! telefonum çaldı. Elif arıyordu, İstiklal’deymiş, geliyormuş. Duramıyordum yerimde, “Gelme” dedim, “ben geliyorum” Hesabı ödeyip kalktım.      

“Anahit’de görüşürüz tatlım” dedi Elif,  eli elindeki süfrajet kostümlü kadının dudaklarına bir öpücük kondurup vedalaştılar. Genç kadın kurdelalı peluş şapkasını rüzgara karşı tutarak elini uzattı, tanıştığımıza çok sevinmiştik. Lodosun temizlediği havayı içime çektim, deniz kokuyordu. Gaz israf oldu bu akşam. Rengarenk pankartlar, mor fularlar, pembe saç tokaları İstiklal caddesi boyunca taş  döşeli yolda bizimle beraber yürüdü. “Geceleri de, sokaları da meydanları da terketmeyecektik” akşam olunca tezgahlarını toplayan pazarcılar gibi polisler de toplanıyorlardı. Barikatların arasından yavaş yavaş yürüdük. Bana mı öyle gelmişti? O polis bize mi el sallıyordu? Kadın dayanışması mıydı?… Yok canım!? Hayretle dönüp Elif’e baktım, gözlerim fal taşı gibi açılmıştı. “o polise selam mı verdin sen?” diye sordum “evet, n’olmuş diyerek kahkahasıyla çınlattı geceyi, başını arkaya atarken koluna girdiğim elimi sıkıca kavradı. Sıraselviler’den karşıya geçtik, The Marmara otelinin önünden geçerken “hadi sen git, arkadaşını bekletme” dediysem de dinlemedi. Gezi Kafe’ye girdik, kadınlar Cihangir istikametine zorunlu makas değiştirince buralar pek ıssız kalmıştı. Gümüşsuyu’na bakan bir masaya oturduk. Garsona “Bardak istemiyorum” dedi Elif, şişeden bir yudum aldı. Parmakları arasında fıstık kabuklarını ayıklarken   “müvekkilimdi” dedi, “karakolda tanıştık. Yüzümüz duvara dönük ters kelepçeli bekliyoruz hepimiz, bu geldi yanıma, kolumdan tutup çevirdi, su gibi kızsın dedi ne işin var bu nonoşların arasında, sana mı kaldı?!” ifademi alırken stajyerim deyip geçiştirdim, cık cıkladı…şirketin adını vermedim.”

Boşları almaya gelen garsona, bana sormadan “iki tane” daha dedi “aynısından.” İtiraz edecek vaktim olmadı, saatime baktım. “hocam yapmayın, bugün bizim!!” diyerek bütün yüzüyle gülümsedi. Kırmızı rujunun daha da belirginleştirdiği dişleri ışıl ışıldı, ne kadar da güzel büyümüş, ne güzel bir kadın olmuştu. Benim bekleyenim yok, sen arkadaşına söz verdin ondan huzursuzum diyecek oldum, demedim. Onun neşeli rahatlığı bana da geçmişti.

“Çok geçmedi adını vermediğim işimden de kovuldum.” Diye devam etti. Parmakları arasındaki fıstık un ufak oldu “Biz bir aileydik, hem de modern bir aile, zorlukların üstesinden gelebilirdik ama gel gör ki müşterilerimiz… onlar öyle miydi, anlamazlardı ama maaşlarımızı da ödeyen onlardı. Burdan kaç kişi ekmek yiyordu. Elbette tercihlerim beni ilgilendiriyordu ama takdir etmeliydim ki şirket kültürü, vıdı vıdı vıdı… yine aynı terane.    

Neyse, kocası amiriydi ya da amiri kocası, aslında iyi bir adamdı, çocuklarını severdi, çocukları da onu, bazen dayanılmaz oluyordu ama n’apsındı, her gün it kopukla uğraşmaktan bu hale gelmişti, daha geçen hafta doğum gününde eve çiçeklerle gelmiş, çok sevdiği restoranda yer ayırtmıştı…geveledi durdu.

Bir kaç ay sonra  tekrar buluştuk, berbat görünüyordu. Emniyette sigaraya çıkmış, gençten, yakışıklı bir komiser de arkasından, o da bir sigara yakmış, ayak üstü sohbet etmişler. Vay efendim sen elin alemin adamlarıyla diye başlamış amir koca, bu sefer fena benzetmiş kadını.

Sıcağı sıcağına, öfkeleri tazeyken kararlı oluyor kadınlar. Hemen o gün açtık dosyayı. Sonra, öfkesiz kaldıklarında hoşgeldin suçluluk duygusu, korkuyor, içlerine çekilip durumu kabulleniyorlar. Neyse ki amirin hışmına uğramadık, kadın şikayet etse, darp raporu var elimizde, hemen açığa alınacak, fazla direnmedi.”

İkinci odasını kendilerine ev yaptıkları bir ofis kiralamışlar Galata’da. Böyle ayak üstü olmamış, çocuk kitaplarına resim çizen, kostüm tasarlayan, harika yemekler yapan  sevgilisini mutlaka tanımalıymışım. Onlar birinci kattaymış ama terası ortak kullanıyorlarmış, elini uzatsan nerdeyse kuleye değecekmiş. Geleceğime söz verdim. Selektör yakan taksiye elimi kaldırdım.

Dersanecilik yaptığım yıllardan tanırım Elif’i, küçük bir ortaklığım olduğundan -benden ne kadar olursa, zorunlu idarecilik de yapıyordum. Bıraksalar saatlerce ders anlatabilirdim, dik açı, geniş açı, en sevdiğim asal sayılar, kendini beğenmiş bileşikler, çarpanlar, bölenler, havuz problemleri v.s.  Öğrenci dosyalarını da tutuyor, kayıt da alıyor, velilerle de görüşüyordum. Halası yaptırmıştı kaydını, velisi olarak da onun adını yazmıştım. Dersanecilikte bu pek sorgulanmaz, anne-baba gelemiyorsa pekala hala da kayıt yaptırır veli olabilirdi. Bir arkadaşı vardı, Azra. Çok yakınlardı, aynı sırada oturur,  hiç ayrılmazlardı. Biri o gün gelmese diğerinin yanı boş kalır,  kimse oturmaya cesaret edemezdi. Aynı boyda mini etekler giyer, bir örnek çantalar takar, uzun saçlarını aynı model tararlardı. Öyle biri diğerinden daha baskın filan değildi.

On beş günde bir deneme sınavı yapardık, hani şu en iyilerin kaldığı, diğerlerinin bir alt sınıfa geçtiği “motive edici” sınavlardan, bir sınavda Azra kalamadı. Sınıfları ayrıldı. İki hafta sonra Elif’in yarısı boş sınav kağıdını almadım, onu tuvalete gönderdim, “git ve aynaya bak!” dedim, “ne görüyorsun?” Döndüğünde kalan soruları cevaplayıncaya kadar sınıfta tuttum onu. Yan sınıfa geçtim ve Azra’ya da aynı şeyi yapmasını söyledim.

O günden sonra  daha sık görüşür olduk. Okul tercihleri, puanlar, ek dersler filan derken, her fırsatta yanıma geliyorlardı.

Sınava bir ay kalmıştı ama doğanın sınav filan umurunda değildi. Kabanlar, montlar atılmış, botlar çıkarılmış, kruvakar kol gömlekler, lacivert  beyaz çigili tshirtler, fuşya espardinlerle hafiflemiştik. Adalara mı gitsek, modalara mı? Dersanede önlemleri iki katına çıkardık, çift vardiye nöbet tutuyoruz ama bahar her yerden sızıyordu.

Öğlen yemeğinden sonra arka bahçeye bakan daracık balkonda kahvemi içiyordum, gözüm malzeme deposunun kırmızı çatısına uzanmış, güneşin keyfini çıkaran sarman kediye takıldı. Hipnotize olmuş gibi ona bakıyorum, kafasını sıvazladığı patisini yalıyor, tekrar sıvazlıyor, tekrar yalıyor.…”hocam çıkışta vaktiniz var mı?” Diyen Elif’in sesiyle irkildim. Bir çay içelim mi diye soruyordu. Burda nasıl bulmuştu beni, “olur” dedim “Beşiktaş’a gidelim, biraz deniz havası alırız”.

Uzun günlerin akşam üstü güneşi hala sıcacık, ışıl ışıl. Elini uzatsan Üsküdar’a dokunursun, miyop gözlerim karşı kıyıdaki evlerin ince uzun balkonlarındaki sardunyaları bile seçebiliyor.

Azra’nın masanın üstünde duran elini tutarak “Hocam nasıl anladınız?” Diye sordu Elif, çayına hiç dokunmamıştı. Samimi şaşkınlığını görünce memnun oldum. Gülümsedim, masadaki bir lekeyi ovaladım. Demeter’in Persephone’ye baktığı gibi baktım onlara. Hades’le yapacağım pazarlık gününe kadar susacaktım.

Dersanede tanışmışlar. Elif’in halasıyla, Azra’nın da ananesiyle geldiği kayıt günü. Girişte bir örnek kırmızı koltuklara karşılıklı oturmuşlar. Emekli öğretmen anane bir sır verir gibi halaya eğilmiş, fısıltıyla “çok araştırdım, kızım da bankada sormuş, genel müdürlükte çalışıyor, çevresi çok geniş, en iyisi burasıymış” derken hala sessizce başını sallayarak “hayırlısı olsun” demiş. kızlar da içlerinden aynı sınıfa düşmeyi dilemişler.

Elif sandalyesini Azra’ya doğru çekti, birbirlerine bakıp gülümsediler. Azra Elif’in anlatacağı her şeyi önceden onaylamış bir teslimiyetle sol avucuna dayadığı başını ona çevirdi.

Yaşlı, hantal vücutlarından beklenmedik bir kıvraklıkla vapurlar homurdanarak iskeleye yanaşıyor, indirdikleri kadar yolcu alıyor oflaya puflaya karşıya geçiyorlardı.

“Bizi aynaya gönderdiğiniz gün için hocam…” İri bal rengi gözleri heyecanla parladı, “size teşekkür etmek istedik.” Bardağın içindeki kaşığı tabağın kenarına koydu ve çayından bir yudum aldı. Üstümüzden bir esinti geçti, çantamdan şalımı çıkardım. Nerden başlayacağını bilemez bir hali vardı, O güzelim yüzünden gölgeler geçti, sıkıntıyla dudaklarını yaladı.  “Bizimkilere çok kızgınım hocam,” diye devam etti. “Okulda tanışmışlar, sevmişler birbirlerini, ona bir diyeceğim yok ama çocuk sahibi oldukları, beni sessizliğe mahkum ettikleri için kızgınım onlara. Küçükken halam beni bir akrabamıza gezmeye götürmüştü. Evdeki seslerden, konuşan herkesten ürkmüş halamın bacaklarına sarılmıştım. Hiç kimse işaret dili kullanmıyordu. Anneleri çocukaları isimleriyle çağırıyor duvar saatinin tik tak sesi saniyeleri haber veriyor, baba elindeki kumandayla kanaldan kanala geçiyordu. Bu kadar sesi takip edemiyordum, oturduğum yerde dizlerimi karnıma çekip halama yapıştım. Bir anda yüzlerce kuş tek ağızdan cıvıldamaya başladı, olduğum yerde sıçradım, ödüm kopmuştu. hepsi odanın içindeydi duyuyordum ama onları göremiyordum, korkudan avazım çıktığı kadar ağlamaya başladım. Halam beni kucağına aldı ve korkacak bir şey olmadığını söyleyerek beni teskin etmeye çalıştı. Ne olduğunu bilmediğim şey için “kapı zili, sadece bir kapı ziliydi,” diyerek beni sakinleştirmeye çalıştı. Ama titriyor bir türlü tutamıyordum kendimi.

Bizim evde ışık ses demekti. karanlıkta daha iyi duyardık. Annem beni gözleriyle sever, gözleriyle döverdi, onun her şeyi anlatan bakışları yetmezse  parmaklarıyla bana nutuk çekmesine izin verirdim… “ Güldü, masaya konan iki serçe hızla uzaklaşıp yanımızdaki ıhlamur ağacına kondular. “O günden, o akraba ziyaretinden sonra…” diye devam etti Elif “..halam bana bir radyo, bir de alarmı kurulan bir saat aldı. Saat oyuncağım oldu, ikide bir alarmını kuruyordum ama radyo, onunla sesleri sevdim,  hiç kapatmadım, okula başladıktan sonra ders çalışırken bile. Bütün gün radyom ne istiyorsa onu dinlerdim.” Elif çayından bir yudum aldı, bardağını masaya bırakırken yüzünü buruşturarak, “buz gibi olmuş” dedi.    

Tezgaha yaslanmış, kızlardan gözünü alamayan garson çocuk elimin bir hareketiyle ok gibi yerinden fırladı ve onlara çay, bana da kahve getirmek üzere yaylanarak gitti. Azra oturduğu sandalyede kamburunu düzelterek “bizimkiler bankacı” derken biraz daha uzadı sanki, iyi insanlarmış ama çok çalışırlarmış, günlerce görmediği olurmuş onları ama neyseki büyükanne ve büyükbabanın gözü, kulağı, eli, ayağı onların üzerindeymiş her daim. Emekli hakim dedesinin izinden gidecek der yerlere göklere sığdıramazlarmış onu. Azra kontrol edemediği neşesinden utandı, özür diler gibi Elif’in yüzüne düşen bir tutam saçı düzeltirken “seni de çok seviyorlar” dedi.

Dersaneden sonra bağımız hiç kopmadı, giderek araları uzasa da bayramda, seyranda aradılar, hiç ihmal etmediler beni. Bir gün Unkapanı’ndan dönüyordum, emeklilik işlemlerim için bir kaç imza verdim. Bozdoğan Kemerinin altındaki kahvelerin birinde çay içtim, etrafında yürüdüm, kadim taşlara dokundum, erguvan kokularını içime çektim ama kesmedi, canım hiç eve gitmek istemiyordu, Eminönü’ne kadar yürüdüm. Ordan tramvaya bindim, İstanbul Üniversitesi durağında indim, şansıma artık, buralardalarsa görecek yoksa eve dönecektim. Çorlu’lu Ali Paşa camiinin bahçesinde buluştuk. Çiçek açmış, büyümüş, serpilmişlerdi. Omuzlarından sırtlarına kadar inen saçlarına artık ihtiyaçları kalmamış, Elif’in üç halka küpesinin yan yana takılı kulak hizasına, Azra’nın güneşte parlayan kumral saçları ensesinin bittiği yerdeki küçük kahverengi benine kadar kısalmıştı. İlk defa görüyordum bu beni. Bir şeye gülüyordu, geçmiş zaman, neydi? şimdi hatırlamıyorum. Aniden gelen kahkahasına engel olamadı, Elini ağzıyla kapatarak başını Elif’in göğsüne dayadı ve bir süre çekmedi, orda kaldı. O küçük, savunmasız et beni tekinsiz bir sır verir gibi göründü bana.

Kızlarla uzun bir süre görüşmedik. Onlar mezun oluyor, defalarca viraj alacaklarını bilmedikleri yeni yollara hazırlanıyorlar, bense sayfalar dolusu “yapılacaklar listesi” ne yeni çentikler atmakla meşgul oluyordum. Ardiyeye koyacak kadar bile zaman geçmemişti üstünden, koridorda ağzında tasmasıyla dışarı çıkarmamı bekleyen bir köpek yavrusu gibi bana bakan bavulumu aldım, salondaki divanın üstüne kocaman açmadan önce sapındaki İspanya-Malaga barkodlu etiketleri yırttım. En iyi bölüme gelmişti sıra, kitaplığın önünde durdum, bakalım 14 saatlik tren yolculuğuma benimle kimler gelecekti?  Telefon çaldı, arayan Elif’di….üç cümle sonra ağlamaya başladı.

“Çok kavga ediyorduk hocam” dedi “İçimizde tutamıyorduk, kendimize gücümüz yetmiyordu artık. Ben sokakta olmak, avazım çıktığı kadar bağırmak, çiçeklerimizi göstermek istiyordum, Azra defterinin arasında kurutmak. ilişkilerin üzerinden yeterince zaman geçerse ve sürenin sonunda “taraflar oldu bu iş” derlerse akraba olunur, ölünceye kadar da akraba kalınır sanırdım çocukken, naziksen, o hastalandığında onu düşünüyor, onun iyileşmesi için dua ediyorsan, beraber çimlere uzanıp bir kitabın resimlerine bakıp hayaller kuruyorsan, ısırgan otlarına dikkat etmesini söylüyor, evden çıkarken onun için de yanına bir poğaça alıyorsan, o yokken tadın tuzun da yoksa akrabalık ünvanı senindi, göğsündeki nişanı gururla, göstere göstere taşıyabilirdin artık. Kanın bağına ne gerek vardı. Gece Arzu’larda kalabilmek, onlarla ananenin deniz kenarındaki evine gidebilmek için önce anneme sonra halama saatlerce yalvarırdım. Yedek diş fırçam Azra’nınkiyle aynı kupada, pijamam da onunkilerin yanında aynı çekmecede dururdu. Biz bir aileydik.”

Anane gözlerini devirdi ve işaret parmağını dudaklarına götürerek içeri giren kızına döndü. Bu “kızlar ders çalışıyor” a pek benzemeyen tuhaf sus işareti de ne demekti? Elindeki telefona “bir dakika” der demez ikinci katın merdivenlerini telaşla çıkan kadın gölgesini beyaz ahşap tırabzanlara düşürdüğünü fark etmedi. Elif’in içi ürperdi. Hava karardı, gri ağır bulutlar açık pencerelere kadar indiler. Aniden bastıran yaz yağmuru doluya çevirdi, perdeler uçuşmaya, kapılar çarpmaya başladı. Kitapların sayfaları üçer beşer atlayarak ilerledi. Uçuşan kağıtları kızlar çığlıklar atarak yakalamaya çalıştılar. Bir kalem birbirlerine sarılı iki papatya kurusunun yanına düştü. Yukarda hızla açılan kapının kolu şampanya rengi duvara derin bir çizik attı.. Rüzgarın açtığı kapıyı fırsat bilen ses gölgesini almaya geldi.

“Azra için böylesi daha iyi!!”    

“Yüksek tavandan sarkan kocaman saat hep aynı vakti gösterir….” Elimdeki şiir kitabına bir türlü odaklanamıyordum. Rayların düzenli ritmiyle devinen o metalik ses artık ninni gibi gelmeye başlamıştı, içim geçmiş. Telefonun biplemesiyle uyandım. Bozkırın ortasında birazdan batacak olan güneş gökyüzünü turuncaya boyamakla meşguldü.  Uzak diyarlardan, Azra’dan geliyordu mesaj. Elif iyi miydi?  Nasılsın diye sordum karşımda oturan, pencereden hızla geçen manzaraya dalgın, kan çanağı gözlerle bakan Elif’e “hadi restorana geçelim bir çay içeriz” dedim.

04/04/20, Bitez

Yelda Ugan Saltoğlu

Serap, Verus, Akdeniz ve Tomtom

 

65e77c02-121c-4f2e-90b8-c10f187dc980
Akdeniz, İlhan Koman

Antakya Arkeoloji ve mozaik müzesi, benim ilk gittiğim müzeydi. O zamanlar müze Cumhuriyet meydanındaydı, Asi ırmağının kenarında. Arnavut kaldırımlı, cumbalı eski Antakya evlerinin olduğu mahalleden müzeye varmamız on dakika bile sürmemişti. Bir hafta sonuydu, Kırıkhan’dan halama gelmiştik, büyüklerimizin biraz kafa dinlemek için “hadi çıkın, dolaşın biraz..müzeye gidin!” diye bizi evden karga tulumba gönderdikleri, anne babaların hafta sonu etkinliği diye bir dertleri olmadığı günlerden biriydi. Çoluk çocuk toplanıp halamın cumbalı evinden çıktık. Kardeşlerim ve kuzenlerim…içlerinde en büyükleri bendim, on iki ya da on üç yaşındaydım. Arnavut kaldırımlı sokaklarda tenefüse çıkmış çocuklar gibiydik. Ne sesimizi ne adımlarımızı kontrol edebiliyorduk, balıkçıların önünde taş döşeli sokak bitti ve ana caddeye çıktık. Yolu bilen kuzen önde biz arkada Asi nehrinin üzerindeki beton köprüden geçtik. Müze buradan görünüyordu, etrafı demir parmaklıklarla çevrili, küçük, dar bir bahçenin ortasında, devlet dairesi ciddiyetinde bir binaydı. Bahçede, içerdekilere benzeyen “şeyler” vardı; kafası ya da kolu olmayan heykeller, sütunlar, başlıklar ya da küçük bir masa kadar mermer bloklar.  Yeteri kadar yer olmadığı için mi oradaydılar yoksa bu da sunumun bir parçası mıydı? Kapıdan içeri girdiğim an büyülenmiştim. Şaşırdım, nerden başlayacaktım bakmaya? Bakmak yetecek miydi? Duvardan duvara uzanan renkli mozaiklerin üstündeki bu resimler; başının üstünde minik boynuzlar olan aydınlık yüzlü bir adam ve arkasındaki kadın; onun da boynuzları vardı. Bir diğerinde heybetli, göğsüne kadar turuncu sakallı adamın belden aşağısı balık kuyruğu şeklindeydi, kanatlı bir erkek, tavus kuşları, etrafına toplanmış keçilere lir çalan bir kadın…hüzünlü bakışlar, hep diğer tarafa bakan perdeli gözler…. Mozaklerin altındaki minik, metal levhalarda yazdığına göre erkekler tanrı kadınlar da tanrıçaydı..

Mozaiklerden heykellere geçtim, kanatlı boğa, ağızlarını kocaman açmış ikiz aslanlar, büstler, melekler derken belki benim beş katım uzunluğunda üç katım genişliğindeki Roma Emperor Verus’un heykelinin heybeti karşısında dondum kaldım. Red Kit’in köpeği Rin Tin Tin gibiydim, yerimde duramıyordum…hayranlıkla heykele iyice sokuldum elimi üzerinde gezdirmeye başladım, kirli beyaz, soğuk mermere avuçlarımın içiyle dokundum. Mucize gibi bir şeydi. Mozaiklerin üstünde gördüğüm tanrıların işi olmalıydı bu, ya da ta kendisi. Az sonra  on adam boyundaki yüksek tavanın da marifetiyle boşlukta yankılanarak daha da tizleşen bir düdük sesiyle irkildim. Dakikalar sonra müze bekçisi olduğunu öğreneceğim siyahlar içinde bir adam salonun ortasından çılgın gibi bana doğru koşuyordu. Verus’un “tehlike anında basınız” yazılı kırmızı düğmesine dokunmuş olmalıydım yanlışlıkla, tehlikedeydim ve birazdan hepimiz mahsene açılan deliklerden içeri düşecektik, dehşet içindeydim….Oysa tehlikede olan Verusmuş. Bütün bu telaşın beni değil onu korumak için olduğunu anladığımda çok utandım.

Bu benim, bir üniformalıyla ilk karşı karşıya gelişimdi. Yıllar sonra, başka şehirlere okumaya gittiğimde, kalabalıklar içinde kovalanmışlığım hatta gaz yemişliğim bile oldu ama bir daha da teke tek militarist bir deneyimim olmadı. Hala müzelerde tedirgin olurum, izleniyormuşum gibi gelir endişelenirim.

Sevgili arkadaşım Serap’la Beyoğlu Tomtom mahallesinde küçük bir gezi yapmaya karar verdik. Daha uzun seyahatlerimizde olduğu gibi önceden hazırlandık, bir saat içinde gezilecek yerler listemiz hazırdı. Ertesi gün, Hazzopulo pasajında kahvaltı yaparak başladık, şapkacı Katia daha dükkanı açmamıştı…hafif bir yağmur, fonda Ahmet Kaya; o davudi sesiyle sevdiğim şarkıyı söylüyor, alt tarafı elma yedikleri kadına “Leyla” olmadığını hatırlatıyordu…Pasajla Santa Maria Kilisesi arasında Yapı Kredi Kültür merkezine uğrayıp, Akdeniz Heykelini de ziyaret edecektik. Böylece Roma’lı Verus da arka arkaya düştü aklıma. İstanbul’a yerleşmek üzere geldiğimde, 97 yılında Akdeniz heykeli Zincirlikuyu’daydı. Kore Şehitleri caddesine mezarlık tarafından girişte. Propaganda aracı olarak kullanılmayan, tarihi ya da tarihi olmadığını gözetmeksizin bir heykele, hem de bu kadar güzel konulu bir heykele şehrin ortasında rastlamak, onu her gün görebilmek benim için İstanbul demekti. Sonra başka yerlere taşındı, başına kötü şeyler geldi…şimdi kapalı bir yerde ama en azından güvende.

O gün Yapı Kredi’de İktidar İmgeleri: Lidya’dan Osmanlı’ya Paranın Yolculuğu adlı bir de sergi vardı. Çok parçalı bir koleksiyon. Parayı keşfeden Lidyalılardan günümüze kadar iz sürecektik; slogan buydu, ya da buna benzer bir şey.

Antik dönemde İstanbul’un bugünkü sınırları içinde üç darphane varmış. Selymbria/Silivri, Kalkhedon/Kadıköy ve Bizantion/İstanbul. Gümüş sikkedeki yunus balığının üzerindeki inek, İstanbul’un kuruluş mitolojisindeki Zeus’un inek şekline soktuğu sevgilisi İo’yu temsil ediyormuş. İneğin ayakları altında yunus varsa Bizantion, buğday başağı varsa Kalkhedon darphanesinde basıldığını anlıyormuşuz.

img_5685

Lidyalılar, Anadolu’yu ele geçiren Persler, Helenistik İmparatorluk ya da Pers imparatorluğuna son veren Büyük İskender, Agustus ile başlayan Roma İmparatorluğu derken Doğu Roma, Bizans ve Osmanlı…

Serap Lidyalılar’ın memleketinden; Manisalı, o konuya daha hakim. Aslında Serap anlattıkça benim de ilgim arttı…… bu sikkeler ne çok şey biliyorlarmış meğer

Roma imparatorları sikkeleri etkili bir propaganda aracı olarak kullanmışlar, ön yüzüne imparatorun idealist üslupta betimlenen portresi bulunur, arka yüz ise imparatorların toplum ya da kamu yararına yaptıkları faaliyetler ve kazandıkları zaferlerin duyurusu için kullanılırmış. Ne acayip! Medyanın tekelleşmesi gibi….Neyseki günümüzde böyle şeyler yok artık!

Antik Çağda, Roma öncesi dönemlerde hanedanlar ve Fertler arası ya da kent içi anlaşmazlıklara son vermek için sikkeler siyasi bir araç olarak kullanılmış ve  üzerlerine tokalaşma/el sıkışma şeklinde figürler resmedilmiş…..bunu sevdim!….Şimdi de bu yöntem kullanılsa işe yarar mı? Mesela tersten gitsek…paraların üstünde çözüm üreten, el sıkışan liderleri görsek her gün…onlar da değişir mi?

img_7330

Türklerin Anadolu’ya yerleşmesinden sonra bazı bölgelerde Türkler ve yerel Hiristiyan halk arasında modun vivendi yani geçici anlaşmalar kurulmuş. Böylece  her iki topluluğun da farklı dinsel ve etnik kimliklerini aşan dayanışma bağları ve komşuluk ilişkileri sağlanmış.

Diyelim ki ülkeler arası anlaşmazlıklarda bu modeli örnek alıp kredi kartlarını önlü arkalı kullansak, bir yüzüne tıklım tıkış dolu mülteci botlarının fotoğraflarını, diğer yüzüne ilgili liderlerin kararlarını yazıp zorunlu kamu oyu yaratsak.

img_7442

Ya da “harcamadan önce iyi düşün!!” diye yazan bir kart önereceğim ama bunu kabul edecek bir banka tanımıyorum!.

Serginin sonuna geldik ve ben Verus’la dolaylı da olsa tekrar karşılaştım. Meğer Verus İmparator Marcus Aurelius’un yardımcısıymış, Roma İmparatorluğunda, o dönemde eşi görülmedik bir biçimde yardımcı imparator olarak seçilmiş. Gücü eşit olarak paylaşıyorlarmış ama resmi olarak imparator Aureliusmuş.

Marcus Aurelius Beş İyi İmparator döneminin son halkasıymış. Roma İmparatorluğunda İmparator Domitianus’un öldürülmesiyle yeni bir dönem başlamış ve senato tarafından sevilen Nerva tahta geçmiş. Nerva’dan sonra Roma’da Evlatlık İmparatorlar çağı başlamış ve ardı ardına beş iyi imparator Roma’ya hükmetmiş. Nerva, Traianus, Hadrianus, Antaninus ve Aurelius. Filozof imparator olarak da bilinen Aurelius Düşünceler adlı bir de kitap yazmış.

Bu beş iyi adamın profil resimlerinin olduğu sikkelere de bir göz attıktan sonra tekrar İstiklal’e çıktık. Mısır Apartmanının karşısındaki Olivia geçidinde bir kahve içimlik mola verdik. La Fontane kafede. Doyasıya sustuk, biraz da güldük…Alman kitabevine Sinekler’in Tanrısı’nı sorduk, yokmuş ama gelecekmiş… yeşil kapısının ferforje kıvrımları arasından  Mevlevihanenin fotoğraflarını çektik, kediler ve taş yolun sonundaki bahçe  tekinsiz bir huzur içindeydi…pazartesinin tadını çıkarıyorlardı, geveze, telefonlarının arkasından bakan obur turistler yoktu bugün…Karaköy’e Kamondo merdivenlerine doğru yürüdük, Kart Çınar Sokağını bulduk….Cenevizliler’in izini sürüp Galata’ya kadar tırmandık….Nardiz’in siyah demir kapısı çıt çıkarmadı…Galata konuştu biz yine sustuk…yan masadaki üç Çin’li kadını bize benzettik…Dublin, yaz, sırt çantaları, bayram, Feride’nin izni…sonra bakarız dedik. 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hayatımın ikinci on yılından beri varsın hemşire…. Ne dersin iyi iş çıkardık ha!…Doğum günün kutlu olsun güzel arkadaşım, nice senelere.. 

Yld,

Beşiktaş, 19/11/2018