“Gazetecilikte yaptığım röportajlar beni hayatın gerçekleriyle karşı karşıya getirdi. Ben gazeteci olduktan sonra gerçek eserlerimi yazmaya başladım.”

Eylül’ün son günleriydi. Sabahlar artık serin, ince de olsa hırkasız çıkılmayan günlerden. Güneş cömert yüzünü yine aşağıdaki mahlukatın üzerinden esirgemese de gölgeler ısırıyor. Hava nihayet kuru ve gökyüzü sirkeli sularla silinmiş bir cam kadar parlak. İstikamet, Meşrutiyet caddesiyle Sahne sokağı birbirine bağlayan Avrupa pasajı. Bir kat yukarı çıktık; uzun, nişli ve geniş pencerelerden ansızın komşunun heykelleriyle burun buruna geldim. Beyoğlu’nun muzipliklerinden biri işte!. Nerden buluyor bu kadar şeyi anlamıyorum, bunca sene gez gez bitiremezken, o beni şaşırtmaktan, hayrete düşürmekten, her seferinde kendine hayran bırakmaktan vaz geçmedi.

Serginin açılışına yarım saat var. Hazzopula Pasajı yine küskün, in cin top oynuyor, bir ruhsat sancısı mı tutmuş neymiş, belediyeyle yine nane molla olmuşlar. Biz de Elifimle Han Geçidi çıkmazında, Meryem Ana Kilisesinin parmaklıklarına nazır güzeller güzeli bir garsonun ilki Türk, ikincisi demleme ve de üstüne üstlük ikramımızdır diyerek bizi şaşırttığı kahvelerimizi içtikten sonra ver elini sevgili Suat Derviş.
Burada, sergiden derlediğim ya da bire bir arakladığım notlar aşağıda isimlerini listelediğim güzel insanların emeği. Onlara sonsuz teşekkürlerimi sunarak bende kalanları ceplerimden çıkarıp, olduğu gibi sıralıyorum.

Kendini yazarak var eden Suat Derviş’in anısına.
Küratör Eda Yiğit
Araştırmacı Serdar Soydan
Araştırma Destekçisi Seval Şahin
Sanatçılar Derya Ülker, Emin Çelik, Eşref Yıldırım, Figen Aydıntaşbaş
Destekçiler İthaki Yayınları ve Sanat Kritik
Grafik Tasarım Ece Eldek

1901-1972
İstanbul’da doğdu, Tıp profesörü İsmail Derviş Bey’in kızı. Evde özel eğitim aldı, Kadıköy Numune Rüştiyesi ve Bilgi Yurdu’nda devam etti. Konservatuar Eğitimi için ablasıyla birlikte Almanya’ya gitti ve piyano dersleri aldı. Edebiyat fakültesine yazıldı ve felsefe dersleri almaya başladı.
İyi bir yazar olmanın olmazsa olmazlarından biri de felsefeyle olan yakın teması. Nasıl bir ufuk açıyor insanın önüne, anlayışını, hayretini ve hayranlığını arttıran. Kah büyülese kah kanırtsa da, şüpheli bir gerçeklikle yapıyor bunu.
Hayali ve renkli düşünceleri Küçük Çamlıca’da çocukluğunun geçtiği ilk yıllarda bu tabiat içinde gelişti.
Kim bilir nasıl güzeldi o yıllarda, “kırk kocadan arda kalan bakire İstanbul” ve kim bilir, görünenin ardında neler yaşandı o havalı konakların karanlık odalarında.
3 Teşrinievvel (Ekim) 1920 adının matbuatta ilk olarak görüldüğü tarih, Alemdar gazetesinde “Hezeyan” başlıklı bir mensur. “Zevkten, eğlenceden, ümitten, gayeden uzak yaşıyorum. O kadar yalnız ve boşum ki… Ne kalbimi tatlı, geçici bir heyecana uğratan küçük, munis bir sevgili, ne bütün mevcudiyetimi sarsarak beni sarhoş eden bir aşk ne de sükûn ve teselli veren fırtınasız, saf bir merbutiyet. Kimseyi sevmiyorum veya herkese karşı muhabbetle doluyum, fakat ruhumda birbirinden ayırdığım, birbirinden kuvvetli bulduğum hiçbir bağ yok.”
Cümleleriyle başlayan bu yazı Nazım Hikmet tarafından kendi bilgisi olmadan gazeteye verildiği söylenir.
Hezeyan, hakikaten yeni yeten bir genç kızın kendine bile yabancı, dalgalı ruh hali. Ancak bu kadar kuvvetli bir kalemle anlatılabilir.
Arkasından kara Kitap gelir ve tefrikalar halinde dört hafta boyunca yayınlanır. Yazarın sonraki yıllarında Kara Kitap, Ne bir ses ne bir nefes, Buhran Gecesi, Fatma’nın günahı, Dirilen Mumya eserleriyle gotik roman türü içerisinde değerlendirilir.
Hemen aklıma Mary Shelley ve ölümsüz eseri Frankenstein geldi. İki kadın da gotik tarzda ilk kitaplarını aşağı yukarı aynı yaşlarda yazmışlar. Hezeyan sonrasına yakışır bir tarz. Baş edilemeyen karanlık duyguların tekinsiz bir kahkahası.

24 Ekim 1921 Yeni Şark gazetesinde yazmaya başlar. Gazete Suat Derviş’i Almanya muhabire si olarak tanıtır.
Lisanın gücü derdi rahmetli babam.
28 Nisan 1927’de yayımlanan “Denize Söyledikleri” başına iş açar. “Dini tahkir etmek” ten dava açılır.
Şaşırdık mı? Hayır.
30’ların başında Suat Derviş’in Almanya macerası Hitler ve Nasyonal sosyalizmin yükselişi, babası İsmail Derviş’in ölümü ve ailesinin evlerini bir yangında kaybetmesiyle sona erer.
Ard arda gelen felaketler.
33 yılında Türkiye’ye döndüğünde hem kendisini hem de ailesini geçindirmek zorunda kalır. Ancak yine de geçinemez ve bir fabrikada çevirmen olarak çalışmaya başlar. (Kalem emekçilerinin hal-i pür melalini iyi anlatır bu durum)
Kaygılandıran ve bıkkınlık veren üzüntü verici durum, hal-i pür melal.
35’den itibaren röportaj dizileriyle de ünlenir. “İstanbul halkı nerelerde oturur?”, “Düne nazaran nasıl yaşıyoruz?”, “Mektebe hasret çocuklar”, “Çalışan kadınlarla konuşuyorum”, “Türk kızları nasıl iş bulur”, gibi çocukları ve kadınları merkeze alan çalışmalar. Bu röportajlar bir dönemi, bir toplumu kayda geçirmekle kalmaz edebi bir lezzete sahip ve akıcıdır.
Röportajlar kitap olsa keşke, sergide birkaç gazetenin yatık duran sarı sayfalarından okumaya çalışsam da olmadı. Yarım kaldı.
Cumhuriyet, Gece Postası, Yeni Ay, Tan gibi gazetelerde röportajları, hikayeleri, romanları yayımlanmaya başladı. Reşat Fuat Baraner ile Türkiye’de Toplumsal gerçekçi akımın ilk yayın organlarından Yeni Edebiyat dergisini yayımladılar.
Suat Derviş’in yanı sıra Nazım Hikmet’den Behice Boran’a, Sabiha Sertel’e kadar uzanan, Marksizmi dünya görüşü olarak benimseyen ilk temsilciler.
1944 tutuklamaları sırasında dört yıl önce evlendiği eşi Baraner’i, TKP genel sekreterini sakladığı ve yasa dışı Türkiye Komünist Partisine katıldığı gerekçesiyle yargılanarak bir yıl hapse mahkum edildi. Ardından Fransa’ya giderek 1953-1961 yılları arasında Paris’te yaşadı.
Yine yeniden çareyi yurt dışında bulma çaresizliği, ne büyük kayıp.
Dergi 1941 yılı sonunda kapatılır ve dergiyi çıkartanlara dava açılır. Suat Derviş bu dava sürecinde, 10 Temmuz 1942’de doğum yapar. Fakat bebeği bir gün sonra ölür. Annesini de o yaz kaybeder. Acılar, felaketler üst üste gelir. Kocası Baraner özgür kalması sakıncalı bulunur ve bir tür gözetim altına kırkından sonra ‘asker’ e alınır.
41, 43 yılları arası Derviş nerdeyse hiçbir şey yazmaz. Dahası yargılandığı dönemde kimse onun imzasının dergi yahut gazetesinde yer almasını istemez.
43 sonbaharında bir Yeşilçam klişesi haline gelecek “zengin kız fakir oğlan” çatışmasını en can yakıcı en yürek burkucu şekilde Sınır romanıyla işler.
Bir istibdat dönemi daha. Ve arkasından gelen ağır melodram türünde yazılmış bir roman tesadüf olamaz.
Romanlarındaki kadın karakterler, kendisi gibi mücadeleci, güçlü, bedenen, ruhen ve zihnen özgür, topluma, aşka, başkaldırabilen bireyler. Onu ve eserlerini farklı kılan da bu. Gotikten (Kara Kitap) polisiyeye, tarihi romandan, toplumcu-gerçekçi eserlere kadar her türü denemiş, üstüne üstlük hepsinde de belli bir başarıyı yakalamıştır.
Kadın hakları savunucularına, sınıf mücadelesine gönül verenlere, aşkın karanlık dehlizlerinde kaybolmak isteyenlere seslenebiliyor aynı anda.
Ne büyük bir zenginlik, erkek aklının hakim olduğu bu dönemde o akılları taklit etmek ya da yargılarından korkmak yerine Marksist görüşünden vazgeçmeden aşkı da var etmiş, feminizmi de. Litvanyalı anarşist yazar Emma Goldman’ı, o ölümsüz sözünü hatırlattı. “Dans edemeyeceksem bu benim devrimim değildir.”
“Büyüyüp aklımı başıma aldıktan ve etrafımı bana gösterdikleri gibi değil, kendi gözlerimle görmeye ve kendi tenkit kabiliyetiyle tetkike başladıktan sonra yazdıklarımı beğenmez oldum.” Naci Sadullah’a verdiği bir röportajda böyle söyler. Son senelerde okudukları sorulduğunda heyecanla, bir çırpıda şu listeyi sunar.
Sabahattin Ali Kafa Kâğıdı
Nazım Hikmet Duvar
Kemal Tahir Ayıngacı
Sait Faik Semaver
Ben de alıverdim listeme. Mesela hiç Kemal Tahir okumamış olabilirim.
42’den itibaren her şey tüm hayatı tepetaklak olur. Liz Behmoras’ın Suat Derviş: Efsane bir kadın ve dönemi başlıklı biyografisinde etkili bir şekilde adeta bir roman sürükleyiciliğinde anlattığı bu dönemde yukarda da alıntıladığım gibi annesini kaybeder, kocası önce ayak altında dolaşmaması için askere alınır. Sonra kaçıp bir sene kadar Mühürdar’da bir tavan arasında saklanır. Fakat en nihayetinde yakalanıp hapse atılır. Suat Derviş de yardım ve yataklıkla, gerçekleri saptırmakla suçlanır.
Okumam gereken bir biyografi daha.

Derviş, sorgulandığı ve sekiz ay hapis yattığı Ankara’dan İstanbul’a döndüğündeyse onu zorlu bir mücadele bekler. Zira komünist olarak fişlenmiş, devletin komünizmi bir tehdit olarak gördüğü, komünistlerden korktuğu bir dönemde bu durum onun edebi kariyerini de hayatını da zora sokmuştur. 42’den sonra pek çok takma isim kullanmak zorunda kaldığını, zira pek çok gazete sahibinin eserlerini imzasıyla yayınlamaktan imtina ettiğini belirtir.
Devlet korkar mı? ‘düşman’ olmadan devlet olmaz mı?
53-62 yılları arasında vatanını terk etmek zorunda kalır. Siyasi ortam, ‘kızıl’ olarak fişlenmiş sanatçılar üzerindeki baskı tahammül edilemez bir hal almıştır. 62’de yeniden ülkesine döner.
Bu yıllarda yazdıkları ne yazık ki çok sonra, doksanlı yılların ortasından itibaren ilgi devşirecek, iki binlerin başında ardı ardına basılmaya başlanacaktır.
İyi ki basıldı.
62 sonrasına ait az şey biliyoruz. Behçet Necatigil’e gönderdiği mektubunda, “iş bulduğum her gazete ve dergide müstear isimlerle yazıyorum,” der.
Müstear, takma isim demek, fakat mahlastan farkı, bu bir zorunluluktur.
Derviş, “gazetecilikte yaptığım röportajlar beni hayatın gerçekleriyle karşı karşıya getirdi. Ben gazeteci olduktan sonra gerçek eserlerimi yazmaya başladım,” derken geceleri köprü altında yatanları, ekmek parası için bedenini satanları, dilencileri, sakatları, sokak çocuklarını ve her şeyiyle çöken pis kokular neşreden bir İstanbul’u kasteder.
İstanbul’da öteki olmak!
Yine bu dönemde Son Posta adına Montrö’ye, Boğazlar Sözleşmesi görüşmelerini takip etmeye ve Tan adına Sovyet Rusya’ya gider.
Yine dilin ve gazeteciliğin gücü, ne mutlu ona.
Tam otuz bir roman!
Üstelik 32-53 tarihleri arasında sadece roman da yazmamıştır. Pek çok çeviri yapmış, birkaç yüz öykü yayınlatmış, köşe yazıları, röportajlar, fıkralar ve oyunlar kaleme almıştır. Cumhuriyet, Son Posta, Tan ve Bugün gazetelerindeki röportajlar son derece dikkat çekicidir. Sayıları iki yüze ayrılan bu röportajlar iki temel gruba ayrılabilir. Kadınlar ve çocuklarla ilgili ve Şehre, şehrin karanlığına, görülmeyen ve görülmek istenmeyen yüzüne dair röportajlar.
Senin gibi hem yüce gönüllü hem öfkeli kalabilir miyiz?
Biz şimdi İran’lı kadınların protestolarına destek veriyor, 13 Eylül’de öldürülen Mahsa Amani için, saçlarımızdan bir tutam kesiyoruz.
Yelda ugan S.
30/10/22 Beyoğlu