Ben Sana Yandım Zühtü

Çiçekler yokuş başındaki tarladan, sevgili toplamış..

İki kız günlerdir üzerinde çalıştıkları uzun listeyi babaları kapıdan çıkarken eline tutuşturdular. Baba çizgili bir defterden koparılmış sayfayı dörde katlayıp gömleğinin göğüs cebine yerleştirmeden önce silik kurşun bir kalemin çıkardığı küçük ve yuvarlak hatlı, ilk satırda dik duran, arkasından gelenlerde sağa ve sola eğilip bükülen harflere kısa bir göz attı. Hiç itiraz etmezdi, çocukları ne isterse tamam der, akşama ya eli boş ya da alakasız bir dolu öte beriyle gelirdi. En çok kitap konusunda yanlış yapar ya bir alt ya da bir üst sınıfın kitapları ertesi gün değişmek üzere yine onunla beraber evden çıkardı.  

Yarın küçük kızın doğum günü, organizasyonu büyük yapacak ama bir şartla, ona yardım etsinler diye o da arkadaşlarını çağıracak. Tamam, anlaştılar. “Misafir odası bizim ve oraya girmek yok, pikap da bizde kalacak. İstediğim kadar da sesini açarım. Kapıyı kapatacağım. Bi’ de üzeri simli sütlü kahve kazağı da ben giyeceğim yarın. Siz salonda oturacaksınız. Oğlanlarla da sen ilgileneceksin, okuldan geldiklerinde önlüklerini sessizce çıkarıp dışarı çıkacaklar. İstedikleri kadar pasta alabilirler ama arkadaşlarıyla iki de bir bahçeye gelip gürültü yapmak yok, uzakta bir yerde oynasınlar, olmadı değirmene insinler. Anne sen de geç gel. Öyle hemen kontrol etmek ister gibi pastadan önce gelme. Biz hallederiz. Hayır çağırmadım! onlar küçük, yaşıtım değiller. Baba sen de gelince arka bahçeye git ablam oraya çay getirir sana. Sakın gelince üstünü değiştirmeye kalkma, öyle kal.” 

Babaları öğle yemeklerini evde yer, küçük kız da işten gelen babasını o zaman çok beğenirdi. Yakışıklı bulurdu onu, yakışıklı ve şık. Açık mavi blazer ceketini çıkarır, sandalyenin arkasına özenle asar, kıravatını hafifçe gevşetir, beyaz gömleğinin kollarını dirseklerine kadar kıvırır, masaya otururken lacivert pantolonunu dizlerinden hafifçe yukarı çekerdi. Ankara’dan izin çıkıncaya kadar daireye giderken ceket giymek zorunluydu. Hava sıcaklığı 32 derece de olsa merkezden bu Güneyin nemli kasabasına müsade gelene kadar ceket ve kravat onu bunaltır, eve gelir gelmez onlardan kurtulmak isterdi. Bazı sabahlar karısı elindeki eski bir tavaya ısladığı küflenmiş ekmekleri işe gitmeden kümese götürmesini ister, o da gömleği kirlenmesin diye pijamasını göğsüne kadar çeker kıravatını da sol omuzundan sırtına gönderirdi. Okul yoluna koyulan küçük kız kümesten gelen kanat ve gıdaklama seslerinden memnun, elindeki boş tavayla avludaki tütün rengi toprağa diktiği mavi gözlerini kırpıştıran babasıyla karşılaşır, birbirlerine gülümserlerdi. O zaman da çizgili pijamanın altındaki koca göbekli adamı komik bulur, kıkırdayarak kestirmeden portakal ağaçlarının arasına karışırdı. Babası yine aynı ağır adımlarla naylon terliklerini dışarda çıkarır cümle kapısından eve girerdi. Onun hiç acele ettiği, bir yere geç kaldığı için adımlarını sıklaştırdığı ya da koştuğunu gören olmadı. Babasının sakinliği evde her şeye yetişmeye çalışan, davudi sesiyle talimatlar yağdıran annesini delirtse de de ona iyi gelirdi.

Küçük kızın on üç yaşına bastığı o gün işler yolunda gitti, babasına verdikleri plak listesi hariç her şey tam istediği gibi oldu. Bir gün önce babaları İlhan İrem, Ajda Pekkan ve Esmeray’ın şarkılarından oluşan listeye karşılık Bedia Akartürk’ün “Ben Sana Yandım Zühtü” 45’liğiyle dönse de misafirler evdeki Erol Büyükburç, Gönül Yazar ve Barış Manço ile de pekala eğlendiler. Ablasının iki arkadaşı da geldi. İkisi de kitap getirmişti, biri Küçük Kadınlar’ı, diğeri Dede Korkut Hikayeleri’ni. Deli Dumrul’la o yıl tanıştı, çok hoşlanmadı o huysuz adamdan, köprünün başında bekliyor gelenden geçenden para alıyordu. Sıkıysa vermesinlerdi, o zaman geçmelerine izin vermiyor, elindeki yamru yumru uzun asayla köprü başına dikiliyor. Nuh diyor peygamber demiyordu. Sıkıldı, bıraktığı yerde, tek raf hakkı olan kitaplığın arkalarında bir yerde kitap unutuldu. Küçük Kadınlar’ı defalarca okudu ve büyüyünce Jo olmak istedi. Bir gün o da evden gidecek, uzak şehirlerde büyük okullarda okuyacak ve kim bilir belki de yazacaktı. Hem okuldan hem mahalleden bir sürü arkadaşı geldi. Oğlanlar hiç yaramazlık yapmadılar, ikisi de önlük ve çantalarından merdiven başında kurtulup, birini ağızlarına tıkıştırdıkları diğerlerini küçük ellerini dolduran pofuduk kurabiye ve poaçalarla sokağın sonundaki değirmenin yolunu tuttular. Annesi geç geldi, babası bankadan geldiği gibiydi, herkes gidinceye kadar kıravatını dahi gevşetmedi. Büyük kızının ona ikram ettiği koca tabağı bir bardak çayla sildi süpürdü.

O küçük kız yani ben bu ay elli üç yaşıma bastım, aradan kırk yıl geçmiş, kırk koca yıl. Babam emekli olduktan kısa bir süre sonra tam pijamalarıyla bütün gün evle kümes arasında rahat rahat gidip geleceği vakit bize veda bile etmeden bir gece apar topar aramızdan ayrıldı. Annem, oğlanlar ve ablam iyiler. Herkes çoluk çocuğa karıştı. Hatta ablam babaanne bile oldu. Bana yine hediyeler geldi, arkadaşlarım bir de defter koymuş hediyelerinin arasına, çizgili, çizgisiz, ince-kalın, spiral kapak, küçük-büyük çeşit çeşit. Hala Josephine March olmak istediğimi biliyorlar.

19 Nisan 2022, İstanbul

Yelda Ugan S.

Reklam

LABİRENT

Kasabaya vardığında hava kararmak üzereydi, köye giden son minibüse yetişen kadın fazla mı
gülmüştü ne, eteklerini mi savurmuştu koşarken? Kahvenin tahta sandalyelerine dizili kasketli,
kara şalvarlı amcalar şişe dipli gözlüklerinin ardından gördüklerine dudak büktüler.

Beraber aynı yere bakmak ne tatlı bir günah
Suat Derviş

Adam kadının gösterdiği yere oturmadan önce arka cebine davrandı, şişkin deri cüzdanıyla
siyah bir kareden ibaret olan araba anahtarını sehpaya bıraktı. Lacivert kanvas pantolonun
dizlerinden çekerek koltuğun ucuna ilişti. Kadın, şimdi sıra kol saatinde diye geçirdi içinden.
Adam metal klipsini gevşettiği saatiyle takımı üçledi. Kadın onun karşısına, turuncu koltuğun
teklisine oturacakken son anda vazgeçti. Geriye yaslanıp yaslanmamak arasında bir an
tereddüt eden adam yayılmak üzere olduğu koltuktan, annesinden düzgün oturması için
ihtar almış çocuklar gibi toparlandı.
“Uygunum gel,” demişti telefonda.
Saatlerdir yoldaydı, otobandan hiç çıkmamış mola da vermemişti ve sol şeritten çıkmak için
sinyal verdiği an, aklına gelen ilk şeyi yaptı, üniversite yönüne saptı ve çatalın solundan
devam etti. Halbuki onu, kalan iki saatlik yolundan alıkoyan nedeni kendi kendine bile itiraf
etmemişti. Sanki olan biten her şey iradesinin dışında gerçekleşiyordu, üzerinde durmadı.
Beni bekleyen yok, bir yere yetişmem gerekmiyor. İçinden geçen buydu. Kadını aramadan
önce bir an tereddüt etse de okaliptus ağaçlarının gölgesine park ettiği arabadan indi ve
birkaç derin nefes alır almaz fikrini değiştirmeden bastı tuşa. Labirenti andıran mısır tarlaları
uzanıyordu önünde.
Kadın ahizeyi tuttuğu elinin işaret parmağıyla bir tuşa basacak, masasına oturmadan iki
kahve söyleyecekti belki. Kahveyi nasıl içtiğini hatırlıyor muydu acaba?
Sehpanın üzerine bir yelpaze gibi yayılmış, şu fakülte içi haberlerin dolaştığı yayınlardan birini
rastgele seçti adam. Derginin kapağında yüzü kameraya dönük tuhaf bir yaratık vardı. Öküz
başlı, kuyruklu, insan vücutlu bu çizgi film karakterinin bakışlarında sanki azat edilmiş
Minotor’un minneti okunuyordu, hakiki ve samimi bir minnet. Yaratık iki yana açtığı
ellerinden biriyle artık insan eti yemeyeceğine dair bir söz gibi buğday başaklarından bir
demet tutuyor, diğeriyle de kıyısında ayakta durduğu denizin belli belirsiz maviliğinde işaret
parmağıyla kadının adını gösteriyordu. Yeni bölüm başkanı görevini devir almış, ilk olarak
öğrencilerini kabul etmişti makamında. Haberin verildiği sayfayı açar açmaz bulundukları
odayı hemen tanıdı. Hocanın etrafını saran gençler adamın oturduğu üçlü koltuğa sığabilmek
için safları daraltmış, samimi bir sevinçle bakmışlardı kameraya.

*
Genç hemşirenin uzattığı bileti, “bir şartla alırım,” dedi çiçeği burnunda hekim adayı,
pürüzssüz teni bir buğday başağı gibi parlıyordu, çocuksu bir canlılıkla devam etti, “benimle
gelirsen eğer.” Çarşamba öğleden sonraları yemekhanenin üst katındaki büyük salonda
verilen müzikli, danslı çay partiler için bilet satıyordu kadın. Adam bileti önlüğünün sol üst
cebine koyarken, kadın kaderiymiş gibi adını okudu adamın. O gün tıp fakültesiyle, fen
bilimleri arasında kalan büyük su deposunun altında buluştular, akşama kadar bütün
fakültelerden gelen öğrencilerle altmışların ve yetmişlerin şarkılarıyla coştular, genç
olmalarına dair ne varsa tadını çıkardılar. Dünya onlar için dönüyordu artık, güneş onlar için
doğacaktı yarın ve ondan sonraki her sabah.
Kadının gideceğini duyunca canı sıkıldı adamın, bütün neşesi kaçtı. O olmayınca ne
yapacağını, elini kolunu nereye koyacağını bile bilmiyor, içine kaçıyordu. “Benimle gel” dedi
kadın.
Olur muydu?
Neden olmasındı?
Sahiden olur muydu?
Sevinçten bir basıp on sıçradı adam, yerinde duramıyordu, heyecanlandı. Nasıl olsa bir gün
olacaktı, neden şimdi, neden bu hafta sonu olmasındı?
Dünyanın bir yağmur sonu ışıltısıyla parladığı o sabah yola koyuldular. Tahılla, sebzeyle dolup
taşan tarlaları geçtiler, “yer fıstığı,” dedi kadın, “yola yakın olanlar havuç, yanındakiler, kanala
yakın olanlar da turp.” Sanki oralar, uçsuz bucaksız tarlalar, geniş gökyüzü, havada salınan
nazlı bulutlar, hatta sulama kanallarına kobalt mavisi boyayla yazılmış tek satırlık şiirler bile
kadına amade bir ahenkle döndü. Hep bir ağızdan konuğumuz var, bizim kızın misafiri, bir
delikanlı var yanında, hazırlanın, süpürün, temizleyin, silin, mutfaktan güzel kokular gelsin,
pencereleri açın, çarşafları değiştirin diyerek kulaktan kulağa daha köye varmadan duyduk
duymadık kalmadı.
El üstünde tuttular adamı, sobanın arkasındaki mindere, baş köşeye buyur ettiler. Yufka
ekmek, şehriyeli bulgur pilavı, bostandan kopup gelen marul salatası ve mis gibi kokan köy
tavuğunu yer sofrasında yediler. Ertesi gün, çoluk çocuk avluda büyük bir ateş yaktılar, ağzı
kulaklarındaydı kadının, başını oyalı bir yazmayla yarım bağlamış, pembeli mavili, bahar
cıvıltılı basma bir şalvar giymişti. Babasının yaptığı gibi kuru dalları dizinden destek alarak tek
ayak üzerinde kırıyor, ateşe atıyor arada kardeşleri gibi şiveli konuşuyor, komşuları filan
soruyordu. Kara kazanda kaynayan mısırı adama uzatmadan önce üzerine biraz tuz serpti.
Mevsimin ilk mısırıydı. Sakin, hafif bir esintinin olduğu güneşli bir günün sonuydu. Kadın da
adam da gökyüzüne dair ne gördülerse tadını çıkardılar. Bacalardaki hayra alamet leylek
yuvalarını, yeşil yaprak bulutları arasında uçan kırlangıçları gösterdiler birbirlerine. Sevdiği
adam, kadının oval yüzünde iki mum gibi parlayan gözlerinde, düz bir çarşaf gibi uzanan sakin
denizi gördü. Yazmasının altından iki asi bukle alnına düştü kadının, kıvır kıvır. Hava odun
ateşinde kaynayan mısır ve is kokuyordu.
Aradan neredeyse bir yıl geçti, leylekler yol yorgunuydu daha, papatyalar açmış, gelinciklerin
eli kulağındayken insan boyu mısır tarlalarının kıyısındaki bu eve adam tekrar geldi. Kadın, ardına
kadar açık, tahta perdeli kapıda karşıladı onları, sevdiği adamı ve annesini. Sulanmış,
çalı süpürgesiyle süpürülmüş avlu, toprak kokuyordu. Namzet Hanım, ev sahiplerinin sırtına

yerleştirdiği kanaviçe başlı, sakız gibi beyaz patiska kırlentlere yaslanmadı, etekli divanın
ucuna ilişti. Alnına düşen bir tutam saçı eliyle sıvazlayarak yerine koydu, bir daha kaçan
olmasın diye eşarbını boynunun altından sıkıca bağladı. O da istemez miydi iğne oyası tülbent
takmayı, ensesinde kundak yapıp tepesinde düğümlemeyi. Çoraplarını çıkarır bir ayağını
altına alır diğerini serin betona salardı. Çantasından yelpazesini çıkarır, ne kadar pencere
varsa açtırır, yayılarak otururdu oturmasına da. Burada olmazdı, ne o öyle alıcı gibi, katiyen
olmazdı. Evlat hatırı da bir yere kadardı.
Kırk beşine varmamıştı daha adetten kesildiğinde, kocasına bile diyemedi. Eksik bilsin
istemedi kimse onu, kurumuş dedirtemezdi arkasından çoluk çocuğa. Gittiği yerlere
sığamayışından, zemheride dahi kapı önlerini, pencere pervazlarını mesken eyleyişinden,
çorabı düşman belleyen harlı ayaklarından ve terden dalga dalga alazlanan koltuk altlarından
konu komşu çoktan anlamıştı anlamasına da bir tek Namzet Hanım bilmiyordu herkesin
bildiğini. Düğün günü gördüğü kocasına vardığında on altı yaşındaydı daha. Usulen
sormuşlardı, o da usulen boyun büktü, bugüne kadar onun için neyin münasip olduğuna
karar veren babasının yerini kocası alacaktı artık. Evini temiz tutacak, yemeğini sıcak, saygıda
kusur etmeyecekti kocasına, her halükarda kırılan yen içinde kalacaktı kıyamet kopsa da.
Pencere önüne menekşeler, duvar diplerine mercan çiçekleri, koltuk aralarına benjamin,
deve tabanı ektiği saksılara gözü gibi baktı. Kırdığı dizine baş tacı ettiği kasnağına içten dışa
çapraz izler bıraktı, ömründe hiç görmediği kırmızı laleler nakşetti…mavi, turuncu, yeşil, mor,
sarı laleler. Kocası kara kaplı deftere rakamları bitmeyen bir yol gibi eklerken. Namzet onun
muşamba örtülü tahta masaya eğilmiş, lambanın titrek ışığında bir o kadar daha olmuş
heybetinden ürkerdi. Oğlan doğduktan sonra beyaz tombul kollarını açıkta bırakan, pembe
döşünü göğüs çatalına kadar arzı endam ettiği açık saçık geceliklerini çeyiz sandığına kaldırdı
kızın niyetine. Tuhafiyeciye uzun kollu, yakası biyeli olanlardan ısmarladı, iki yetmezdi, üç beş
tane, yedekli. Kendi kokusuna dahi tahammülü yoktu zira, değişikli olsundu, mis gibi sabun
koksun. “Haminneler için bunlar anam” dedi kırk yıllık esnaf Alibaz, baktı müşterisinin ağzını
bıçak açmıyor, ahşap sandalyenin üstünü boşalttı, ören bayan iplik kutularını, mavi pembe
fistoları jelatinli paketleriyle alt rafa tıkıştırdı, buyur etti Namzet hanımı, bir çay söyledi. Kah,
“pembesi kalmadı” kah “mavisi haftaya..” diyerek geleni gideni savuşturdu. Kadınların soluk
renginden, feri kaçmış gözlerinden, dalgın bakışlarından yahut gelin alışverişinde terk
ettikleri pamuklu donlara meyil edişlerinden anlardı, onlara bir haller oluyordu. Müşterilerine
dair her mahrem detayı aklının dosyalarına isim isim kayıt eder ama yemin billah ser verir sır
vermezdi. Allah’tan korktuğu kadar korkardı dedikodudan Alibaz. Daha bir lokma çocukken
dedesinin yanında çalışmaya başladığı bu küçük dükkanda nakış ipliği, yün, orlon, fermuar,
düğme, basmadan gecelik, poplin kumaştan çizgili pijama, iç çamaşırı, delikli fanila gibi tuhaf
şeyler satardı, yanına da bonus olarak sansürsüz ağzından çıkan, değme psikologlara taş
çıkartacak tek seanslık terapileri ilaç gibi gelirdi kadınlara. Albaz’ın tuhaf dükkanından çıkar
çıkmaz biraz ağlar, biraz gülerler, yol boyunca az açılır, evlerine varmadan, eşiği geçecek
kadar su serpilirdi yüreklerine. Alibaz baktı işin içinden çıkamıyor, mevzu boyunu çoktan
aşmış, bir üst merci olarak Hayriye’ye gönderirdi danışanlarını.
Daha rahmetli hayattaydı oğlan gelip de “bir kız var” dediğinde. Hastanede tanışmışlardı,
hemşireydi kız, üniversitede okuyordu hem, hem de çalışıyordu. Babası belli belirsiz başını
sallamış, bravo ona der gibi memnun olmuştu oğlunun anlattıklarına. Duyduklarından
hoşlanmadı Namzet Hanım, yüzü gölgelendi. “Kısmet” dedi isteksizce. Kısmetten öteye yol
gitmezdi nasıl olsa, dur bakalım, oğlan gönlünü eğleye dursun bulunurdu bir hal çaresi.

Yatağı dar geldi o gece, sıkıntıyla dönüp durdu bir o yana, bir bu yana. Kocası kesik kesik
aldığı soluğunu uzun, tıslamaya benzer bir ıslık sesiyle geri verdikçe, Namzet Hanım avizeden
sarkan kristallerin belli belirsiz yansımalarıyla oyalandı. Bir ara içi geçmiş, ezanı bile duymadı.
Rüyasında bedeninden yükseldiğini gördü ve açık pencereden bir duman gibi süzüldüğünü.
Küçükken babasına yemek götürdüğü kalaycılar çarşısına bakan saat kulesine bir güvercin
gibi kondu. Arnavut kaldırımlı meydana çıkan sokaklar uğultuyla kararıyor, akın akın gelen
insanlar kulenin etrafında toplanıyorlardı. Bozuk parke taşlarından gelen ayak seslerinden
başka hiçbir şey duyulmaz oldu. Küçük kız elindeki sefer tasını karnına sıkıca bastırdı. Siyah ipi
toplayan eller beyazı saldıkça alacakaranlık dağıldı, gökyüzü uçuk pembe, bulanık bir
turuncuya döndü. Ayaklar hızlı bir ritim tutturdu. Sanki insanlar aniden bastıran sağanak
yağmura yakalanmış da ondan kaçıyor gibiydiler. Aynı yöne koşar adım giden bir adam gördü
Namzet, yüzünü görmediği fötr şapkalı, irice göbekli, olduğundan daha kısa görünen adamı,
kocasını tanıdı. Elini sıkıca tuttuğu kadınla kalabalığın arasında kayboldular, kara kaplı
defterlerin sayfa başında adı yazılı kadındı bu. Kocası da, aralarına giren gri bir tül perde gibi
çektikçe uzayan kadın da bir daha görünmediler. Ufukta, kavisli tepeleri aşan insan kalabalığı
karıncalanırken Namzet havada süzülerek saat kulesinden çarşıya zahmetsizce indi. Babasının
viraneye dönmüş dükkanı bir kuyu kadar karanlıktı. Etrafta nasırlı elleri isten kararmış
kalaycılar hummalı bir koşuşturmacayla bakır döverken, harlı ateşte eriyen demir cezvelere
sap, kazanlara kulp olmak için eğilip büküldüler. Az önce hayatta kalmaları yetişecekleri yere
bağlıymış gibi koşar adım uzaklaşan güruha benzemiyorlardı onlar. Müebbet bir çile doldurur
gibi çalışıyor, gidilmez, varılmaz sandıkları buradan ötesinin hayalini bile kurmuyorlardı.
Uyandığında başparmağıyla damağını kaldırdı Namzet Hanım, hayırlara vesile olsundu,
gündüz gözüyle.
Adam annesinin iri yeşil gözlerini ayak uçlarından çekip çıkarmasını, etrafına pay etmesini
bekledi durdu bütün gün, konuştukça konuştu. Namzet hanımın çıkardığı gürültüyü
bastırmak için tüm varlığını koydu ortaya. Mısırları sordu, yağmuru, leylekleri, gelmişler
miydi, ya bostan, sulama kanalları, arkları kim açmış, taşları kim ayıklamıştı? Mide
yanmasına, boyun tutulmasına, arı sokmasına iyi gelecek türlü çeşit numuneler çıkardı
çantasından. “Sivrisineklerden korunmak için cibinlik şart,” dedi son olarak, takati kalmadı.
Elleri dizlerinde oturmaktan sıkılan çocukların hevesi kaçtı, uslu durmaları için günlerdir
yapılan tembihleri unutup, bir an önce dışarı çıkmak için ablalarını kolladılar.
Arka arkaya dört tane rakam çevirdikten sonra Namzet Hanım durdu, gerisini hatırlayamadı.
Ahizeyi, bakır sehpayı kapatan dantel örtünün üzerine bıraktı, çantasının en dip köşesine
sakladığı küçük defteri kurcaladı ama aradığı numarayı bir türlü bulamıyordu. Yarım yamalak
pasta tarifleri, Latin harfleriyle yazılı kısa dualar ve sık sık Alibaz’ın karşısında ödendikçe üstü
çizilen iki haneli sayılarla karşılaştı. Camlı dolaptan, sırtı ona dönük kara kaplı defterlerin
önünde duran siyah kutudan kocasının yakın gözlüğünü çıkardı. Bir kez daha defteri baştan
sona çevirmeye başladı ve nihayet Hayriye’nin numarasını buldu. Fildişi telefonun
göbeğindeki çarkıfeleğin deliklerine güçlükle sığan tombul parmağıyla rakamları bir daha
çevirdi. Yerinde duramıyordu, koltukların dışa doğru kavisli ayaklarının, aslan başı oymalı
kolçaklarının tozunu aldı, kauçuk, deve tabanı ve dua çiçeğinin yapraklarını sildi,
balkondakilerin dibini aspirinli suyla ıslatırken onlara bir sır verir gibi rüyasını anlattı.

Duvar diplerine serili, rengi atmış gül desenli minderlere ilişen kadınlar sırayla Hayriye’ye yüz
sürdüler ve alı al, moru mor, allak bullak olmuş suratlarıyla kapının önündeki ayakkabılarını
çiftleyip çıktılar. Namzet hanım o gün, her zamankinden daha çok bekledi. Tam ona sıra
gelmişken, ince yüzü kederden sararmış bir kadın, iki gözü iki çeşme, sarı saçlarının dipten
gelen koyu rengini ancak kapatan eşarbıyla gözlerini kurulayarak Namzet hanımın ellerine
sarıldı, işi aceleydi, ta nerelerden gelmişti. Yalvarırcasına sordu, adeta bu ölüm kalım
meselesi için sırasını verebilir miydi? Nihayet Hayriye’nin ahşap kapısı gıcırdayarak
aralandığında Namzet kireç badanalı duvara sırtı dayalı bir saate yakın daha beklemişti. İki
kadın selamlaştılar, baş örtüsü omuzlarına kaymıştı kadının, gözleri parlıyor, kuş gibi
hafiflemiş, ferahlamış görünüyordu, darısı Namzet hanımın başınaydı.
Hayriye Namzet hanımı eliyle işaret ettiği, oturmaktan ortası çukurlaşmış solgun, ince bir yer
minderine buyur etti. Hayriye’nin çektiği uzun, fil dişi taneleri iri, sedef kakmalı tespihin
imamına gelinceye kadar sustular. Küçük bir kız elinde su dolu bakır bir leğeni büyük bir
ustalıkla yaşlı kadının önüne tek damlasını ziyan etmeden koydu ve çıplak ayaklarının ucuna
basarak beton zeminden sekerek uzaklaştı. Hayriye üzerine eğildiği kaptan gözünü
ayırmadan artan bir ritimle öne arkaya sallandıkça bir büyücünün belli belirsiz mırıldanışları
gibi Namzet hanıma saatler sürmüş gibi gelen birkaç dakika boyunca fısıltıyla okudu. Yıldızları
tutmuyordu çocukların, bu iş olmayacaktı, ikisi de ayrı yollara gideceklerdi. Namzet’in belli
belirsiz gevşeyen ağzına, dudaklarında biriken hazza canı sıkıldı Hayriye’nin, “kız çok
yükselecek,” dedi, içini soğuturcasına.
Dedesi, erkek torunlara el vermeyi istediyse de aralarında yalnızca Hayriye hayatta kalmış, oğlanlar ateşli hastalıktan arka arkaya telef olmuşlardı. Dede “takdir-i
ilahi,” dedi. Hayriye’yi çekti önüne, rahlenin karşısına oturttu. Kilimin keçi kılları çıplak
bileklerini daladıkça ellerini dizlerinden çekip korkusundan kıpırdayamadı küçük Hayriye.
Annesi, boynunun altından iki kere doladığı eski bir yazmayla başını örttü, boğulacak gibi
oldu ama sonra alıştı. Daha sabah ezanı okunurken çalınırdı kapıları, çevre köylerden, uzak
mahallelerden ve hatta başka şehirlerden bile gelirlerdi. Gözleri ağlamaktan kızarmış, dalgın
bakışlı, üzgün kadınlardı gelenler. Refakatçilerinin kollarında zorlukla yürüyen de vardı, her ay
mutlaka ziyaret eden müdavimler de. Küçük kız büyüyüp serpildikçe, dedesi ona su içine
üflemeyi, içten dışa doğru üçgen katlar arasına büyülü harfler yazmayı, aklı ve sezgileriyle içe
nasıl bakıldığını ve onları yorumlamayı öğretti. “İnsanların umut etmeye ihtiyaçları var,” derdi
dedesi, her gün tespih çeker gibi tekrarlar, “gördüğün her şeyi hemen söyleme, açık kapı
bırak, olabilecekleri sırala ve onlara seçme hakkı ver. Her şeyi gören ve her şeyi duyan sadece
tek ve bir olan Allah’tır. Sezgilerine güven, vaat etme, kimseyi kandırma ve ne olursa olsun
olan bitenin en hayırlısı olduğunu eklemeyi unutma!”
*
Kasabaya vardığında hava kararmak üzereydi, köye giden son minibüse yetişen kadın fazla mı
gülmüştü ne, eteklerini mi savurmuştu koşarken? Kahvenin tahta sandalyelerine dizili kasketli,
kara şalvarlı amcalar şişe dipli gözlüklerinin ardından gördüklerine dudak büktüler. Defalarca
gidecekmiş gibi yaptığı hamlelerden sonra şöför nihayet başka yolcunun gelmeyeceğine
kanaat getirip vitesi ikiye taktı ve sinyal vermeden köhne otogardan çıktı. Tespihli eliyle dikiz
aynasıyla oynadı, kadın yüzünü neon ışıkların yansıdığı gerisi karanlık cama dayadı, içerisi ter,
tütün ve ayak kokuyordu.

Mevsim yavaş yavaş dönmüş, avlu inceldiği yerden kopan kuru yapraklarla dolmuştu. Namzet
hanım bir daha gelmedi, oğlunun da ayağı yavaş yavaş kesildi köyden, uğramaz oldu
buralara. “Başını eğme,” dedi babası kızına. Kasketini çıkardı, terli alnını kareli mendiliyle
kuruladı, nasırlı ellerini ayrık otlarının üzerinde gezdirdi, yağmurdan sonra marullara dadanan
sümüklü böceklere kızdı. Çömeldiği yerden kalkarken baba kız tam göz göze geleceklerdi ki,
kızına, sadece ona, onunla ilgili bir şey soracaktı, belki sormayacak da
söyleyecekti “sen,” dedi. Gerisini getiremedi, seyyar kalaycı tahta perdeli kapıyı
zorla ittirirken tumturaklı bir küfür savurdu, sırtındaki ağır kazandan beli bükülmüş,
menteşelerinden biri kopmuş, nemden şişmiş avlu kapısına da geçirecekti ama kadını
görünce ağzında birikeni yuttu. Babası kalaycıya doğru yürürken ısırganların daladığı elini
arkasına doğru hışımla sallayarak duyulur duyulmaz bir sesle, “it atar aslan kapar,” dedi.

Kadın elektrikli kahve makinasının fişini çekti, raftan iki fincan çıkardı. Elindeki derginin içine
düşecekmiş gibi bakan bu adama belli belirsiz bir acıma duydu içinden. Saçları seyrelmiş,
şakaklarına kır düşmüş, gözlük camları biraz daha kalınlaşmıştı. Ona karşı hissettiği tuhaf
şeyin asıl nedeni bunların hiçbiri değildi, kadın da kilo almış, kaz ayakları oluşmuş, hatta
boynu bile kırışmıştı, saçları da eskisi gibi kumrala boyanmıyordu artık, öyle çok beyazı vardı
ki üç güne kalmıyor, ananesinin kınalı saçları gibi kızarıyordu tepesinde. Omuzlarından aşağı
kürek kemiklerinin ortasında hayali bir kamburu vardı sanki adamın; çıplak, kavisli bir tepe
gibi farkında olmadan taşıyordu onu.

Kahvelerini içerken birbirlerine nasıl olduklarını sordular, ikisi de iyiydi. Kampüsün ne kadar
çok değiştiği artık eskisi gibi olmadığı hakkında ikisi de hemfikirdi. Kadın bu konu üzerine
biraz daha konuştu. İdari bilimler kampüse taşınmıştı mesela, eczacılık açılmış,
Beyazevler’deki Kaktüs kapanmıştı, Dört Mevsim duruyordu hala. Çamlık? Diye sordu adam,
gelirken yol onu üstüne çıkarmış şaşırmıştı, kadın bisiklet yolu eklemek için Çamlık kafenin
kapandığını ama göl kenarına taşındıklarını söyledi müjdeler gibi. Sıra ailelere geldi, onlar da
iyiydi. Yeni haberlere karşılıklı şaşırdılar, yıllar nasıl da geçmişti. Tehlikeli sulara girmeden
biraz daha havadan sudan konuştular, kimleri görüyorlardı, arkadaşlar nasıldı. Nihayet kadın
saatine baktı, adam kalktı. Kapıya kadar geçirdi kadın adamı, “sana teşekkür borçluyum,”
dedi elini sıkarken. Adam anlamasa da belli belirsiz gülümsedi. Kadının ona ziyareti için
teşekkür ettiğini sandı. Okaliptusların gölgesinden kaçmış iki aceleci beyaz papatya ve beton
saksının dibine sığınmış mavi mine çiçekleri sanki yarın Nisan gibi yüzlerini kış güneşine
dönmüşlerdi. Kadına bir şeyler oldu, çimenlerin üstünde geniş bir alanda oturan öğrencileri
neşeyle selamladı. Ansızın hafiflemişti sanki, odasına dönmek için acele etmedi, ağırdan aldı
biraz. Çocuklar onlara doğru gelen hocalarını karşılamak üzere ayaklandılarsa da kalkmalarına
müsade etmedi.
Çaresizce peşinde koştuğu dünü, geçmişini yakalayamadı adam, eski günlere sığınarak
kendini kandırmıştı. Gençliğine beyhude dönüş yolculuğu aradığı, onu sarıp sarmalamasını
beklediği yitik dünyadan fersah fersah uzaktı. Arkasında turuncu benekli izler bırakan
portakal bahçelerini bir sınırı geçer gibi hızla geçti. Bugünden geçmişe doğru kurulan sahte
köprüleri ve yeşil parmaklıklar ardında yağmur sularının döküldüğü kanalları da. Cesareti
eridi, üniversite hastanesinin acil kapısı yola daha yakın ve bir mağara kadar karanlıktı artık,

gri ve küskün. Etrafı limon servilerle sarılı geçirgen bir duvarken şimdi tekmil her taraf betona
kesmiş. Şu cılız, sararmış otlar eskiden güneşli günlere benzeyen güler yüzlü, çimden bir
halıymış gibi uzanırken, gölün karşı kıyısından portakal çiçeklerinin ılık kokusu gelirdi.

Yelda Ugan S.

8 Mart 22, Beşiktaş,

Labirent, 1 Şubat 2022 tarihinde Kayıp Rıhtım adlı Forumda yayınlanmıştır.

Uyku Kadar İnce

Ne var ki yazmak, kişinin başkalarının onu görme biçimini boş vermesidir; kendisini her türden yargı, poz verme ve konumlandırma kaygısından kurtarmasıdır. Yazmak bir şeyin erişilebilir olmasını, ortaya çıkmasını sağlamaktır.

Karl Ove Knausgaard
Bitez

Yıllardır onun ağzından duymak istediği şey buydu, nihayet itiraf etmişti ama durup dururken öyle beklenmedik bir anda oldu ki, şaşırdı; tadını çıkaramadı, neredeyse “estağfurullah!” diyecekti…İlk cümleyi arıyorum, kalemi kaldırmadan haldır haldır yazıyorum, koşar gibi. Kendisinden sonra gelenlerin kaderi ona bağlı olan şu malum cümleyi. Bu bir yöntem, metot ya da ısınma egzersizi…Yaratıcı yazma atölyelerinde herkes yazabilir motivasyonunun hemen arkasından gelir ve “bakınız yazabiliyorsunuz,” der hocalar. “Herkes yazabilir!”

Söyleyemediklerimi yazmak; istediğim buydu, kendimi kaybetmek ve aradan çekilmek. Kalemime ve onun istenç dışı oyunlarına bile isteye teslim olmak. Cesaretimden, daha doğrusu cahil cesaretimden dolayı kutluyorum kendimi. İçim dışıma çıkacakmış, ters yüz olacakmışım umurumda değil. Çünkü bunun farkında bile değilim. Terapistler de yapıyormuş, “Yazın!” diyorlarmış danışanlarına, yazanlar dökülüyor, onlar da topluyorlarmış. “Büyülü gerçeklik” bu olsa gerek; yazının ta kendisi.

Dün kuzenimden bir mektup aldım, o da söylüyor aynı şeyi. “Koşarak yazmalısın,” diyor “sonra ayıklarsın içinden, karakterlerini seçer, hikayeni yaratırsın. Yeter ki, aradığını bulabileceğin bir rehberin, yol haritan olsun, oraya buraya imleç bırak mesela, güvenme hafızana, renkli kalemle işaretle.”

Kuzen haklı. “Bir buçuk ay dene, ne kaybedersin? Ama disiplinli ama her gün iki saat ama aynı yerde aynı saatte” demiş, sıkı sıkı da tembihlemiş. “Bileğin kırılır, elin açılır, yazı kasın gelişir böylece. Ya rutinim şaşarsa? Dediğini duyar gibiyim. Olsun! Sen beşersem o da şaşar, yılmak yok!”  

Karl Ove Knausgaard‘ın İstemsiz adlı bir kitabını okuyorum. Neden yazdığını anlatıyor. Allah’ım uğruna okuduğum bu kaçıncı kitap? her birinde verilecek olan “o” büyük sırrı sabırsızlıkla bekliyorum, bekliyorum…ha geldi, ha gelecek. Bir şey geldiği yok! O sırada evin fertlerinden çocuk olanı, anneee!! diye bağırıyor, bulaşık makinası deterjan kapağına hamle yapıyor, telefon çalıyor, çalmasa da bana öyle geliyor? Ses halüsinasyonları duyuyorum, endişem kabuslarımda gördüğüm ellerim kadar büyüyor. Bazen tüm düşüncelerim kuşkuyla doluyor. Geriye sarıyorum, bir daha bir daha okuyorum. Bu okumaların, tekrarların birinde nihayet bir şeye rastlıyorum, aradığım şey bu olabilir mi acaba? Satırların altını çiziyorum, söz veriyorum kendime, dönecek ve onun gibi yazmayı deneyeceğim. Devam ediyorum kazmaya, hazine daha derinlerde olmalı. Sebat etmeliyim.

Tıkanmanın nedeni yazarın kendine ördüğü duvarlarmış, eee ne var bunda, hiç de sır gibi gelmiyor kulağa. Ordan kuzene geliyorum tekrar, benim akıllı, çok akıllı kuzenime, annesi gibi, annesi de anneme “radyo,” derdi mektuplarında, “toz alırken, mercimek seçerken, yaprak sararken mesela, poacaların üstüne çörek otu serperken, çorbayı karıştırırken, yama yaparken içten dışa, sökük dikerken radyon her daim açık olsun. Çiçekleri sularken onlara radyodan duyduğun hikayeleri anlat. Sabah uyanır uyanmaz aç, aç ki, o fırsat düşkünü laf anlamayan, söz dinlemeyen meşum sesler sussun. Sarsak adımlarla istemeye istemeye gitmelerine hiç aldırış etme, bırak çıksınlar, ait oldukları yere, geçmişe dönsünler.” 

Hemen itiraz ederdim, yok canım! Güldürme beni, ben açık fikirli, cesur bir kadınım, yazarken de öyle olmama ne engel olabilir ki? Bak yazıyorum, yazabiliyorum. Kurgu? Evet zorlanıyorum, fakat bu hep böyle devam etmez, açılırım biliyorum, az kaldı, dilimin ucunda, çağırsam gelecekler, çağırmıyorum. Neden mi? Doğru zamanı bekliyorum da ondan. “Hiç gelmeyecek mi?” “Yo hayır, niye öyle dedin ki? Bak şuraya yazıyorum işte! Gelecek!” Yaz ki gelsin, baktı sen yazıyorsun, o usul usul yaklaşır, omuzlarının üstünden yazdıklarını okuyacak kadar yaklaşır hem de. Hoop! Eğilir, işaret parmağını belli belirsiz uzatır ve der ki, “yağmur zaten dışarda yağar!” “telefon acı acı filan çalmaz sadece çalar.” Sen şaşırmaz kulak verirsin, uyarsın tavsiyelerine. Sonra bir sandalye çeker, yanına oturur. Bir de bakmışsın der top olmuş, kedi gibi kıvrılmış kucağında. Tanrının eli olur, seninle senin yerine yazar, sen ne kadar orada olursan o da sana o kadar sokulur. Başında beklenen çaydanlık misali sakın belli etme beklediğini kaynamaz. Geldiğinde de öyle yaygara koparma, uyku kadar incedir o, ürkütürsün!

Bu sınır mevzu var ya, hani kendi etrafımıza çevirdiğimiz, kendimizi hapsettiğimiz, alıkoyduğumuz yer. Yüksek duvarlarla örülü, tutunacak bir delik bile olmadığı. Çıkıntı? Hak getire! Labirente bile razıyım, o da yok! Hani bir şans vermeye kalksam diyorum…Ben vermemişim de sen kendin bulmuşsun gibi. İşte tam burada, kuzen ve Knausgaard el ele vermişler diyorlar ki, bir merdiven bul, olmadı bir bıçak, ip ne bulursan artık, hiç mi yok, olmuyor mu? İğne de mi yok? Tırnaklarınla kaz. Kaz ki çıksın, baş versin sıkıştığı yerden. Vakit çoktan geldi, yapabilirsin, haydi! Ellerini siper edecek yüzüne, ışıktan gözleri kamaşacak. Vücudu eğri büğrü, yanakları buruşmuş, kurumuş, rengi atmış dudaklarını yalayıp ısıracak, utanacak, yine saklanmak isteyecek ve sonra yine, sen onu ürkütmeden, korkutmadan o incecik, çelimsiz parmaklarından nazikçe tutup bir daha bir daha deneyeceksin. Güneş onu ısıttıkça kemikleri güçlenecek, kırlarda koşup oynayacak, bacakları açılıp esneyecek, başını gökyüzüne kaldıracak ve maviyi, bugüne kadar hiç bilmediği bir maviyi hayranlıkla övecek. Kan yürüyecek dudaklarına. 

Beğenilme kaygısı, kaçırma korkusu…geçmişe, geleceğe, hatta gözümüzün önünden geçip gidenlere bile. İçim biliyor fırını erken açıp kekin kabarmasına engel olduğumu, içim biliyor mayalanmamış ekmeğin, demlenmemiş çayın mide bulandırıcı tadını. Biliyor da öbürü sıkıştırıyor, hayallere, gündüz düşlerine dalsın istiyor beriki, dalsın da, Kibritçi Kız gibi kalsın ortada, donsun, kanı vücudundan çekilsin, mora çalsın kılcal damarları. Clarissa Pinkola Estes, masamın üstünde, gözümün önündeyken bile özlüyorum…Büyüyünce ben de kurtlarla Koşan bir kadın olabilecek miyim senin gibi?

Öyle büyük yeminler etmeye, gidilebilecek en uçlara gitmeye gerek yok. Usul usul, yavaş yavaş, senin kendi hızında, belki belli sürelerde bir tık arttırarak. Hani geçen sene yapmıştın. Yapmıştın da ne iyi gelmişti. Elena Ferrante’nin son kitabı Yetişkinlerin Yalan Hayatı (Halam hakkında her şey yazacaktım neredeyse) Yayınlarız demişlerdi de yayınlamamışlardı kitap incelemeni. Yani öyle, bazen bir tık arttırarak, koş da demiyorum, korkma diyorum, yürü! Bak yumurta kafalı sığırcıklar geldi, sesleri nasıl da yumuşamış, sanki bütün yağmuru onlar toplamış, yorgun düşmüşler de neşeyle ocak üstündeki bir çaydanlık misali mırıldanıyorlar.

Kahvem buz gibi olmuş. 

Güneyde, koyun açıklarında sağanaklar çıktı, rüzgar kuzeyden esiyor, bulutlar inceldi, aralarında masmavi derin bir delik açıldı, güneş sızar birazdan oradan, dağların çıplak tepelerini görüyorum penceremden. Hava soğuk ama yürürsem ısınırım. Astarsız paltomu giydim, koca cepli olanı. Metafor toplamaya gidiyorum, yağmurdan sonra kıyıya vuran “sanki” leri “gibi” leri, teşbihleri toplamaya.

Mor çiçekli biberiyeler mis gibi kokuyor, “bir tutam at!” dedi komşum, “mantarlı tavuk yahnisine çok yakışır.” Tel örgülere kadar yürüdüm, umudum dönüşteydi ama yüzleri koya dönük bankların ikisi de hala dolu. Kos adasına bakıyorlar. Memleketten daha yakın başka bir ülkeye. Birinde çocuk kitap okuyor, yaşlı kadın çantasına davranınca diğerinden kalkacak sandım. Kalkmadı, yüzünü güneşe döndü, bir sigara yaktı. Nasıl güzel, nasıl zerafetle kırışmış, buğday rengi teni yazdan kalmış da doymamış. Kim doyar ki kış güneşine, insanın ruhunu ısıtan parlak sarı ışığına? Kah binlerce ağzıyla denizi öpüyor, gümüşi menevişler saçıyor yanaklarına. Kah bulutlara vermiş bir tutam ışıltı, pembeye çalmış onları. Siz hiç pembe bulut gördünüz mü ya da fosforlu beyaz? Çıplak ayaklarımın altına kadifeden yosunlar topladım. Sabaha kadar sanki milyon tane örümcek dokumuş gibi hafif, yine uyku kadar ince.

22/02/22, Beşiktaş

Yelda ugan S.  

Büyüdüğümüzde Anladığımız Şeyler

“Hiç Kimsenin Yağmurun bile böyle küçük elleri yoktur..” ikimizin de el yazısının birbirine karıştığı  Cummings’den yürüttüğümüz dizeleri cüzdanıma tekrar yerleştirirken birbirimizi ne kadar sevdiğimizi itiraf edecek, ağlayacağımızı sanan burunlarımızı çekerken uzun uzun gülecektik. Biz bunu hep yapardık ve ben emindim ki yine böyle olacaktı. Olmadı.”     

Döner kapı dört kişilik bir aileyi kolaylıkla içeri alırken kadın arkasına yaslandı. Diğerinin üstüne gevşekçe bıraktığı bacağını, sanki dünya umurunda değilmiş gibi sallasa da bir türlü ritim tutturamıyor, dilsiz bir uşak gibi yanı başında duran bavuluna küçük tekmeler atıyordu. Kök boyalı kilimlerin aynalı suretleri, kapıda karşıladıklarını, resepsiyona kadar geçirirken, elindeki kitabı bir kalkan gibi yüzüne tuttu kadın. Ne de olsa o tarafa baktığı her gün onları görmüyordu. Kalbi deli gibi çarpıyor, yüzü ateş gibi yanarken elleri titriyordu. Her işe koşturan şu üniversiteli çocuk kahvaltıda yanına gelmiş, günün her saati ışıldayan o güzel suratıyla “günaydın” demiş ve arabanın yarım saat içinde hazır olacağını söylemişti. Lobidede buluşacaklardı. Keşke göle inseydi ya da köye, her gün rastladığı çocuklar için hazırladığı paketi kendi elleriyle verir vedalaşırdı onlarla.          

Geldikleri yer, Latmos dağlarının eteklerinde küçük bir oteldi. Adam ısrar etmişti burası olsun diye. Böylece çocuklar kırlarda oynayabilecek, çiçek toplayıp, sazlıklardan havalanan sahici karabatakları yakından görebileceklerdi. Hem, açık bir müze gibiydi oralar, tarihi kalıntılar filan. Karısı itiraz edecek olduysa da adam ona güvenmesini istedi. Çocuklarla ilgileneceğine söz verdi, “bak göreceksin,” dedi. Bir kere bile “anne” demeyeceklerdi. Karısı inanmaz bir tavırla dudak büküp istemsizce gülümseyince adam cesaretlendi ve ona başka sözler de verdi. Köye girdiklerinde kavak ağaçlarının gölgesi henüz önlerinde ve boylarının iki katıydı. Çocuklar ne yol kenarlarında yürüyen aheste ineklere ne de arka bacakları arasında süt torbalarını zar zor taşıyan beyaz keçilere yüz vermediler. O “tezek” denilen şey de çok kötü kokuyordu. Yol kenarlarında toprağı eşeleyen tavuklar ve onu izleyen civcivler de arka koltukta oturan iki küçük yolcudan beklenen ilgiyi görmedi. Adam arabanın camını hafifçe araladı, kırağı çalmış ot kokusunu ciğerlerine çekti ve kokuya methiyeler düzerken herkesten aynını yapmasını istedi. Birazdan yapacakları kahvaltıda kestane balı, keçi peyniri ve gözleme olacaktı. O patatesli kıymalı yiyecekti, ya diğerleri? Kimse cevap vermedi. Gölün etrafını dolanacak, sonra da karşıdaki dağlara çıkacaklardı. Arabayı daha yavaş sürüyordu artık, nerdeyse gelmişlerdi. “Mavi,” dağlara dedi babaları, “hayır!” dedi kız “mor,” anneleri “gri.”  Dikiz aynasından oğlana baktı adam. Uyku mahmuru çocuk, okuldaki gibi renklerle ilgili bir oyun oynadıklarını sandı, ince sesiyle “turuncu” dedi burnunu çekerek. Dördünün de aynı anda aynı şeye güldükleri o kısacık an! O anı, bir kelebek misali uçup gitmesinden korkar gibi içerde tutmak istedi adam, camı kapattı. Dudaklarının kenarına minik bir zafer coşkusu yuvalandı. Ne de olsa geçici savaşları daima kazanmıştı ve bu sefer de kazanacaktı. Boştaki eliyle karısının elini arandı.  

Lobide yol sersemi aile öyle ağır aksak ilerlediler ki kadın emin oldu gördüklerine, benzetmemişti, oydu, onlardı. Kız annesine içi yosun tutmuş akvaryumu gösterdi, kadın bulanık sularda debelenen balıklara acıyarak baktı. “Günaydın,” dedi adam dirseğini bankoya yaslarken. Havadaki eliyle buruşturduğu yüzünü sıvazladı, tek ayağına verdiği ağırlığıyla kahverengi suntaya iyice abandı. Diğer eli yağ yeşili, iri fitilli kadife pantolonun cebindeyken oğlan babasının bacaklarına sarıldı. Hafif göbek mi yapmıştı ne, yoksa hırkası mı toplanmıştı önünde? 

“Haroşa örgü bir yelek giyerdi, çizgili. Beş parmak arayla değişen kalın çizgiler sırayı uyumlandığı bir diğerine bırakır, tütün rengi koyu kahveye, kök yeşili kaya kızılına atlardı. Kantinde, yemekhanede, meydandaki çimenlerin üzerine yayılmış beklerken kalabalıkta, otobüs durağında, sinemalar sokağında bu rengarenk yelekten hemen tanırdım onu. Annesi örmüştü, bir ters bir düz. Ben renkli giymeyi sevmezdim, severdim de kendimde sevmezdim, kazak giyerdim ekseriyetle, çeneme kadar uzanan ama illa ki siyah kazaklar. Şimdi sıcak basıyor, artık boğazlı bir şey giyemiyorum.” 

Aralarında paylaşamadıkları şey kızın elinde kaldı. Son dinlenme tesislerinde nöbetçi kuaföre uğramış kadar formda olan, zamanı uzun kumral saçlarından yakalamış ve bırakmaya da hiç niyeti olmayan anne, mızmızlanan oğlundan susmasını istedi. Hafta sonu sözüm ona çocuklarla kocası ilgilenecek, ne istiyorlarsa o yapacaktı. Çantasına davranırken kocasından tarafa baktı, burnundan soluyordu. Oğlan büyük bir iştahla nihayet ona uzatılan şeyi kapıp, elindeki aletin büyülü dünyasına kaçmış olan ablasına koştu. 

Çoluk çocuk ta nerelerden gelmişlerdi, saatlerdir arabada, koltuk tepesinde. Bu da ne demek oluyordu şimdi, müdürle görüşmek istiyordu. Resepsiyondaki kız, beyaz yakasından sarkan laci boyun bağı kadar mahcup, ter içinde kaldı. Bankoya gömülü bilgisayara bakıyor, sanki aradığı şey ordaymış, biraz daha kurcalarsa bulacakmış gibi başı önde mütemadiyen tuşlara basıyordu. “Sen de bir şeyler söyle!” der gibi hiddetle kocasına döndü. Adam sus pus. Gözlüklerinin altından yüzünü sıvazladı yine. 

“Aniden kalkınca telaşlandım, “bir durak daha var,” dedim, sorar gibi. Otogara kadar yürümek istiyormuş. Büyük parkın içinden geçecek, çifte güllerin arasından E-5 e çıkacakmış, ya da öyle bir şey. Sınava çeyrek kala ezberini tekrar eden bir öğrenci gibi veda konuşmamı hazırlıyor, biraz daha kalsın istiyordum. Hedefi on ikiden vurmayı planladığım son sözler. Tek umudum onlar kalmıştı. Birbirimize yazmayı severdik, bu konuyu sona bırakacaktım, hatta şöyle olacaktı, otobüsün merdivenlerinden inerken, son bir basamak kala arkamı dönecek “lütfen yaz! Olur mu?” diyecektim. Tek bir damla göz yaşı dökmeyecek ona iyi şanslar dileyecektim. Otobüsten önce ben inseydim ki kurgu böyleydi, rüyamdaki gibi o değil ben. Ama ne yaparsam yapayım içeri alınmayı bekleyen bir köpek yavrusu kadar metanetli olabilirdim. İçimde zerre kadar umut kalmadığı halde çırpınıyor, rüyama direniyordum.”

Telaşla kafasında unuttuğu yakın gözlüklerini çantasına tıkıştırdı kadın, heyecandan eli ayağına dolandı. Ani bir kararla, tek hamlede koltuğun diğer ucuna sıçradı. Kireç boyalı duvarda, daha önce fark etmediği bir resim ilişti gözüne. Gustav Klimt’in “Öpücük” adlı eserinin kötü bir kopyasıydı. Çıplak ayaklarına yürek yaprakları dolanmış, çenesini kavrayan elden kurtulmak isteyen resimdeki kadından dikkatini otel müdürüne verdi. Gelen o olmalıydı. “Ayakta kaldınız, lütfen oturun” dedi müdür, “ta nerelerden…Hemen kahve söyle kızım.” İsmiyle hitap ettiği beyefendi sade içerdi, “yenge hanım siz?” Ardında pahalı parfüm kokuları bırakarak uzaklaşan yenge hanım da sade içiyordu. 

“O gün tam da orada, parkın bittiği köşede, ortasında süs havuzu olan çiçekli göbeğe varmadan, her zamanki gibi kırmızı ışıkta duracaktık. Son bir şans gibi. Otobüs yeşil ışığı beklerken, başımla parkı işaret edecek, kaçırdığı gözlerini aranacaktım. Belki elimi tutacak, belli belirsiz bir şeyler mırıldanacaktı. Geçen yaz parktaki festivalde, çimlerin üzerine oturmuş sevdiğimiz grubu beklerken birbirimize yazdığımız, defterimin ucundan kopardığım kağıt parçasıyla onu şaşırtacaktım. “Saklamışsın,” diyecekti. Birbirimize yazdığımız notlar arasından bunu seçmiştim. “Hiç Kimsenin Yağmurun bile böyle küçük elleri yoktur..” ikimizin de el yazısının birbirine karıştığı  Cummings’den yürüttüğümüz dizeleri cüzdanıma tekrar yerleştirirken birbirimizi ne kadar sevdiğimizi itiraf edecek, ağlayacağımızı sanan burunlarımızı çekerek uzun uzun gülecektik. Biz bunu hep yapardık ve ben emindim ki yine böyle olacaktı. Olmadı.”     

Çocuklar, kadının ucuna iliştiği üçlü koltuktan kalan boşluğu sırayla doldurdular. “Sanki başka yer kalmamış gibi…” Ellerindeki aletlerden çıkan metalik ses dayanılır gibi değildi. Müdürün internette gördükleri odayla ilgili söylediklerini duyamıyordu artık. Dik dik baktı çocuklara, kaşlarını çattı, işaret parmağını dudaklarına götürürken dakikalardır aynı sayfasına baktığı kitabı gösterdi. Ne yaptıysa kar etmedi, biri diğerinin aynısı, biri pembesi, öbürü mavisi iki velet, iplemediler kadını. 

Kız sayı yaptıkça sırtına kadar uzanan sarı saçları da onunla beraber zıplıyor ya da kaçan sayıyı ayaklarıyla tutacakmış gibi kilimin saçaklarını eziyordu. Oğlan baş parmaklarıyla ekranda patlayan, kaçışan renkleri hırsla kovalarken kız onu durmadan azarlayıp, kafasını karıştırıyor. “Sen,” diyor “daha iki level  bile geçemedin.” Hızını alamıyor, yaydığı minik ağzıyla sekizinci levelda olduğunu ekliyor böbürlenerek. İkisinin de çenelerinin ucuna konmuş, küçük bir gül goncası misali gamzeleri var, tıpkı babaları gibi. 

“İşaret parmağını çenesine, gamzesinin tam ortasına koyduğunda gönlümü almaya çalıştığını bilirdim, “çok pis düşünüyorum,” derdi gözlüğünün üstünden bakarak. Uzun etmez, hemen barışırdık.” 

Oğlan orta parmağıyla gözlüğünü düzeltirken neredeyse topu kaçırıyordu ama yakalamıştı işte, son iki balon kalmıştı, onlar da patlarsa tamamdı. Aksi gibi tam o sırada burnu aktı, kimse yokken yaptığı gibi burnunu yanlışlıkla kolunun yenine sildi. Sümük direndi, bir ucu geldiği yere tutundu, diğeri kazağın koluna. Bir an oğlanın minik, soluk beyaz burnuyla kolu arasından sızan gümüşi bir ışık parladı. 

Tünelin ucunda mesnetsiz bir müjde gibi bekleyen, varlığı dahi şaibeli bu ışık, yuvarlanarak kadının ayakları ucuna kıvrıldı. 

Kuşkusuz en iyi versiyonu olmasa da kadın, bu karşılaşmanın defalarca kurduğu hayali provalarından biliyordu. Gittikçe kuvvetlenen bu gümüş rengi ışık onun istediği her şekle girebilirdi. İçerden katlanarak büyüyen, dört ayağı üstünde durmaya çalışırken bacakları titreyen bu tuhaf pırıltı, teslim aldığı görevin idrakine henüz varmış gibi kavisli sırtını bir yay gibi gerdi ve ince belinin üzerine doğruldu. İri kara gözleri ondan beklenmedik, muzip bir iç ses gibi parladı ve kadın kaldığı sayfaya aldırmadan elindeki kitabı koltuğa bıraktı. Dizlerine kadar uzanan çizmelerinin üzerinde doğruldu. Şimdi boyu nerdeyse iki kat daha uzamıştı. Ardında bıraktığı çocuklar birbirlerine sokulmuş, gözlerini bu tüy yumağından alamıyorlardı. Kadın ona uzatılan yuvarlak ve ışıltılı eli tutarken ayağa kalktı ve uzun kuyruğunu havada bir soru işareti gibi tutarak kapıya doğru sanki bir sahnedeymiş gibi yürüdü. Öne attığı adımları sakin ve kararlıydı. Lobide çıt çıkmıyor, herkes pür dikkat onlara bakıyordu. Düzenli bir kalp atışı gibi tıkırdayan siyah rugan çizmelerin topuk sesleri dinleyenleri hipnotize etmişçesine kimseden çıt çıkmadı. 

Arabanın bagaj kapısı gürültüyle kapandığı sırada çocuklar hala korkudan ve şaşkınlıktan kaçacak delik arayan, adını oracıkta duman koydukları kedi yavrusuyla oynuyor, onu eve götürebilmek için annelerine yalvarıyorlardı. “İyi iş çıkardın,” dedi kadın, delikanlının uzattığı anahtarı alırken, “çocuklar kediye bayıldı.”  Üniversiteli çocuk kadının bıraktığı ağzına kadar kitapla dolu mağaza poşetiyle araba gözden kayboluncaya kadar arkasından el salladı.

Araba yuvarlak kayaları arkasında bırakmış, engebeli yolda sarsılarak ilerlerken kadın çevredeki manzaranın ne kadar güzel olduğunu görerek şaşırdı. Uzaktan köy evlerinin kırmızı çatıları göründü. Gelirken de aynı yolu kullanmış, kestane ağaçlarını, bir istiridye gibi açılmış dikenli kesenin içinde parlayan meyvelerini fark etmemişti. Yolun iki yanında beyaza boyanmış çitler, arkasında da sebzelerle dolup taşan tarlalar vardı. Dalları toprak yolun üstünde birleşen yüksek ağaçların altından geçerken yavaşladı kadın, önünde saman balyalarıyla yüklü bir römork sallanarak ilerliyor, her kasiste ince sarı çöpleri tüy gibi uçuşuyordu. Dallar güneş ışığını tamamen kestiğinde arka koltuktan patlayarak yanan, sonra bir yıldız gibi kayan ışıltılar yükselmeye başladı. “Game Over” yazılı şeylerin biri mavi, diğeri pembe kılıflıydı. Camı açtı ve ciğerlerini ilk defa temiz havayla doldurur gibi derin bir nefes aldı kadın, dudaklarının kenarına ince, beyaz bir papatya yerleşti. 

Yelda ugan S.

İstanbul, Beşiktaş

19/01/22

Sen Sevince Ben de Severdim

Vapur iskeleye yaklaşırken biraz ağırdan aldım. Kalbim deli gibi çarpıyordu, sanki beni karşılamaya gelmiş, iskelede bekliyordun, birazdan el sallayacaktık birbirimize. Yemyeşildi ada, güneş beyaz badanalı ahşap evlerin yüzüne vurmuş, dantelli çıkıntılarına yerleşmişti. Kırmızı kiremitlerin üstünden martılar uçuyor, mis gibi deniz kokuyordu.

Kusana kadar şiir okuyor, zor ağlıyor, kolay gülüyorduk.

“Kadınlar müzenin önüne, beyaz ferforje kapının verevine kurulu meydan pazarından, ağır filelerini, mevsimine göre belki yarısı reçellik, yarısı likörlük kızılcık yüklü pazar arabalarını dik yokuşa sürmeden önce, tarihi pastanenin duldasında, yaban güllerinin altında soluklanırlar…”    

Ayraç olarak kullandığım baş parmağım dizimdeki kitabın arasındayken uzaklara daldım. Adalar yekpare tepeler gibi birbiri ardına sanki denize kıyıları yokmuş, arkaları sonsuz bir kara parçasıymış gibi ufukta dizildiler.

Laf dönüp dolaşıp sana geldi, “yok, görüşemiyoruz,” dedim. Uzaklar, yoğun iş hayatı filan. İkna olmadı, sımsıkı kapattığı dudaklarıyla başını yana yatırdı ve gülümsedi. Bu sefer yalan söyledim, “hocayla evlendiğini biliyorum,” dedim. Adada oturuyormuşsun, geçen yaz bir konserde karşılaşmışsınız, birbirinizi gördüğünüze o kadar sevinmişsiniz ki, ada şu sivrisineklerin, hani Afrika’dan gelenlerin istilasına uğramasaymış, onu dünyada bırakmazmışsın, çok özlemişsin. Ama gel gör ki uyutmuyormuş meretler. “Uğra bana,” dedi arkamdan, bir ilaç firmasının adını söyledi, “oradayım, bir öğlen yemek yeriz.”

Kat yerlerinden incelmiş kağıdı bilmem kaçıncı kere yavaşça açtım. “Neden olmasın, tabi ki, evet,” dedim yemekten sonra, kahve içecek zamanım da vardı, elbette. Yirmi küsürüncü kata, ofisine çıktık. Denizdeki küçük kara lekelere bakıp lafı hiç uzatmadan “Adı ne demiştin” diye sordum, “yerleştiği adanın?” masasından yürüttüğüm antetli kağıda hızlıca yazdım. İkinci iskelede inecektim. Gişedeki kadın sabırla, “kaçırırsan,” dedi, “tersten gelen vapura biner, ilk iskelede inersin.” 

Hali hazırda sırt çantama iki çift eşofman, birkaç tişört ve spor ayakkabılar tıkıştırmak yerine, çek çekli bavulumu fularla doldurdum. Basenden büzgülü, şal desenli eteğimi de aldım. En fiyakalı uzun elbisemi, delikli triko hırkamı da. Ne kadar adalı gibi görünürsem belki o kadar iyi karşılanırdım. Bir de turuncu şeritli mor, volanlı bir şapka.

“Eski patikalardan geçecek kadar,” demedim telefonda, “bir hafta kadar” dedim. Bir hafta kalacaktım. Vapur Kadıköy’den ayrılır ayrılmaz daha Moda Burnu şuracıktayken esmeye başladı. İliklerime kadar ürperdim. Alt kattaki salona indim. Kahverengi koltuklardan en dipte olanı gözüme kestirdim. En az yirmi kişilik bir öğrenci grubu da benimle beraber salona girdi. Onlara arkamı döndüm. Düşüncelerimin dışında bana eşlik edecek yol arkadaşları istemiyordum, korkarım her ses gibi onlarınki de huzursuz ruhumda gök gürültülü fırtına etkisi yaratacaktı. Uzun deri koltuğun pencere kenarına adeta yapıştım.

Birbirimize bakarak tutkulu ve dik kafalı olmayı taklit ediyor, yetişkinleri kusurlu buluyorduk. Kusana kadar şiir okuyor, zor ağlıyor, kolay gülüyorduk, neşemiz bizi dışarıya karşı bir kalkan gibi koruyordu. Evcimen olmaya meyilliydik, kalmayı seven. Ama gençtik ve telaş içindeydik, kış güneşinin altında parladığını sandığımız ve kendimize dahi itiraf etmediğimiz o “yer” uzakta ve sisler içindeydi, gönlümüzü kaptırdığımız belli belirsiz bir gölge.  

Bu büyük lafları eğer bir çırpıda söyleyebilirsem boğazımda filan düğümlenmeden, göz göze gelir gelmez İkimiz de ileri doğru püskürür gibi gülmekten kırılacak ve gülüşümüz çekilmeden daha yüzümüzden, “affet beni” diyecektim sana. Sen, incinmiş arkadaş suratı takınmayı bile bana çok görecek, soruma soruyla cevap vereceksin, “niye ki?” Sanki önemsiz bir şeymiş, hafızanda belli belirsiz bir iz bulmuş gibi yüzün buruşacak. Çay koymak ya da kapıyı tırmalayan kediyi dışarı çıkarmak için kalktığını hatırlayacak, terliğini aranacaksın. Hala vücudunun şeklini koruyan koltuğuna döndüğünde sessizliği bozan yine ilk ben olacağım.

Gece gündüz ondan bahsetmek istiyorduk, uzun ince parmaklarından, konuşan ellerinden. Bakışları nasıl da hülyalıydı, kelimeleri telaşsız, tane tane, sesi kadife gibi. Diğer hocalara benzemeyen, “birbirine yabancı olmayan elementler” in dünyasındandı o. Hatta dalgın, aksak yürüyüşüne bile hayrandık. Derslerini hiç kaçırmıyorduk, o gün kim nöbetçiyse daha erken kalkıyor, diğerleri yurtta tabldot kahvaltılarını yaparken ön sırayı tutmak için yola koyulurdu. Bu aylarca böyle devam etti ve hiçbir şey olmadı. Koca kışın ardından bahar geldi. Etrafında üst sınıfların da takıldığı İğde ağacının dallarına hayat yürüdü, bebek elleri gibi içe kıvrık yaprakları yemyeşil oldu. Nihayet yemekhanenin önündeki manolyalar çiçek açtı. Sonra kızlar tek tek gittiler. Kendilerine şefkatle bakan, sahici ve nazik sevgililer buldular. Yeni asistan artık kimsenin umurunda değildi, senden ve benden başka. 

Hoca notlarını çantasına rastgele tıkıştırdığında, daha dersin bitmesine epey vardı. “İnsanların ekosisteme baskısı” dedi, sıraların arasından geçerken ve bu konuda bir şeyler yapmamızı istedi, şu ekosistem konusunda. Fakat hocanın sesi sınıfın uğultusuna karışarak açık pencereden hızla kayboldu. Gölün bu mevsimde yükselişi, yol kenarındaki akasya ağaçlarının etrafına turkuaz rengi belli belirsiz halkalar oluşturan kımıltısı gibi gitti hoca. 

Okaliptüs ağaçları geride kaldığında yolun sonuna geldiğimi fark ettim. Benzinliğin karşısındaydım, yurtlara giden yolun başında. Seni orda, duraktaki bankta ne kadar bekledim kim bilir. Homurdanarak gelen otobüslerin kırmızı suratlarını her gördüğümde ayağa kalktım, sabırsızlanıyordum. Tıslayarak önümde duran, dev bir akordiona benzeyen, körüklü gövdeleri öne arkaya yaylanarak beni toza toprağa bulayan, seni otogardan getirecek her otobüse baktım. Nihayet seni gördüğümde o gün okulda ne olup bittiğini annesine daha kapıdan girmeden anlatan küçük bir kız çocuğu gibi, kıvırcık saçlarını zapt edemeyen şifon bağına, boynundan çapraz geçirdiğin bez çantana, haki pantolonunun koca ceplerine, ucunda kadın işaretleri sallanan küpelerine ne var ne yok boca ettim, sandaletlerine kadar. 

“Beni görünce sevindi,” dedim. Oysa kapıdan gözünü alamamıştı. Sanki birini daha bekliyordu. “Beklediği sendin,” diyecektim demedim, orayı sona bıraktım. “Sadece ikimiz vardık, o ve ben,” diye devam ettim.” Ona yardım edip edemeyeceğimi sordu. Mermer kaplamalı masanın önünde eğildi ve en alt çekmeceden çıkardığı iki adet A4 kağıdı kırmızı bir kalemle yukardan aşağıya indirdiği dik bir çizgiyle ikiye böldü. Tek gözünü dayadığı mikroskoptan ayrılmadan söylediği rakamları en güzel yazımla alt alta sıraladım. Arada bir tek ayağının üstüne ağırlığını veriyor, istediği tüpleri renklerine göre camlı dolaplardan ona getiriyordum. İki saat kadar bu böyle sürdü. Sürekli seni düşünüyor, geçen her dakikayı zihnimde sana aktarıyordum. Bir çift siyah inci gibi, gömleğimin içinden sütyenim görününceye kadar eğiliyor, onun benden tarafa bakmasını bekliyordum. Sen buna ne derdin acaba? Nihayet kafasını kaldırdığında, alt dudağımı içime alarak davetkar bir bakışla gülümsedim ona. Kapıyı kapatmasını ve kalın siyah perdeleri çekmesini bekledim evet.” 

Hayır hayır! Böyle olmadı yani sana anlattığım gibi olmadı. Ne kapıyı kapattı ne de perdeleri çekti. “Geç oldu,” dedi, “benim biraz daha çalışmam gerekiyor, ana kapı kapanmadan gitmelisin.” Bundan daha fazlası olmalıydı, gitmeye niyetim olmadığını göstermek için masaya yaslandım. Pencereden içeri sızan çiçek kokularını fark ediyor muydu? Havalar ısındığı zaman o da dersleri kırmak ister miydi? “Öğrenciyken yani.” Geçen hafta yaptığımız gibi göl kenarında bir daha ne zaman ders anlatacaktık? Anlaşılan olmayacaktı, o yavru kedi bakışını bilirsin, çok işi varmış. Vazgeçtim. Oysa üst ranzaya, şehrin ışıklarının alacalı bulacalı renklerini o daracık aralığından seçmeye çalıştığımız pencereye karşı uzandığımız gecelerde anlatacak daha çok şeyim olsun isterdim. Koridorun sonuna kadar beni geçirdiği için ona teşekkür ettim ve boş merdivenlerden koşarak indim. “Saatlerce öpüştük” diye anlattığım gün böyle bitti işte!”   

Vapur iskeleye yaklaşırken biraz ağırdan aldım. Kalbim deli gibi çarpıyordu, sanki beni sen karşılayacaktın. Yemyeşildi ada, güneş beyaz badanalı ahşap evlerin yüzüne vurmuş, dantelli çıkıntılarına yerleşmişti. Kırmızı kiremitlerin üstünden martılar uçuyor, mis gibi deniz kokuyordu. Vapurun merdivenlerine varmadan bavulumun kulpu gömüldüğü yerden inatla çıkmak istemedi, yolu tıkamamak için yana çekildim. İttim, bastırdım, sağa sola çekiştirdim ama nafile. Çaresiz uzun kenarındaki kulpla idare edecektim. Gruptan iki erkek öğrenci gülümseyerek aldılar elimden bavulu, tek kelime etmediler. Ne teşekkür ettiğimde ne de soru sorduğumda cevap vermediler. Sadece gülümsediler. Çocuklar arkadaşlarına yetiştiğinde öğretmen herkesin toplandığına emin oldu, onun her hareketini dikkatle okuyan onlarca çift göz öğretmenin maharetle kullandığı elleriyle saatini, iskeleyi ve birazdan tırmanacakları yokuşu hayatta kalmalarının tek şartıymış gibi gözleriyle dinlediler.   

Orada burada güneşlenen adalı birkaç kedi dışında varlığımı kimse umursamadı, onların da bir bakıştan ibaret ilgileri uzun sürmedi. Beyaz badanası yer yer aşınmış ahşap bir bina olan otelim iskeleye çok yakın. Güçlükle taşıdığım bavulumu daha kapıdan girer girmez elimden alan gençten bir çocuk iki hamleyle kulpu gömüldüğü yerden çıkardı. Daha ben teşekkür etmeye, bavulun vapurda çıkardığı rezaleti anlatmaya fırsat bulamadan kahramanım bankonun arkasından geçti ve odamın anahtarını uzattı. 

Yılın bu aylarında otel sakin olurmuş denize mi bakmayı tercih edermişim, ormana mı? “Deniz,” dedim. Gelen giden yolcuları izler, oyalanırdım biraz, düşüncelerim dağılırdı, bana eşlik etmelerini istemiyordum artık. Hatta buraya neden geldiğimi unutturan her şeye büyük bir ilgiyle yaklaşıyor hafifliyordum bile. Karşımda bir sonraki adanın uzun oturmuş zümrüt yeşili endamı, ufukta koyulaşan denizin dingin mavisi, batan güneşin vapur camlarına bıraktığı sarı ışık. Çocuklar iskeleye yine gittikleri gibi grup halinde döndüler, sağ salim tam sayı gelmiş olmalılar ki öğretmen, bir banka oturmuş, etrafındakilere kolaylıkla kullandığı elleriyle kesintisiz, ara vermeden anlatıyor. Pür dikkat gözleriyle dinliyor öğrenciler onu, hepsi gömlek ya da tişörtle kalmış, ince, baharlık montlarını bellerine sarmışlar. Güneşten kızarmış yanaklarından, parlayan gözlerinden neşe akıyor. Resepsiyonu arayıp bir bira söyledim. “Buz gibi olsun lütfen!”  

Ancak evcil hayvanların gidebileceği kadar uzağa gittim. Kızıl çamlardan, kiliseden, Marta’nın evinden, İstanbul’un grisinden izler bıraktım kendime, mimozaların sarı hayallerine kapıldım. Rastladığım her kadına, (biz yaşlarda olsun olmasın) dönüp bir daha baktım. O gün sen giderken kıpırdayacak mecalim kalmadı. Dermansız suçluluk duyguları içinde kıvranıyordum, eve gitmek istiyordum, dünden önceki eve.

Adaya gelişimin dördüncü günüydü. O tuhaf ve yapışkan huzursuzluğum yavaş yavaş aralandı, iyi gelmişti ada bana, hafifliyordum. Tarihi pastaneye kadar yürüdüm. Dün geceki yağmurdan kalan kokuyu çektim içime, taze toprak kokusunu. Dışardaki masalardan birine oturdum. Pötükare masa örtüsünün ucuna yarısını kemirdiğim kurabiyeyi iliştirdim ve göz ucuyla onu kollamaya başladım. Etrafı sanki kırmızı bir kalemle çizilmiş gözlerini benden ayırmadan, kurabiyeyi tek hamlede kapan martı iskeleye doğru uçtu. Rezerve yazılı metal tableti masadan kaldıran ve sandalyesini çeken beyaz önlüklü garsona, sanki şu an en çok ihtiyacı olan şey birisinin onu, onun yerine düşünmesiymiş gibi, minnetle, İnsana güven veren o nezaketiyle gülümsedi. Saçları seyrelmiş, yaşlanmış biraz. Sürekli başı önde, çantasından tomar halinde bir deste buruşuk kağıt çıkardı ve okuduğu her neyse ondan başka bir şeyle ilgilenmedi. Kumral sakallarına kır düşmüş, biraz göbeklenmiş sanki. Arada bir sırtıyla havaya kaldırdığı gözlüğünün altından işaret parmağıyla gözlerini ovuyor, sonra tekrar okumaya devam ediyordu. Garsonun övgüler dizerek getirdiği kahvesinden büyükçe bir yudum aldı ve yüz kasları gevşedi. Geceleri kaçıncı kitabını yazıyordur kim bilir. Yağ yeşili bir hırka var üzerinde, senin sevdiğin gibi, kadife pantolonunun dizlerini şöyle bir çekiştirip bacak bacak üstüne attı.

Vapurun ikinci kez çalan düdüğünün ardından telaşla kalktı, iskeleye doğru koşar adım uzaklaştı. O zaman da yüreğimi hoplatmazdı, öyle heyecandan deliye filan dönmezdim onu görünce ama derslerini dinlemeyi severdim. Herhangi bir yerde herhangi bir şekilde karşılaşmış olsaydık gider elini sıkar ona öğrettiği her şey için teşekkür ederdim. Sen sevince ben de severdim, sen neyi beğenirse ben de onu beğenirdim, ödüm kopardı uzağına düşmekten. Kendimden beklediğim senin gibi olmaktı. Seni kampüs durağında beklediğim o sabah, yüzündeki “anlatacaklarım var” gülüşünü kaçırdığım günden beri arıyorum. Yaşlı garsonun sesiyle irkildim. “Hayır,” dedim, teşekkür ederek. Şimdilik bir şey istemiyordum. Göğüs cebinden çıkardığı ikiye katlanmış zarfı uzatırken, “hocam bıraktı,” dedi. “Sizin için.” Bir de kahve ısmarlamış bana, senin sevdiğin gibi az şekerli. Üniversite antetli bir zarf. Kalbim boğazıma kadar dayandı, bir hamle daha yapacak, çıkacak yer arıyordu yana yakıla. Gözlerime aynı anda yüzlerce iğne battı, ellerimi zapt edemiyordum.

Garsonun dediği gibi ahşap konaktan sağa döndüm. Aynı anda tek kaşı havada, kelek kavunları koklarken turşuluk biberi soran kadınlar hep bir ağızdan Yalova’lı esnafa fiyat kırdırana kadar pazarlık ediyorlar. Çocuklar oflaya puflaya annelerinin ardından pazar arabalarını sürüyor, yazdan kalma rengarenk elbiseler bedava, yok böyle fiyat, son kalanlar bunlar. Konservelik domates alınacak daha, kurutmalık bamya, oğlan mücver sever, kız kereviz, bey kızartma. Elimde kat yerlerinden açık, “seni bekliyor” yazılı kağıtla, tahta tezgahların arasından kendime yol arandım. Gagası pembe lekeli martı, bahçesinden mimozalar sarkan eve doğru uçtu.

25/12/21, Bitez

Yelda Ugan S.   

 

Yangın

Merdivenleri hışımla çıktı kadın, ona neyin iyi geleceğini gayet iyi biliyordu.

O bir bıcır

O gece ikisi de erken yattılar, saat on bile olmamıştı daha. Alışık olmadıklarından olacak, uyuyamadılar hemen, bir o yana bir bu yana dönüp durdular. “Çernobil gibi mi?” diye sordu kadın, “alevler santralin etrafını sarmış,” diyen kocasına. Sorar sormaz da pişman oldu, konuyu değiştirmek için “masken,” dedi “her seferinde at, yenisini tak.” Bu saatte kötü şeylerden konuşulmaz. Hayra alamet değil gece gece yangın filan. Hakkında konuşursa eğer, sesi rüzgara karışacaktı kadının, bir ağaç, sonra bir ağaç daha, dağlara taşlara. En iyisi beklemek. Sessizlik tefekkürün ilk şartıdır. Uçağa binerken, taksi beklerken, takside, yemek yerken yani o zaman çenenin altını değil de burnunu kapat” dedi maskenle, itiraz etmesine ramak kala adamın, “yemek yerken de mi” diyecek, adı gibi biliyor kadın. Oracıkta uyduruverdi “burnuna,” diye. “Odaya girer girmez pencereleri aç, resepsiyonda dahi çıkarma, en iyisiymiş bunlar.” Hatta eczacı hanım yangın yerine mi göndereceksiniz diye sorunca yanmaz kumaştan yapıldığını sanmış ama öyle bir özelliği yokmuş, oksijeni süzerek alıyorlarmış da o da ondan öyle söylemiş. 

Yüzünü kapıya döndü adam, “hayır o öyle değil” dedi homurdanarak, en rahat pozisyonu alıncaya kadar yastığını çekiştirdi, bacaklarını karnına çekti, bir türlü vücudunun şeklini almayan yatakla kavga etti durdu. Yok o öyle değil(miş) dedi kadın içinden. O da ona arkasını döndü. Omuzlarına kadar çektiği çarşaftan ayaklarını dışarı çıkardı. “İyi geceler” demekle yetindi. “Çernobil nükleer santraldi” derken adam karısından tarafa döndü, sağ eli şimdi çarşafın üzerinden kadının sırtında geziniyor. “Bu termik,” dedi sevecen bir sesle. Kadın ona, kocasından tarafa dönmek istediyse de kolunun altında kalan, sıkışıp ona engel olan çarşaftan kurtulamadı, bir hışım beline kadar sıyırdı oflayarak. Kocası kadının kendisine poyrazlandığını sandı da yüzünü kapıya döndü tekrar. Döner dönmez de havayı kesik kesik dışarı, sonra kısa nefeslerle içeri almaya başladı. Uykunun ona sunduğu cömertliğe imrenerek “sana da iyi geceler,” dedi kadın. Ne de olsa insan söylemedikleri kadardı. 

Bu sefer çarşafla didişmemek için daha sakin bir dönüş yaptı. Bir türlü gelmek bilmeyen uyku kapısına dayanmadan evvel zihnine üşüşenlere kulak asmadı, ta ki tepesinde dönen tavan pervanesi koparsa muhtemel yatakla balkona açılan cam kapının önüne düşer diye kendini ikna edinceye kadar sağa sola ve sırt üstü olmak üzere sayısız kereler pozisyon değiştirdi. 

Rüyasında (rüyaydı rüya olmasına ama ona kalırsa hiç uyumamıştı) gökten kozalak yağdığını gördü. Yanık kül rengi, mangalda yanan kömürler gibi kora çalan ve kat yerleri henüz açılmamış yeşil, reçine kokulu, çam sakızlı kozalaklar. Sitenin boş havuzuna gök taşı gibi tek tek düştüler. İçlerinden bazıları havuzu tutturamadı, sekerek limon servilerin arasında kayboldu. Belli belirsiz, sanki radyodan geliyormuş gibi cızırtılı bir sesin peşinden gitti kadın, odaları dolaştı, ortasından kirli, paslı bir bacanın geçtiği banyo çok sıcaktı, çıplak ayakları yanıyor, onları soğutacak beton zeminde bir boşluk arıyordu ki karanlıkta bahçeye bakan pencerede gördüğü karaltı “kimyasal değil,” bunlar dedi fısıltıyla. Korkuyla bağırmak istedi ama sesi çıkmadı kadının. Kedinin sinekliği tırmalayan sesine uyandılar. İkisi de hayvanın mama kabını akşamdan doldurmayı unutmuşlardı, beş dakika sonra alarm çaldı. 

Adeti olmadığı üzere rüyalarını anlatmaktan pek haz etmese de sabah “kabus mu gördün yine?” diye soran kocasına hevesle anlatmaya başladı.  Bölük pörçük kelimeler, gerçeklik algısını zorlayan benzetmeler, zaman ve mekan arasına kurulan tüm bu komik hatta absürd saydığı şeyler kendine kahve hazırlayan adamın ilgisini dağıttı. Kocası, “kimmiş peki penceredeki, görebildin mi diye sormasa da kadın dolaptan yumurtaları çıkarırken “Hasan beymiş” meğer dedi gülerek, “Hasan bey dedim ya canım işte, site görevlisi.”    

Kadının kocası o sabah ilk uçakla başkente gidecek. Neredeyse altı aydır bu seyahat için hazırlanıyor. O ve arkadaşları sunacakları yeni şeyi yetkililere elden bizzat kendileri verecekler. Büyük kırmızı kapıya vardıklarında, içinde hazırladıkları modelin bulunduğu A4 büyüklüğündeki sarı zarfı, üzerinde kalın siyah puntolarla gözbağı yazan kutuya bırakacaklar. Model’i kadın uydurdu, “şey” demekten daha iyidir diye. Onlar öyle demiyorlar “önerge veyahut yönerge” gibi bir şey diyorlar. Arkadaşlarıyla konuşurken kocasını can kulağıyla dinliyor kadın, ama yine de tutamıyor onları, en küçük bir esintide karahindiba tüyleri gibi dört bir yana savruluyorlar. “Baskı,” diyorlar, ayrımcılık, tüzük, kurul, metalaştırma, iltica. Ve yetmezmiş gibi durmadan, sabah akşam tespih çeker gibi bıkmadan usanmadan tekrar ediyorlar aynı şeyleri. Söyledikçe dillerinden kalplerine giden yollar daralıyor, gönül gözleri kapanıyor yavaş yavaş. Onlar kızgın, onlar öfkeli, birbirlerine bile tahammülleri yok. Yaşam alanı tahrip edilenler, siyasetler üstü, sosyal güvenlik, kolektif haklar, toplumsal cinsiyet, iklim sorunu. 

Belki de bu yüzden, kırmızı kapının arkasındakiler, yanmaz-beyaz eldivenli, siyah fraklı uşaklarının getirdiği tanıdık şeyi aldıkları her seferinde olduğu gibi bu sefer de “kusura bakmayın ama şimdi olmaz!” diyecekler, ya da “durumunuzu dikkatle inceliyoruz, en iyisi siz bugün gidin, yarın gelin!” Kadın onların kapı deliğinden bakıp yine yüzlerini buruşturduklarını görür gibi, zihninde canlandırdığı sahnede o da onlarla beraber yüzünü buruşturuyor. Adam “bu sefer olacak,” diyor, kadının aklına eski bir şarkının sözleri takılıyor.  “Oldu olacak söyle, aklım fikrim yalnız, yalnız sende…” Üstünde sarı zarfın durduğu masanın etrafında toplanacak, biyoloji ödevi için iki hafta boyunca küçük ellerin her sabah suladığı pamuklara sarılı, baş vermiş fasulye filizlerine bakar gibi bakacak, onların neşesine dudak bükecekler, o büyük adamlar. Pantolonları diz verdiği için canları sıkılacak, otur kalk. Kravatları sabit eksenlerinde sarkaç gibi bir o yana bir bu yana sallandıkça yarattıkları sahipsiz hava akımı, her açılıp kapandığında çekmecelere girip çıkacak. Gürültüyle boğazlarını temizleyecekler. “Hayır!” diyecek en uzunları, diğerleri de yüksek sesle onu taklit edecek, “hayır!”  “Kesinlikle olmaz!” diyecek “kesinlikle olmaz” diyecekler. “Asla, katiyen…ispat etsinler o zaman!” “Asla, katiyen…ispat etsinler o zaman.”  “Mümkün değil.”

“Onların işi bu,” diyor adam “yapmaları gerekiyor, o yüzden orda oturuyorlar” ve yine başlıyor, kaynaklar, adalet, vergi, eğitim, sağlık, kültürel değerler, dünya mirası filan. Bir sürü yorgun kelime yine yan yana. Belli belirsiz bir şey ifade ediyormuş gibi. Konuşamasa da anlıyor kadın ama böyle arka arkaya olunca ipin ucu kaçıveriyor. O da, hayali bir ipe “yok artık, daha neler, koskoca şey,” leri asıyor. Hiçbir yere varmayan kürek boşa mı dese, yoksa akıntıya mı dese bilemiyor.  

Sımsıkı sarıldılar birbirlerine, İyi yolculuklar diledi kadın kocasına, gidince aramasını filan söyledi, ilaçlarını hatırlattı, silindir metal kutudan sabah akşam günde iki kere, vitamin kahvaltıdan sonra. Her sabah okula gönderdiği bir okul yolcusu gibi kapıya kadar geçirdi adamı, yaşlı bir öğrenci gibiydi kocası. Ağır sırt çantası alaca karanlıkta gözden kayboluncaya kadar arkasından baktı. Beyaz spor ayakkabıları daha şimdiden, birkaç adım atar atmaz griye çaldı, havalanan küller ayaklarının altında iz bıraktı. Dışarısı is kokuyordu, dışarısı duman altı. Göğe kadar uzanan koca fırın, sabahın bu saatinde bile fön makinası gibi çalışıp sıcak üflese de canı eve girmek istemedi kadının. Bahçede gezindi biraz, ağaçlar süzülmüş, onca kaybın yasını tutuyorlar, solgun, başları önde, endişeyle ayak uçlarına bakıyorlar. “Hadi ama” dedi onlara, olur böyle şeyler, doğa bu, ne sandınız ki yeniler o kendini. Gözlerine milyon tane toplu iğne battı kadının, boğazı düğümlendi, “hadi ama” dedi bu sefer kendi kendine, “ne oluyor şimdi sana durup dururken.” 

Merdivenleri hışımla çıktı kadın, ona neyin iyi geleceğini gayet iyi biliyordu. Elinin tersiyle kirpiklerini kurularken yarısına kadar doldurduğu kovaya bir ölçü çamaşır suyu bir ölçü yer temizleyici ile karıştırdı, üzerinde bitkisel yazan plastik şişeleri az önce koyduğu yerden geri aldı, birer ölçü daha koydu köpürmeyen suya. Bu alengirli, organik şeylere heves etti edeli tadı tuzu kalmamıştı temizlik yapmanın. Bir de “bu ev hiç temizlik kokmuyor” demiyor mu kocası, iyice asabı bozuluyordu. Eskiden olsa, “ekolojik ürünler kullanıyorum da ondan,” derdi gururla. “Gücün yetiyorsa plastik üretimini durdur o zaman” diyen kocasına laf yetiştirmek istemiyordu artık.  

Evi dip köşe (az) köpüklü sularla sildi, yeşil fiber optik nemli bezi sehpaların, kapıların, mutfak tezgahının, cam kenarlarının, kolçakların üzerinde gezdirdi. Yıkıcı arzulardan başladı, ne kadar manasız dilek, güzel olmayan istek varsa, bugün git yarın gel’ler, oldu olacaklar, eli kulağındalar, durumunuzu dikkatle inceliyoruz’larla beraber, bu sonu gelmez ertelemeleri, burun kıvırmaları, kibirli göz süzmeleri, çürümüş anılarla dolu evin ağır havasını da battal boy çöp poşetine, etrafa saçılmış ne kadar “olmayacak” “yok artık” “daha neler” “koskoca şey” varsa toplayıp ağzını sıkıca kapattı. Hala “oldu olacak…” diyen şarkıcı kadının sesini kıstı. Neşeli bir şeyler mırıldanmak istedi ama dilinin ucuna gelenler hep hüzünlü aşk şarkılarıydı, kavuşamayanların, karşılıksız sevenlerin, severken ayrılanların filan. Sıra kocasınınkilere geldiğinde ıslak bezi kovaya bıraktı. Yere çömelip teker teker topladı onları, atmaya kıyamadı. Her birinin tozunu alıp, emanetleri sehpanın üzerine yan yana dizdi. 

Televizyonun önünden, divanın altından, buzdolabının arkasından çıkardıklarını topladı. Ertesi gün atölyesine kapanıp rüyasını gördüğü kıvrımların heykelini yapan adamın, şampanya koyunu unutan, bir zeytin tanesini üç yudum rakıya meze yapan kadının hikayesini defterin arasına koydu. Gökyüzünden süzülen bulutlar gibi zaman akıp gitti, kapı çaldığında gün öğlen olmuştu.           

O gece ikisi de erken yattılar, saat on bile olmamıştı daha. Alışık olmadıklarından olacak, uyuyamadılar hemen, bir o yana bir bu yana dönüp durdular. “Çernobil gibi mi?” diye sordu kadın, “alevler santralin etrafını sarmış,” diyen kocasına. Sorar sormaz da pişman oldu, konuyu değiştirmek için “masken,” dedi “her seferinde at, yenisini tak.” Bu saatte kötü şeylerden konuşulmaz. Hayra alamet değil gece gece yangın filan. Hakkında konuşulursa eğer, sesi rüzgara karışacaktı kadının, bir ağaç, sonra bir ağaç daha, dağlara taşlara. En iyisi beklemek. Sessizlik tefekkürün ilk şartıdır. Uçağa binerken, taksi beklerken, takside, yemek yerken yani o zaman çenenin altını değil de burnunu kapat” dedi maskenle, itiraz etmesine ramak kala adamın, “yemek yerken de mi” diyecek, adı gibi biliyor kadın. Oracıkta uyduruverdi “burnuna,” diye. “Odaya girer girmez pencereleri aç, resepsiyonda dahi çıkarma, en iyisiymiş bunlar.” Hatta eczacı hanım yangın yerine mi göndereceksiniz diye sorunca yanmaz kumaştan yapıldığını sanmış ama öyle bir özelliği yokmuş, oksijeni süzerek alıyorlarmış da o da ondan öyle söylemiş. 

Yüzünü kapıya döndü adam, “hayır o öyle değil” dedi homurdanarak, en rahat pozisyonu alıncaya kadar yastığını çekiştirdi, bacaklarını karnına çekti, bir türlü vücudunun şeklini almayan yatakla kavga etti durdu. Yok o öyle değil(miş) dedi kadın içinden. O da ona arkasını döndü. Omuzlarına kadar çektiği çarşaftan ayaklarını dışarı çıkardı. “İyi geceler” demekle yetindi. “Çernobil nükleer santraldi” derken adam karısından tarafa döndü, sağ eli şimdi çarşafın üzerinden kadının sırtında geziniyor. “Bu termik,” dedi sevecen bir sesle. Kadın ona, kocasından tarafa dönmek istediyse de kolunun altında kalan, sıkışıp ona engel olan çarşaftan kurtulamadı, bir hışım beline kadar sıyırdı oflayarak. Kocası kadının kendisine poyrazlandığını sandı da yüzünü kapıya döndü tekrar. Döner dönmez de havayı kesik kesik dışarı, sonra kısa nefeslerle içeri almaya başladı. Uykunun ona sunduğu cömertliğe imrenerek “sana da iyi geceler,” dedi kadın. Ne de olsa insan söylemedikleri kadardı. 

Bu sefer çarşafla didişmemek için daha sakin bir dönüş yaptı. Bir türlü gelmek bilmeyen uyku kapısına dayanmadan evvel zihnine üşüşenlere kulak asmadı, ta ki tepesinde dönen tavan pervanesi koparsa muhtemel yatakla balkona açılan cam kapının önüne düşer diye kendini ikna edinceye kadar sağa sola ve sırt üstü olmak üzere sayısız kereler pozisyon değiştirdi. 

Rüyasında (rüyaydı rüya olmasına ama ona kalırsa hiç uyumamıştı) gökten kozalak yağdığını gördü. Yanık kül rengi, mangalda yanan kömürler gibi kora çalan ve kat yerleri henüz açılmamış yeşil, reçine kokulu, çam sakızlı kozalaklar. Sitenin boş havuzuna gök taşı gibi tek tek düştüler. İçlerinden bazıları havuzu tutturamadı, sekerek limon servilerin arasında kayboldu. Belli belirsiz, sanki radyodan geliyormuş gibi cızırtılı bir sesin peşinden gitti kadın, odaları dolaştı, ortasından kirli, paslı bir bacanın geçtiği banyo çok sıcaktı, çıplak ayakları yanıyor, onları soğutacak beton zeminde bir boşluk arıyordu ki karanlıkta bahçeye bakan pencerede gördüğü karaltı “kimyasal değil,” bunlar dedi fısıltıyla. Korkuyla bağırmak istedi ama sesi çıkmadı kadının. Kedinin sinekliği tırmalayan sesine uyandılar. İkisi de hayvanın mama kabını akşamdan doldurmayı unutmuşlardı, beş dakika sonra alarm çaldı. 

Adeti olmadığı üzere rüyalarını anlatmaktan pek haz etmese de sabah “kabus mu gördün yine?” diye soran kocasına hevesle anlatmaya başladı.  Bölük pörçük kelimeler, gerçeklik algısını zorlayan benzetmeler, zaman ve mekan arasına kurulan tüm bu komik hatta absürd saydığı şeyler kendine kahve hazırlayan adamın ilgisini dağıttı. Kocası, “kimmiş peki penceredeki, görebildin mi diye sormasa da kadın dolaptan yumurtaları çıkarırken “Hasan beymiş” meğer dedi gülerek, “Hasan bey dedim ya canım işte, site görevlisi.”    

Kadının kocası o sabah ilk uçakla başkente gidecek. Neredeyse altı aydır bu seyahat için hazırlanıyor. O ve arkadaşları sunacakları yeni şeyi yetkililere elden bizzat kendileri verecekler. Büyük kırmızı kapıya vardıklarında, içinde hazırladıkları modelin bulunduğu A4 büyüklüğündeki sarı zarfı, üzerinde kalın siyah puntolarla gözbağı yazan kutuya bırakacaklar. Model’i kadın uydurdu, “şey” demekten daha iyidir diye. Onlar öyle demiyorlar “önerge veyahut yönerge” gibi bir şey diyorlar. Arkadaşlarıyla konuşurken kocasını can kulağıyla dinliyor kadın, ama yine de tutamıyor onları, en küçük bir esintide karahindiba tüyleri gibi dört bir yana savruluyorlar. “Baskı,” diyorlar, ayrımcılık, tüzük, kurul, metalaştırma, iltica. Ve yetmezmiş gibi durmadan, sabah akşam tespih çeker gibi bıkmadan usanmadan tekrar ediyorlar aynı şeyleri. Söyledikçe dillerinden kalplerine giden yollar daralıyor, gönül gözleri kapanıyor yavaş yavaş. Onlar kızgın, onlar öfkeli, birbirlerine bile tahammülleri yok. Yaşam alanı tahrip edilenler, siyasetler üstü, sosyal güvenlik, kolektif haklar, toplumsal cinsiyet, iklim sorunu. 

Belki de bu yüzden, kırmızı kapının arkasındakiler, yanmaz-beyaz eldivenli, siyah fraklı uşaklarının getirdiği tanıdık şeyi aldıkları her seferinde olduğu gibi bu sefer de “kusura bakmayın ama şimdi olmaz!” diyecekler, ya da “durumunuzu dikkatle inceliyoruz, en iyisi siz bugün gidin, yarın gelin!” Kadın onların kapı deliğinden bakıp yine yüzlerini buruşturduklarını görür gibi, zihninde canlandırdığı sahnede o da onlarla beraber yüzünü buruşturuyor. Adam “bu sefer olacak,” diyor, kadının aklına eski bir şarkının sözleri takılıyor.  “Oldu olacak söyle, aklım fikrim yalnız, yalnız sende…” Üstünde sarı zarfın durduğu masanın etrafında toplanacak, biyoloji ödevi için iki hafta boyunca küçük ellerin her sabah suladığı pamuklara sarılı, baş vermiş fasulye filizlerine bakar gibi bakacak, onların neşesine dudak bükecekler, o büyük adamlar. Pantolonları diz verdiği için canları sıkılacak, otur kalk. Kravatları sabit eksenlerinde sarkaç gibi bir o yana bir bu yana sallandıkça yarattıkları sahipsiz hava akımı, her açılıp kapandığında çekmecelere girip çıkacak. Gürültüyle boğazlarını temizleyecekler. “Hayır!” diyecek en uzunları, diğerleri de yüksek sesle onu taklit edecek, “hayır!”  “Kesinlikle olmaz!” diyecek “kesinlikle olmaz” diyecekler. “Asla, katiyen…ispat etsinler o zaman!” “Asla, katiyen…ispat etsinler o zaman.”  “Mümkün değil.”

“Onların işi bu,” diyor adam “yapmaları gerekiyor, o yüzden orda oturuyorlar” ve yine başlıyor, kaynaklar, adalet, vergi, eğitim, sağlık, kültürel değerler, dünya mirası filan. Bir sürü yorgun kelime yine yan yana. Belli belirsiz bir şey ifade ediyormuş gibi. Konuşamasa da anlıyor kadın ama böyle arka arkaya olunca ipin ucu kaçıveriyor. O da, hayali bir ipe “yok artık, daha neler, koskoca şey,” leri asıyor. Hiçbir yere varmayan kürek boşa mı dese, yoksa akıntıya mı dese bilemiyor.  

Sımsıkı sarıldılar birbirlerine, İyi yolculuklar diledi kadın kocasına, gidince aramasını filan söyledi, ilaçlarını hatırlattı, silindir metal kutudan sabah akşam günde iki kere, vitamin kahvaltıdan sonra. Her sabah okula gönderdiği bir okul yolcusu gibi kapıya kadar geçirdi adamı, yaşlı bir öğrenci gibiydi kocası. Ağır sırt çantası alaca karanlıkta gözden kayboluncaya kadar arkasından baktı. Beyaz spor ayakkabıları daha şimdiden, birkaç adım atar atmaz griye çaldı, havalanan küller ayaklarının altında iz bıraktı. Dışarısı is kokuyordu, dışarısı duman altı. Göğe kadar uzanan koca fırın, sabahın bu saatinde bile fön makinası gibi çalışıp sıcak üflese de canı eve girmek istemedi kadının. Bahçede gezindi biraz, ağaçlar süzülmüş, onca kaybın yasını tutuyorlar, solgun, başları önde, endişeyle ayak uçlarına bakıyorlar. “Hadi ama” dedi onlara, olur böyle şeyler, doğa bu, ne sandınız ki yeniler o kendini. Gözlerine milyon tane toplu iğne battı kadının, boğazı düğümlendi, “hadi ama” dedi bu sefer kendi kendine, “ne oluyor şimdi sana durup dururken.” 

Merdivenleri hışımla çıktı kadın, ona neyin iyi geleceğini gayet iyi biliyordu. Elinin tersiyle kirpiklerini kurularken yarısına kadar doldurduğu kovaya bir ölçü çamaşır suyu bir ölçü yer temizleyici ile karıştırdı, üzerinde bitkisel yazan plastik şişeleri az önce koyduğu yerden geri aldı, birer ölçü daha koydu köpürmeyen suya. Bu alengirli, organik şeylere heves etti edeli tadı tuzu kalmamıştı temizlik yapmanın. Bir de “bu ev hiç temizlik kokmuyor” demiyor mu kocası, iyice asabı bozuluyordu. Eskiden olsa, “ekolojik ürünler kullanıyorum da ondan,” derdi gururla. “Gücün yetiyorsa plastik üretimini durdur o zaman” diyen kocasına laf yetiştirmek istemiyordu artık.  

Evi dip köşe (az) köpüklü sularla sildi, yeşil fiber optik nemli bezi sehpaların, kapıların, mutfak tezgahının, cam kenarlarının, kolçakların üzerinde gezdirdi. Yıkıcı arzulardan başladı, ne kadar manasız dilek, güzel olmayan istek varsa, bugün git yarın gel’ler, oldu olacaklar, eli kulağındalar, durumunuzu dikkatle inceliyoruz’larla beraber, bu sonu gelmez ertelemeleri, burun kıvırmaları, kibirli göz süzmeleri, çürümüş anılarla dolu evin ağır havasını da battal boy çöp poşetine, etrafa saçılmış ne kadar “olmayacak” “yok artık” “daha neler” “koskoca şey” varsa toplayıp ağzını sıkıca kapattı. Hala “oldu olacak…” diyen şarkıcı kadının sesini kıstı. Neşeli bir şeyler mırıldanmak istedi ama dilinin ucuna gelenler hep hüzünlü aşk şarkılarıydı, kavuşamayanların, karşılıksız sevenlerin, severken ayrılanların filan. Sıra kocasınınkilere geldiğinde ıslak bezi kovaya bıraktı. Yere çömelip teker teker topladı onları, atmaya kıyamadı. Her birinin tozunu alıp, emanetleri sehpanın üzerine yan yana dizdi. 

Televizyonun önünden, divanın altından, buzdolabının arkasından çıkardıklarını topladı. Ertesi gün atölyesine kapanıp rüyasını gördüğü kıvrımların heykelini yapan adamın, şampanya koyunu unutan, bir zeytin tanesini üç yudum rakıya meze yapan kadının hikayesini defterin arasına koydu. Gökyüzünden süzülen bulutlar gibi zaman akıp gitti, kapı çaldığında gün öğlen olmuştu.           

Yelda Ugan S.

29/09/21 Gayrettepe

Beyaz denizin kıyısında

Berlin’den döndüğü günün akşamıydı, İhsan almıştı onu havaalanından, halası televizyonun karşısında uyuya kalmış, parmaklarının ucuna basarak çıkmıştı evden. Babası artık adından bile emin değildi. Tenekecilere gittiler, onların masalarına gelip de kırmızı gül uzatan olmayınca, İhsan çağırmıştı kızı “gel hele” demişti.

Köy içinden

Lacivert kanvas pantolonun üzerine beyaz keten bir gömlek giydi. Ne resmi ne de samimi görünmek istiyordu. Ne çok özenmiş ne de önemsememiş olmak istemedi. Gömleğinin kollarını bileğinden ikiye katlarken aynadaki yansımasına baktı. Seyrelmiş saçlarına kır düşmüş, yanakları sarkmıştı. Gömleğinin ucunu havaya kaldıran göbeğini içine çekti, aynadaki aksine gülümsedi.

“Uzakta, belli belirsiz görünen kavisli tepelere kadar,” derdi halası, “güneşin doğduğu ufka kadar uzanan.” Sonra döner, arkasında bulanık bir turuncu gölge bırakan gün batımını gösterir, sen oraya gidecek, okuyacak, büyük adam olacaksın.” Dimdik duran bu yaşlı ve sıkıştırılmış pamuk balyaları kadar heybetli kadının bacaklarına sarılır, gitme fikrinden ölesiye korkardı. Halası ve babasıyla yaşadığı evin ardına, pamuk tarlalarının başladığı beyaz denizin kıyısına kıl çadırlar kurulurken neşesi yerine gelir, yaz sonuna kadar kalırdı. İhsan’ın babasına, “burada kalın” demişti halası, arka taraftaki kireç boyalı müştemilatı göstermiş, annesi ve kız kardeşleri büyük evin mutfağına, baba-oğul çiftliğin her işine koşmuşlardı.      

Pırasaya su yerine bir şişe soda koydu. Altını kapattı ve biraz zeytinyağı gezdirdi. “Bundan sonra sağlıklı besleneceksin” diyecekti, tabağına bakıp yüzünü buruşturan İhsan’a. Bir kase yoğurt ve limon dilimleriyle salona geçti. Elleri ceplerinde, hazırladığı masaya son bir kez baktı, her şey hazırdı, mumları yakmak için çakmak bile iki kollu şamdanın yanındaydı. Saatine baktı, bir daha baktı. Nerdeyse gelir, eli kulağında. Mutfağa gitti, fırını kapattı. Halası, “kokusundan anlarsınız” derdi kızlara, “sakın kapağı açmayın, buharıyla demlensin.” Kızlar mutfak ülkesinden hayatlarında yalnızca bir kere, gelin oldukları gece çıkarlardı. Ertesi gün kadın olarak döner, halanın taktığı bir çift burmayı şıkırdatarak pirinç ayıklamaya kaldıkları yerden devam ederlerdi. Pamuk tarladan kalkar kalkmaz avluda düğün dernek kurulur, kazan kazan yemek pişerdi. İhsan kalın boynunu zorla kapattığı beyaz gömleğini bağrına kadar açmış, kravatını cebine koymuş davulun etrafında ağıt yakar gibi dönmüştü o gece. 

Ayakları dışa doğru kavisli dolaptan kendinden desenli beyaz bir masa örtüsü çıkardı, iki de peçete. Çömeldiği yerden kalkarken zorlandı, cam bölmeden iki kristal kadeh alırken belini tuttu. “Bu büfe benim olabilir mi?” diye sorduğunda halası ona endişeyle bakmış, “haydi sen dışarı çık oyna, bisiklete bin,” demişti. Otomobil, uçak hatta tren almayı bile vaat etmişti. Zira büfe kız işiydi ve evlenirken böyle şeyleri kız tarafı düşünürdü. Kadın o günden sonra işaret parmağını kardeşine doğrultmuş, onu sallayarak, güya fısıltıyla; “oğlanı tarlaya götür, traktörlerin nasıl çalıştığını filan göster, sapan versinler eline, ağaçlara tırmansın, ata binsin,” demişti. “Hep o kitapların yüzünden” diyerek babasına günlerce söylenmişti. 

Klasikleri bitirdiğinde daha on dördüne bile basmamıştı. Bir şey anlamadım demişti yıllar sonra, ay ışığını seyrettikleri tarlanın sınırında, Akdeniz’in kıyısındaymış gibi oturmuş ağustos böceklerini dinlerken, “duygusu kaldı,” demişti, “ağzımda bıraktıkları tadı.” Burnunu saçlarının bittiği yere dayadığında tüyleri diken diken olmuş, avucunda ufaladığı toprağı havaya üflemişti. Teni çınar ağacı gibi kokuyordu, tüylü yapraklarını iki tırnağının arasında ezmiş kadar keskin bir kokusu vardı İhsan’ın.

Arnavut ciğerini de büfeden çıkardığı, kenarı sarı yaldızlı porselen kayık tabağa boşalttı tencereden. “Buralar akşamları kılık değiştirir, ara sokaklardan çalgıcılar çengiye başlarken mangallarda kömürler kora döner, ciğerler şişe dizilir, gecenin içinden insanlar akın akın büyülenmiş gibi kokuya gelir her gece” diye sırtına vurduğunda, İhsan, on yedi yaşındaydı.  Ara sıra halası onu ticareti öğrensin diye şehre giderken yanına katar, “aman ha göz kulak ol, emanet çocuk” derdi. Eli elinde, onun uzun bacaklarıyla kat ettiği yolu koşar adım kapatmaya çalışırdı. Tenekeye vuran çekiçlerin, ağızlarında çivilerle birbirleriyle bağırarak konuşan bu kasketli, kara şalvarlı adamların akşam olup da nasıl yok olduklarını hayret eder, babasının ona uyumadan önce okuduğu masalları hatırlardı. “Büyüdüğünde seninle de geliriz,” dedi İhsan. “Akşam bu sokağa boydan boya masalar kurulur, altın dişli, ince bıyıklı güneş kavruğu adamlar darbukalara vurur, kemanlar çalar, zurnalarla çatlak seslerini akord ederler. Efkarlı şarkılarla göğüsleri yumuşayanlar ağlaşırken, Çingene kızları kırmızı gülleriyle masa masa dolaşırlar. Daha bir lokma çocukken öğrendikleri o alttan bakışlarıyla, “Allah sevdiğine bağışlasın,” derler, edalı, işveli.”

Berlin’den döndüğü günün akşamıydı, İhsan almıştı onu havaalanından, halası televizyonun karşısında uyuya kalmış, parmaklarının ucuna basarak çıkmıştı evden. Babası artık adından bile emin değildi. Tenekecilere gittiler, onların masalarına gelip de kırmızı gül uzatan olmayınca, İhsan çağırmıştı kızı “gel hele” demişti. “Bugün yaban ellerden gelen ağır misafirimiz var, ne kadar gülün varsa bırak onları buraya.” Başını kaldırıp gözlerine bakamamıştı. Bir kahkaha kopardı. Masaya vurduğu kadehi bir dikişte içti. Esmer gür bıyıklarının kapattığı dudakları aralandı. Bembeyaz dişleri, rakılı ıslak dili göründü. Başka bir aleme davet gibi parlayan kara gözlerini kapatan ince kıvırcık saçları terden alnına yapışmıştı. “Hadi bir şiir oku!” demişti İhsan ona “madem öyle, bizimkilerden olsun ama Alman filan olmasın ha!” 

“Öpüşün öpüşüme karışsaydı, yüzün yüzüme

Gecen gündüzüme karışsaydı, hüznün kederime

Baharlar açardı kalbimde, yazlar ve kışlar bir de

Tenin tenime karışsaydı, cennet ve cehennemden kime ne*”

İhsan elinin tersiyle gözünü sildi, biberin acısına, ocak başından gelen dumana, havanın nemine, uzakların ne kadar uzak olduğuna söylendi durdu.      

Telefonun sesiyle irkildi, bir dakikadan daha az sürdü konuşması, anlıyorum der gibi başını salladı, belli belirsiz bir şeyler mırıldandı. Farkında olmadan, sarı yaldızlı boş servis tabağına bıraktığı telefonun karşısına geçti. Tabağına biraz salata koydu, zeytinli, dere otlu bir dilim ekmek aldı sepetten, iki mumu da yaktı, kadehleri yakut rengi şarapla doldurdu, bir yudum aldı, arkasından bir yudum daha, gözyaşlarına daha fazla direnemedi.  

On sekiz yaşına basmadan okumaya diye çıkmıştı evden. Metal klipsleri üzerinden deri kemer tokalarını tutturduğu koca bavulunu İhsan elinden kaptığı gibi otomobile yerleştirdi. Ön kapıyı sonuna kadar açtı ve hanım ağası iri bedenini yerleştirinceye kadar bekledi. Arka kapıya davranmasıyla beraber babası elini kaldırdı, “ne münasebet İhsan,” dedi. Babasıyla yan yana oturdular. İhsan dikiz aynasını ortaladı. Gözleriyle döneceğini, ona yeni bir dilde şiirler okuyacağını, yine okaliptüs ağaçlarına sırtlarını verip sıcak öğleden sonraları boyunca yol hikayeleri anlatacağına söz verdi.

“Bana şiir oku dediğinde alıp gitmeliydim seni*”

Gerisini hatırlayamadı…

Yelda Ugan S.

29/07/21, Bitez

*Refik Durbaş’ın şiirlerinden alıntı

Deniz Kabuğu

Kibare Nine’nin anısına…

Tohum ısmarlamış yaban ellere, bu sefer çok uzaklara. İzmir’den bile üç günde gelen gemi, Arşipel’in* bittiği yerden bir ayda gelmiş. Uzaklarda deniz maviden koyu menekşeye çaldı, kıpraştı, asma yaprakları tepemizde fısıldarken hava döndü. 

Bitez Yalısı

Okumam yazmam yok benim. Balıkçının getirdiği kitapların ne adlarını bilirim ne de içlerindeki alemi. Geldiğimizde yarım gavur dediler bize, sonra alıştılar. Rumca bilir, Rumca konuşurduk. Benim adam da bilmez bu yeni harfleri ama balıkçıyı boş çevirmez. Merdiven altları, mutfaktaki küçük masa, duvar dipleri boyum kadar kitapla doldu. Her dili bilirmiş meğer, ondanmış bunca mürekkep yalamışlığı, onca kitap. Ne ki gazete kağıdına benzerler, ellerimde kara bir iz bırakan. O yıllarda sarı saman kağıdını bulana bile aşk olsun. Dükkandakileri kaldırdım sandığa, en dibine sakladım. Nohutla mercimeği de üstlerine istif ettim. Yarı karanlık, rutubetsiz köşeye var gücümle ittim. Sokağa açılan avludan tarafa, kapının girişine çektim. “Deftere uzak koma şu sandığı,” diyor bizim bey, o daha veresiyeleri düşmeden, görmez tarafından çoluk çocuk avuçluyormuş akideleri. Dalgaların yaladığı duvar iyi gelmez kitaplara diyecek oldum, düğün mevlitlerine lokum lazım dedim. Şekerlenirler nemi görünce. 

Balıkçı geldiğinde, tahtadan yaptığı sırtıları* boyuyordu kocam. Buralarda bilmezlermiş meğer, ondan öğrendiler.  

“Mavinin sonundaki makiyi görüyorum,” dedim, elimi siper ettim gözüme. “He,” dedim, bel boyu duvara yaslanmış balıkçıya. “Yokuşun bittiği yerden Kerom’a* kadar.” 

Kayrak taşların üstüne bir sandalye çektim otursun diye, şişkin ceplerini gösterdi. İşi varmış. 

“Zakkum bunlar,” dedi, “begonvil, mor salkım, mimoza.” 

Tersaneye kadar gidecek, çorak yollara serpecekmiş rastgele. İki yaz mı geçti üstünden üç mü, azıcık esse kokuları gelmeye başladı. Gösterdiği yol boyunca çiçekler açtı sağlı sollu. 

“Bilirim ya!” dedim. 

Şu mor-turuncuları Girit’ten bilirim, pembe-beyazları İstanköy’den. Şimdi artık anam babam adlarıyla da bilirim. 

Bizimki, “mavi-beyaz olanı sana ayırdım,” dedi arkasından, “ortasına da kırmızı bir mercan konduruveririm…az kurusun.”

Kimseye benzemezdi giyimi kuşamı, siyah bir şapkası vardı yandan çarklı, tepesi düğmeli. Paçaları kısa bir pantolon giyerdi beyaza yakın. Terziye kendisi çizmiş, koca cepli; neler yoktu ki içinde. Başını eğmiş dallar için rengarenk ipler, demir başlı, çatal ağızlı bir kazma ve yıldızın döllemesini beklediği, yamru yumru, şekilsiz, bit kadar kara kuru tohumlar.      

Koltuğunun altında tuğla kadar iki kitap, dışı ağaçtan sert, sırtı kalın. Biri kara, biri kırmızı. Limandan geliyormuş, portakal kasasını gölgeye çekti, hava duru, güneş iğne gibi batıyor, kış erzakı pastırma sıcağına emanet. Naylon iplere bir pencereden diğerine patlıcan biber dizili. Bilezikle çevrili kuyu ağzını kapatan tahta perdeye usulca koydu kitapları. Küçük kıza sesledim kahve yapsın diye. Şükran boş tepsiyi göbeğine dayamış eğleşirken, kaş göz edip, “içeri koyuver” dedim emanetleri. Kahvesini rahat içsin balıkçı. “Ahh! Şimdiki aklım olaydı.” 

Tohum ısmarlamış yaban ellere, bu sefer çok uzaklara. İzmir’den bile üç günde gelen gemi, Arşipel’in* bittiği yerden bir ayda gelmiş. Uzaklarda deniz maviden koyu menekşeye çaldı, kıpraştı, asma yaprakları tepemizde fısıldarken hava döndü. 

“Bunlar ağaç olacak,” dedi. 

Kalenin karaltısı üstüne kızıla çalmış çizgilere daldı gitti. Erken iniyor akşamlar, daha demincek ışılıyordu etraf, denizde oynaşıp duruyordu güneşin çocukları. Yalıya varmadan, kutu gibi beyaz badanalı, mavi kapılı, mavi pencereli evlerin bittiği çorak toprağı günlerce eşeledi durdu. Aş, ekmek, su, ayran taşıdık konu komşu. Kahvede erkek kalmadı yardıma gittiler. Sakin havalarda Tavşan Adası’na, Kargıcık Koyu’na, Kissebükü’ne kayıkla gider gübre getirirdi. Kale ağzına iki metre kalasıya tohumlar yerini buldu. Yasak kalkınca İstanbul’a gitmiş, fide getirmiş. Postanenin, okulun, belediyenin önüne ekmiş getirdiklerini. Cebinden çıkardığı lime lime olmuş bir kitaptan adlarını okudu, okaliptüsler, palmiyeler var ya! işte onun diktiği ağaçlar. Her yer ağaç oldu, duvarlar begonvil, sahiller zakkum sayesinde. Turuncu benekli bir deniz büyüdü karada. Greyfurt nedir bilmezdik. Bir de ta Akdeniz’in bittiği yerden getirmiş, çarşıya ekmiş diyorlar, sonra Mozoleye taşıdılar, ay gibi parlak, yelpaze yapraklı. Çok para dökmüş bu ağacın tohumuna, onca yoldan gelmiş. 

“Kıymetli” diyor, tutarsa.  

O gürül gürül, o masmavi sesiyle, “merhaba” dedi, kitapları yüklenmiş, geldi. Bizim bey saygıda kusur etmez, çok sever balıkçıyı, ayağa kalktı. Yazın dükkânın önüne diziyor çocuklar, turistler memleketlilerini görmüş gibi üşüşüyor başına kasaların, yapraklarını çevirip biri ötekine gösteriyor, alıyorlar da. Kışın kim ne yapsın bunları, çocuklar da anlamıyor. Aldım. 

“Çok lazım oluyor,” dedim, “turistler kapış kapış…” 

Kalanı da külah yapıyorum. “Ne kadar varsa getir!” Halbuki, yarısı sandıkta kalaydı, müzeye, kütüphaneye hediye ederdik, nerden bilecen, dünya meşakkati, peşine katmış kovalar bizi. Okul açıldı ya çoluk çocuğa boğaz lazım, leblebi, şeker koyacak külah. Kıyamadım amma, sökün edince okul dağılmış hepsi dükkâna. Üzerinde bizim İstanköy’de taştan oyulmuş insancıklar gibi yarı giyinik adamlar vardı. En heybetli olanın, ayağı sandaletli, nerdeyse döşüne değen sakalları gibi saçları kıvır kıvır, edep yerini örten bir kumaş dolamış sırtından beri gelen. Sağ elinde kabzalı bir mızrak, sol elinde kanatları uçmaya hazır kızgın bakışlı bir kartal. En soldaki kadın başaktan bir demet tutuyor kucağında, en sağdaki kartala tıslayan dili dışarda bir yılanı zapt ediyor tek eliyle, yüzü heybetliye dönük, icazet ister gibi.

Katerina’ya el edip, “gel hele,” demişliğim çoktur. Fısıldayıverirdim kulağına, “bana da bir mum yak hele bu Pazar.”

“Rüyamda gördüm,” derdi ertesi gün, “bizim Olymposlu gibi göğü gürleten, şimşeği çakıp savuran bir adam geliyor kapına, elinde gümüş bir tas. Uzatıyor sana, sen de kana kana içiyorsun. Hiçbir şeyciğin kalmayacak be Kibare, bekle hele. Yüreğini ferah tut, eli kulağında,” der. Ne tasa kalırdı bende ne de dert. 

Usulca kopardım ilk sayfasını, kıvırdım, şekerle doldurdum. İkiye katlanmış bir sayfa düştü ayaklarımın dibine, kafası traşlı oğlana seslendim, önlüğün sağ tarafı kendinden daha kara, koca bir cep izi, soldaki cebin iki yanı sökük, düştü düşecek. Beyaz yakası göğsünde sallanıyor, terlemiş, teke gibi kokuyor mübarek, aklı dışarda, arkadaşlarında, burnunu çeke çeke kekeleyerek okudu. Ce-vat Şa-kir Ka-ba-ağaç-lı Ce-be-ci İs-tik-lal Mah-ke-me-si Teb-li-gat-na-me. 

Ahşabı kararmış masaya eğildi, o uğursuz kâğıdı tıkıştırdığı cebinden bir deniz kabuğu çıkardı, dünyanın yarısı diğer yarısını bekler gibi tam ortadan kesik, eğimli, kulak gibi içe kıvrık, şişkin karnını dikenleriyle çevirmiş, defterin üstüne bıraktı. Sihir var sanki içinde, ne zaman elime alsam, yüzleri gelir gözümün önüne, kulağıma dayar seslerini duyarım. İkisi de rahmetli oldu. Kocama iki yaz, balıkçıya daha fazla. Balıkçı, balıkçı dediğime bakmayın, ana caddeye adını verdiler ölmeden az önce.                      

21/06/21, Bitez

Yelda Ugan S,

*Hareket halindeki tekne veya bot üzerinde suya atılan yemin ya da sahte balığın gezdirilmesi sistemiyle yapılan ava sırtı balıkçılığı denir.

*Kerom, Gökova

*Arşipel, Ege denizi

Küçük Kırmızı Radyo

“Günaydın, nasılsınız bu sabah?” diye sordu hemşire canlı, cıvıl cıvıl bir sesle. Yaşlı kadın bir çocuk gibi dudağını büzerek “kötü” demek isterdi ama o güngörmüş, eski bir İstanbul’luydu.

İstabul Sarıyer

Ferhunde Hanım uyuyamıyordu. Çünkü endişeliydi. Şubat sonunda evini kapattığı günden beri her gece gözünü kırpmadan tavana bakıyor, saatlerce kaderin ona biçtiği bu acıklı sonu bir türlü içine sindiremiyordu. Seksen üç yaşındaydı ve geçen ay bayramdan bayrama çıkardığı kristal şekerliği raftan alırken tabureyi tutturamamış, düşüp kalçasını kırmıştı. Bu kazada baş dönmelerinin müsebbibi olarak doktorun yasakladığı ama Ferhunde hanımın bir türlü vazgeçemediği topuklu terliklerin payı da yok değildi. Tabureye çıkarken bir an terliklerini çıkarmayı akıl etse de büyük oğlan ta Amerikalardan görüntülü aramış, telefonu kapattıktan sonra da aklından uçup gitmişti. Tabiri caizse, sevinçten nereye bastığını bilmiyordu. İki oğlan da bayram tatilinde yanında olacaklardı. 

Aradan haftalar geçti ve hastaneden çıktıktan sonra Ferhunde hanımın hayatında bir sürü değişiklik oldu. İki oğlu da artık onun için, 7/24 sağlık hizmeti alabileceği bu huzurevini uygun görmüş, küçük bir odadan ibaret olan yeni hayatında yine onu yalnız bırakıp uzaklara gitmişlerdi. Bir kere artık eski hayatına, kedisi Müren’e ve musiki cemiyetine dönemeyeceği gerçeğini kabulleniyordu. Bunun değişebileceğini umut etmeyi bırakmıştı. Altı hafta önce, evinin anahtarını siyah rugan çantasının çıtçıtlı bölmesine koyduğu günden beri hayatının yeni bir döneme girmekte olduğunu kabullenmekte epey zorlandı. Bazı geceler, dolabın en dip köşesine sakladığı ayakkabı kutusuna uzanıyor, yanına aldığı seksen küsur çiftten ikisini, ki seçerken çok zorlandı, ponponlu ve gül kurusu olanı, nadide bir parçayı gün yüzüne çıkarır gibi kutudan çıkarıyor, onları incitmekten korkar gibi ayaklarına geçiriyor, Münir Nurettin Selçuk’dan şarkılar mırıldanarak, odasında birkaç adım attıktan sonra özenle yerlerine yerleştiriyordu.  

Hemşire odasına girdiğinde Ferhunde Hanım hala yataktaydı. Elindeki tansiyon aletini turkuaz rengi önlüğünün cebine koyar koymaz hemşire perdeyi sonuna kadar çekti ve pencereyi açtı. Hemşirenin kalıp gibi ütülenmiş formasından insanın içini ferahlatan, şu parfümlü deterjan kokusundan geliyordu. Ferhunde hanım prensip sahibi bir kadındı, mesafeye önem verir, hizmet aldığı insanlarla samimi olmazdı. Asla bugün değildi ama birkaç hafta sonra deterjanın markasını soracak, onu cömertçe övecekti.    

“Günaydın, nasılsınız bu sabah?” diye sordu hemşire canlı, cıvıl cıvıl bir sesle. Yaşlı kadın bir çocuk gibi dudağını büzerek “kötü” demek isterdi ama o güngörmüş, eski bir İstanbul’luydu. Soruya cevap vermeden, keyifsiz bir, “günaydın” demekle yetindi. Oda çam ağaçlarının keskin kokusunu da beraberinde getiren nemli ve serin bir havayla doldu. Evvelsi gece şiddetli bir yağmur yağmış, her şimşek çaktığında gökyüzü neredeyse ortadan ikiye ayrılacakmış gibi çatırdamıştı. 

“On bire sekiz, gayet iyisiniz,” dedi hemşire, pembe dudaklarını sonuna kadar yayarak. Ferhunde hanım bundan böyle herkes gibi yemeklerini aşağıda, yemek salonunda yiyebilecek ve isterse kahvesini bahçede içebilecekti. Hava çok güzeldi. Yaşlı kadın, otuzlarında, uzun boylu, sarı saçlarını ensesinde toplamış, vücuduna göre kalçaları biraz geniş olan bu hemşirenin nasıl da bu kadar neşeli olduğuna ikna olamadı bir türlü. Böyle yerler için bu biraz fazlaydı. Dur bakalım dedi içinden. Açık pencereden, fıstık çamlarının arasından belli belirsiz bir ses duyuldu, bir müzik sesi çalındı kulağına Ferhunde hanımın, onun hiç bilmediği, daha doğrusu pek kulak asmadığı türden bir sesti bu. 

Ona göre fazla yanık, fazla oynaktı. İnsanı utandıracak kadar da kıpır kıpırdı üstelik. Merdivenleri silen kadının yüksek sesle mırıldandığı şarkılardan, yönetici uyarmış, “böyle açık saçık…” diyememişti de işaret parmağını dudaklarına götürmüş, “hasta var” demişti. Ayıp, konuşulmaması gereken bir şey gibi hiç oralı olmadı Ferhunde Hanım. Ses odanın içinde dolaştıktan sonra usulca çekilip gitti.      

O sabah ve ondan sonraki her sabah Ferhunde Hanım bahçeye çıktı. Yumuşak, ortopedik ayakkabılarına göz ucuyla bile bakmadan bahçenin bittiği yere, limon çiçeklerinin açtığı taş duvara kadar yürüdü. Nisan güneşinin tadını çıkardı. Keskin kokulu sardunyalar, mavi ortancalar, akşamları bir başka kokan yaseminler içini ferahlattı. Güneşin toprakla buluştuğu her adımı dolaşan türkülerin sesini aşina bir merakla arıyor, ağlamanın eşiğine gelmeden geçmiş güzel günlerini düşünebildiğini fark edebiliyordu. 

Sesin gittikçe yaklaştığı sırada, birkaç gün önce yanındaki odaya yerleşen Ayşe hanımla beraber gül fidanlarının sardığı banka oturdular. Ferhunde hanımın parçaları birleştirip sonradan anladığı kadarıyla Ayşe Hanım kendi isteğiyle buradaydı. Tası tarağı toplayıp, kimselere haber vermeden gelmişti İstanbul’a. Rahmetli kocası söz vermiş ama kısmet olmamıştı bir türlü, “seni gezdireceğim,” dermiş, “Eyüp Sultan’ı, Süleymaniye’yi, Üsküdar’ı.” Ayşe Hanım, baş örtüsünü çenesinin altında sıkıca bağlar, kocasına inanırmış.  

Bahçıvan fıskiye havuzunu temizledikten, kuru yaprakları mermer zeminin bir köşesine topladıktan sonra, kamelyadan sarkan petunyalara, plastik şişeden iki fıs, belki de üç, vitaminli su verdi.  Ayşe Hanım kıpırdandı, beyaz ferforje masaya telvesine kadar içtiği kahve fincanını bıraktı ve bahçıvanın kemer tokasına, ince bir kancayla tutturduğu küçük, kırmızı radyosundan gelen türküye eşlik etti.  

“O Süsem O Sümbül O Gül O Bağındır 
O İnci O Mercan Beyaz Gerdanındır

Oynamak Sıçramak Eylenmek Çağındır.”

“Memleket türküleri,” dedi, “heyecanlandım.”  Gözkapaklarının ardında biriken yaşlar gözlerine battı. Eşarbının ucunu gözlüklerinin altından, kirpiklerinde gezdirdi.  

Ferhunde Hanımın hemşireye, “ne yapsam benim çamaşırlarım böyle kokmaz,” dediği gün Haziran’ın başıydı. Kapı komşusu Ayşe Hanım’la beraber ara öğünlerine sevgili hemşirelerini de davet etmişler, buz gibi karpuzu, can eriklerini, yeni dünyaları büyük bir iştahla yemiş, önlerinde ne var ne yok silip süpürmüşlerdi.  Ferhunde Hanım daha fazla uzatmadan, lafı ağırbaşlı bahçıvana getirdi.    

Yelda Ugan S.

13/05/2021, Bitez

Shakespeare

“Çay içer misiniz?” dedi Marzo, “hayır teşekkür ederim,” dedim, “annem bekliyor,” diyecek oldum, vazgeçtim, “fazla zamanım yok,” dedim, başka da bir şey gelmedi aklıma.  Az önce benim durduğum yerden içeri bakan tuhaf bir adam yaklaştı, kafasındaki o modası geçmiş şeyle selam verdi bize. İşaret parmağını bana mı uzatıyordu yoksa, neler oluyordu?

Fotoğraf Lizbon’dan bir duvar resmi

Engel olamadığı bir hıçkırık gibi “Shakespeare ölmüş!” dedi. Kapının ağzında öylece kala kaldım. Odada hareket eden tek şey elimdeki fincandan bir hayalet gibi yükselen çayın dumanıydı. Kocamın hiç dermanı kalmamış gibi, kolları iki yana düştü. Sehpaya yığılan, tomar halindeki gazetenin yanına koydum çayını. Dükkanı kapatırken bu çay takımından kalan üç beş parçayı da eve getirmiştik. Öyle incelerdi ki, mavi desenli çiçekler içerden bile görünürdü. “Soğutma” diyecek oldum, diyemedim. Tepesinde birkaç sararmış yaprağın direndiği ıhlamur ağacı beşik gibi sallandı. Neredeyse yağacak.  

Ölüm ilanlarıyla dolu sayfaya bir göz attıktan sonra İçi dışına çıkmış gazeteleri eskiden olduğu gibi özenle katladı kadın. Dükkanda çok lazım olurdu, kristal bardakları, antika lambaların cam gölgeliklerini, sarı yaldızlı porselen tabakları iki kat, bazen üç kat sarmak gerekirdi paketlerken, kıymetliydi okunmuş gazeteler. Ziyan edilemezdi. 

Boynundan yağmur damlası gibi sarkan boncuklu vazoyu kalın bir örtüyle sarmış, “Tiyatro sokağına gideceksin,” demişti annem. “Levanten’in karşısındaki antikacıya, Leroy ustayı bulacaksın, o yoksa oğlu Marzo’yu

“Ben biraz dolaşacağım” dedi Marzo. Terliklerini sürüyerek çıktı odadan. Karısı,”Eldivenlerini giy!” dedi arkasından, “üşütme.”

Sigorta eksperi, annemin imzaladığı antetli kağıtları rengi atmış bir deri çantaya yerleştirdiği gün, üzerinde babamın adı yazılı ikiye katlanmış dolgun, sarı bir zarfla baş başa bıraktı bizi. O günden sonra babamla korsancılık oynadığım, camlı dolaplardaki hazineleri ele geçirip babamı esir aldığım odaya giremedim. Annem, denizden gelen esintiyle havalanan tülleri çekti, pencereleri kapattı, kalın kadife perdeleri altın rengi sırmalarından çözdü ve odayı karanlığa boğdu. Zarf inceldikçe, koynundan çıkardığı anahtarıyla sessizce içeri girer, bazen Güneyli ustaların elinden çıkmış, gümüş saplarında baş harfleri olan bir bıçak setiyle, bazen babamın Doğu seferinden getirdiği gül motifli isimsiz bakır bir tepsiyle ortadan kaybolurdu.  

“Batmaz derdi babam, benim gemim batmaz,” Ona inanırdım. “Koca gemi bu, nasıl batardı?”     

Tramvaydan iner inmez annemin defalarca tekrarladığı, sonunda ne olur ne olmaz diyerek bir kağıda çizdiği kabala haritadaki gibi çiçekçilerin önünden sola döndüm. Arnavut kaldırımlı çıkmaz sokağın sonuna kadar yürüdüm.   

“Usta rıhtıma indi” dedi genç adam, “bugün dönmez, nasıl yardımcı olabilirim?” Bir baş hareketiyle alnına düşen saçlarını önünden çektiği bal rengi gözleriyle gülümsedi. Nadide bir parçaya bakar gibi vazoyu dikkatle inceledi. Uzun ince parmaklarını mercan damlaların etrafında gezdirerek nazik fiskeler attı. “Birazdan oyun başlayacak, içeri gelin” dedi, “Yutmasın kalabalık sizi.” Sihirli bir dokunuşla sanki görünmez bir kapıyı açtı ve yüzlerce porselen biblonun, revaklı aynaların, müzik kutularının arasından gittikçe hareketlenen sokağı, tiyatro kapısı önünde bekleşen insanları, birbirleriyle konuşan çiftleri hayranlıkla seyre daldım. Bütün tedirginliğim geçmişti. Levitan’dan belli belirsiz bir müzik sesi geliyor, İçerde bir kadın cama yansıyan görüntüsünde piyano çalıyordu. 

“Çay içer misiniz?” dedi Marzo, “hayır teşekkür ederim,” dedim, “annem bekliyor,” diyecek oldum, vazgeçtim, “fazla zamanım yok,” dedim, başka da bir şey gelmedi aklıma.  Az önce benim durduğum yerden içeri bakan tuhaf bir adam yaklaştı, kafasındaki o modası geçmiş şeyle selam verdi bize. İşaret parmağını bana mı uzatıyordu yoksa, neler oluyordu?  

“Nasıl kızmam, sizi cadılar sizi, sizi yüzsüzler, sizi başından büyük işlere kalkışanlar, siz nasıl Macbhet’le anlaşır alışverişe girersiniz de bana anlatmazsınız bu yaptıklarınızı…” 

Elim ayağım birbirine karıştı, korkudan ne yapacağımı bilemeden geri geri birkaç adım attım, tutacak bir yer arıyordum ki, can havliyle Marzo’nun kadife ceketinin eteğine yapıştım, ardından uzattığı eline. Yere bir biblo düştü. Sokaktakiler dikkat kesilmiş, bize bakıyorlardı. Marzo çenesini hafifçe kaldırdı, göğsünü şişirdi, annemin vazoyu sardığı örtüyü yere düşen biblodaki yaşlı adam gibi bir omuzuna atarak, dışardaki kalabalığın bakışları altında gösteriye devam etti.

“Ben ki başıyım bu işlerin, sanatımızın sırlarını, büyü yapmasını, ben öğrettim sizlere, üstelik bu yaptıklarınız da ne? Bir azgın, bir dik kafalı insan oğluna hizmet etmek mi? Gidin ve gün doğarken Akheron kıyısında bulun beni, balıkların karıncaları yediği yerde.” 

Marzo dükkanın ışıklarını yaktı, sokak tekrar eski ritmine dönerken ampullerin sarı ışığı altında silindir şapkalı adam, kol uçları eprimiş kalın, siyah paltosunun göğüs cebinden iki bilet çıkardı, “biri küçük hanım için.”

Annemi meraktan öldürme pahasına o akşam Marzo’nun uzattığı koluna girdim ve kalabalığın ardından kanatları sonuna kadar açılmış kapının eşiğinden birlikte geçtik. Burası bir tiyatroydu, gözlerimi kamaştıran, karanlığı ışıklı, ışığı karanlık bir dünya. Marzo ön sırada, en uçtaki yerimizi kolaylıkla buldu. Arkaya doğru yükselen sıralarda kadınlar ve erkekler uğultulu bir sesle yerlerini aldılar. Ağır kadife perde yavaş yavaş açılırken seyirciler arkalarına yaslandı, elbise hışırtıları durdu, boğazlar temizlendi, son öksürük ve sessizlik. 

Sanki davullar göğsümde çalıyor, kalbim heyecandan deli gibi çarpıyordu. Oturduğumuz yerden onu duyabiliyorduk, davudi sesini kısıyor “Koca Neptün’ün elleri yıkayabilir mi bu denizleri?” diyor, oyunculardan önce replikleri fısıldıyordu. Sahnede sözler ete kemiğe bürünüyor, intikam alıyor, yanlış anlıyor, seviyor, kin tutuyor, yalvarıyor, güldürüyor, korkutuyordu. Bütün duyguların peş peşe izini sürdüğüm, zamansız bir mekandaydım sanki.     

Ayın bulutlarla oynaştığı o gece, Marzo’yla eve kadar yürüdük. Daha önce hiç duymadığım tiradlar okudu bana. Ne o gitmek istiyordu kapıda beklerken, ne de ben içeri girmek.       

Herkes tanırmış onu tanımasına da kimse bilmezmiş aslında kim olduğunu. Oyunların tüm repliklerini ezbere bildiğinden mi?  Bilinmez, Shakespeare demişler ona. Gerçek adını bilen yokmuş. Tiyatronun her şeyiymiş, daha seyirciler kapıya doğru ilerlerken koltukları düzeltir, etrafı temizlermiş, oyunların afişlerini değiştirir, oyuncuları giydirir, kostümleri onarırmış. O daha küçük bir çocukmuş buraya geldiğinde, kimilerine göre gişede bilet satan, kimilerine göre tiyatronun göz bebeği güzeller güzeli annesi amansız bir hastalığa yakalanıp öldüğünde küçük Shakespeare’e oyuncular bakmış, sahnede büyütmüşler onu.  

Güneş hastalıklı bir sarıya döndü. Çok geçmedi, kara bulutların arkasında görünmez oldu. Beyaz boyun bağlı sığırcıklar, yağmuru karşılamaya çıktılar çoluk çocuk. Anahtar kapıda iki kere döndü. “İçim geçmiş,” dedi kadın adama, adam elini uzattı, “masum uykuya” dedi, kadın “yorgunlukları yıkayan suya,” adam, “her günkü hayatın ölümünü, yaralı canların merhemini,” kadın “Yüce tabiatın baş yemeği, hayat sofrasının cana can katan ziyafetini” Birbirlerine sarıldılar. Yarın erkenden Shakespeare’i uğurlamaya gideceklerdi, uyumaya hazırlandılar.  

Yelda Ugan S.

Bitez

08/04/21

Koyu renk bölümler, Shakespeare’in Macbeth adlı eserinden alıntıdır. İlk bölüm, cadı Hekate’nin tiradından.