Diken Yapraklarıyla Haymeler Kuralım

“Küçükken” dedim, “gökkuşağının altından geçersen erkek olursun derlerdi de ödüm kopardı, vişne çürüğü eteğimi, prenses yakalı elbisemi düşünürdüm. Sanki en önemli şeyler de onlarmış gibi.” 

Ev

Kapıyı açarken eli hala belimdeydi. Böyle küs gibi gitmek istemedim, zira küsmek de sevdaya dairdi. Güya son anda hatırlamış gibi döndüm. Belimi tutan eli havada kaldı. Güvensiz, niyetli ama kırılgan bir el. “Yedek bezler yeşil çantada, burun damlası da fermuarlı gözde, uyumadan önce iki damla, sakın unutma.” Gözleri benimkileri aradıysa da bulamadı. Huyum kurusun, hani sevdaya dair olanlar? En sevecen sesiyle bütün talimatlarımı onayladı. Merak etmeyecek, iyi vakit geçirecekmişim. “Kızlara selam söyle,” dedi. O zamanlar yalnızlığın verdiği böylesine bir zihin açıklığına sahip değildim. Cevap vermedim.    

 

Arabanın silecekleri beni hipnotize eden bir metronom gibi çalışıyor, kaba, gürültülü ve uyumsuz. Sanayi tipi dev bir metronom. Sanki buzlu bir camın ardından bakıyor, yirmi metre ötesini dahi göremiyoruz. Dörtlüler kalp atışı gibi sinir bozucu bir ritimde yanıp sönüyor.  

Yanımda oturan, direksiyona hakim olmaya çalışan sana ve herkese bugün burada olmamı ve evden çıkmamı tetikleyen nedeni inkar ediyorum, özellikle de kendime, öyle değilmiş gibi yapıyorum. 

Kırmızı damperli otoban müdavimleri, ağır gövdelerini üstümüze silkeleyen koca kamyonlar, tehditkar homurtular savurarak geçip gidiyorlar.

“Sevgilim!” arka arkaya tekrar ediyorum, ne kadar zorlasam da adı ağzıma sığmıyor. Ne adı ne de tadı, paslı bir çivi gibi. Sanki aradığın eksik parça, ya da gerçek oradaymış gibi ellerin ceplerinde olduğu halde ayakkabının burnuyla toprağı eşeliyorsun.   

Okulu kırmış çocuklar gibiyiz. Uzaklaştıkça endişeleniyor ama her şey yolundaymış gibi yapıyoruz, iyiymişiz gibi. Olmak istediğimiz yerdeymişiz, olmamız gereken yer burasıymış gibi. Madem o gün bugündü öyleyse yarına kalamazdı. 

Sana elimi uzatmış, sol elimle de güneş gözlüğümü çıkarmıştım, seni daha iyi görebilmek için mi yoksa nezaketen mi yapmıştım? Kim bilir? Mayıs sonlarıydı, yazın habercisi pırıl pırıl bir gün. Pembe bir bulutun içinden geçiyordum, İçimde, derinlerde bir yerde gizlenen bu yaşlı dünya kadar eski kuşkularım, gün yüzüne çıkmadan önce katlanmamı sağlıyordu, dayanmamı.   

Memnun olmuştuk. Atölyede sadece sen ve ben yetişkin sayılırdık, diğerleri hala üzerlerinde öğrenci iyimserliği taşıyan üniversitelilerdi. Tepkileri fazla abartılı, isyanları biraz sahte, hayalleri tutarsız olsa da bir yerden tanıdık geliyordu ve içten içe onları kıskanıyorduk; daha bizim kadar uzun menzilli, çığırtkan bir sessizlikle kuşatılmamış olmalarına, aymazlıklarına katlanamıyorduk.  

Kuvvetli, soğuk bir rüzgar esti. Tabelalar değişmiş, otobana çıkamıyoruz. Eski kentin dar sokakları bizi içeri almıyor. Pencere macunları kurumuş, çatı kasaları bükülmüş, ahşap bakımsız evler küskün. Sanki cahil cesaretimizle bir safariye çıkmışız da tek kurtarıcımız olan lütuf yasasına sıkı sıkı sarılmışız. Kendi meselelerimize bizi daha çok yaklaştıran “girilmez” tabelalarını birer bariyer gibi, etraflarında dönerek nihayet atlattık. Şehir artık belli belirsiz bir silüet olarak epey geride kaldı. Yer yer portakal bahçelerini gölgeleyen küçük bulutlar kaşla göz arasında büyüdü, karardı ve şaşırtıcı bir hızla yayıldı. Bütün gökyüzü bizden önce varacağımız yöne koşar adım hareket eden başıboş bir karanlığa kesildi. Uzaklardaki tarlaların üzerine şimşekler iniyor, zamansız gelen parlak ışık gözlerimizi alıyordu. Mikail bize mi kızmıştı? Yoksa Daphne kehanetinden mi kaçıyordu? Omuzlarımı kasmaktan oturduğum yerde büzüldüm. Elimden gelse koltukta bir kedi gibi kıvrılır, başımı kucağıma gömer, der top olur, küçülürdüm. Vücudumu çapraz saran kemer bana, ben de ona sımsıkı tutundum. Nahoş bir tat vardı ağızımda ama söylemedim, “güzelmiş” dedim, “çok güzelmiş.” Hatta çaldığım zamana bir tutam tuz attım, kucağımda duran köpük tabaktaki limonlardan birini sana uzattım, sen de bana avuçlarını. Gülüştük. Bu iyi geldi bize, rahatladık. Fakat bir türlü o aradığım şeyi, yaz boyu atölyeden çıktığımız akşam üstlerini, evlerimize gitmeden hemen önce az daha uzamasını istediğimiz o dakikaların tadını bulamıyordum. Bir aradayken aklımdan geçenleri ilk kez içimde tuttum. Orada, hiç hoş olmayan bulanık bir duygu vardı, yüreğim avazı çıktığı kadar bağıran gerçeği biliyordu. Ne büyülü düşünceler ne şiirsel hayaller kar etmiyordu artık. Doğru gelmeyen bir şeyler vardı, hatta çok yanlış gelen bir şeyler ama ne olduğunu bilmiyordum. “Hayır doymadım; biraz daha olsa onu da yerim,” böyle söyledim.

Safari devam ediyor, ejderhanın kırmızı bir halı gibi uzattığı dilinden kolaylıkla ilerliyorduk. “Korkuyor musun?” diye sordun. Çok düşünceli görünüyordun, yüz kasların gerilmiş, sanki içinde benim olmadığım, bana ait olmayan bir dünyada oradan oraya koşturuyordun, kim bilir belki küçük kızı keman dersine, büyüğü dershaneye bırakıyordun. Belki maaile gidilen bilmem kaçıncı geleneksel piknik bu hafta sonuydu ve düşündükçe canın sıkılıyordu. “Hayır,” dedin, “Ya sen?” Cevap vermek yerine öne savrulup, torpidoya olanca gücümle bastırdım ve avazım çıktığı kadar bağırdım. Sesim hiç de bağırıyormuş gibi çıkmadı. Dik bir rampadan saatte yüz, hayır hayır iki yüz kilometre hızla ilerliyorduk, o kadar karanlık ve dar bir geçitten dönerek iniyorduk ki, arabanın farları çarptığı duvarlardan tekrar bize dönüyor, gözlerimiz kamaşıyor, birkaç saniye hiçbir şey göremiyorduk. “Kontrolümü kaybettim,” diyordun, “direksiyona hakim olamıyorum…” Sonuna kadar basıyordun frene ama ne gezer. Uçurumdan denize atılan bir taş gibi düştük suyun içine.  

Göz kapaklarıma inen birkaç iri damlayla kendime geldim. Yukardan belli belirsiz bir ışık nemli duvarlardan sızan sulara yansıyor, birkaç saniyeliğine mağarayı aydınlatıyordu. Şey gibi, sanki deniz fenerinden gelen, kendi etrafında dönen bir işaret ışığı gibi. Kıpırdanmaya başladın, başını duvara çarpmış, alnından şakalarına ince bir yol gibi kan sızıyordu. Elini elimde dinlendirdim. Çıkıntı yapmış kayaya zorlukla çektim kendimi, nemli kaygan duvara sırtımı verdim. Senden de aynını yapmanı bekledim. Yaratığın da bizden beklediği buymuş gibi, ikinci level butonuna bilmeden basmışız gibi ejderhanın başı iki yana adeta bir yol gibi bölünerek açıldı, alt çeneye oturmana yardım ettim, sümüksü dişlere tutunarak üst çeneye geçtim. Midem kalkıyor, ağzıma kadar gelenleri güç bela geri gönderiyordum. Uzun, kırmızı dil ortadan ikiye ayrıldı, biri benim, diğeri senin için birer lal kürek oldular. Bir türlü ritim tutturamıyorduk, kendi etrafımızda dönüyor, yalpalayarak gerisin geri gidiyorduk.  Kafa yana savruldu ve bir an dengemi kaybettim. Çaresiz ıslak, kaygan taşlardan birine tutunmaya çalıştım, içim bulandı yine. Bu sefer ağzıma kadar gelenler söz dinlemedi, dudaklarımın kenarından sarı, safran rengi bir sızıntı çeneme doğru yola koyuldu. Birkaç dakika daha böyle debelendikten sonra nihayet yolumuzu bulduk, dilin yarısı suya dalarken diğer yarısı çıkıyordu, her dönemeçte sinek sürüsü gibi binlerce yarasa kanat çırpıyor, kırmızı gözlerinden, tehditkar ağızlarından ateş fışkırıyor, bir sonraki köşeye, yerini diğerlerine bırakıncaya kadar tüyler ürperten çığlıklar atıyorlardı.

Taş ocağını, kızıl kayaları, eski yol üzerinde küçük bir çam ormanının içinden yükselen tepedeki kaleyi seçebiliyorduk artık. Rüzgâr, emrine amade bulutları bir araya topladı, pamuk gibi bembeyaz olanları biraz oraya biraz buraya bir çocuk pijaması süsler gibi gelişigüzel serpiştirdi. Önümüzde mavi bir halı gibi açıldı gökyüzü. Derin bir nefes aldım, taze toprak kokusunu çektim içime, sobanın üstünde çıtırdayan portakal kabuklarının kokusunu duydum. Birbirimize, ufukta bir bitiş çizgisi gibi uzanan kavisli gökkuşağını gösterdik.        

“Küçükken” dedim, “gökkuşağının altından geçersen erkek olursun derlerdi de ödüm kopardı, vişne çürüğü eteğimi, prenses yakalı elbisemi düşünürdüm. Sanki en önemli şeyler de onlarmış gibi.” 

“Bir de öyle deneyelim mi?” dedin gülerek, gülünce gözlerin iki çizgi gibi kalırdı. Samimiydin, hayranlıkla bakışın alçakgönüllülüğünle dirsek temasındaydı. Evet, öyleydi ama yine de birinin söylemesi gerekiyordu ve “Dönelim” dedim, bu sefer içimden geldiği gibi, eve gitmek istiyordum. Sinyal verdin ve biz yolun karşı tarafına geçtik sevgilim.   

Buradan denizi görebiliyorum, oturduğum yerden. Bir nehir gibi hareketli. Öğleden önce koyun sonuna kadar yürüdüm. Parlak, cömert bir kış güneşi yarenlik etti bana. Bilgisayarın şarjı bitince çizgili defterimi alıp masaya geçtim. Buradan da dağları görüyorum, yarımadayı ortadan ikiye bölen dağın tepesini, az önce bacaklarıma yaslanmış uyuklayan kediyi. Burada uzun süre mutsuz olamazsın, müsaade etmez, havası gibi, bakarsın bulutlar toplanmış kapkara, sığırcıklar oval daireler çiziyorlar kıyıda, ayine çıkmışlar, yağmur topluyorlar. En fazla on dakika ince ince yağan yağmuru. Davetine direnemez çıkarsın dışarı, biraz denize yağar, biraz toprağa, begonvillere, mimozalara, kaktüslere, zeytinlere, sakız ağaçlarına. Okaliptüs ağaçları uzun boylarıyla ilk onlar yakalar damlaları, süzüle süzüle iner çakıl taşlarına, denize akarlar yine. Hiçbir şey gibi yağmur da uzun sürmez, bulutlar aralanır, yüzünü gökyüzüne döner deniz, o ne derse o olur, mavi, buz mavi, deli mavi, laci ya da bir tutam güneş, salınır enginlerine gümüşi olur.

 “Sabret” diyorlar bana, ben düzgün bir kadınmışım. Senin biraz sinirli olduğunu filan söylüyorlar. Bir kedi minik dil darbeleriyle su içiyor; ıslak, pürüzlü dili zımpara gibi. Hakkında pek bir şey bilmediğim arayışlara çıkıyorum. Saman alevi gibiymiş öfken, baban da böyleymiş.

 Sakin, serin bir yeşile kesiyor etraf. Diken yapraklarından *haymeler kuruyorum. İçim içime sığmıyor, sırtımı denize yaslamak istiyorum, avuç içlerimle toprağı kavramak, ayaklarım kum, gözlerim cennetle buluşuyor. Çok; daha çok, biraz daha çok istiyor, günlerdir, aylardır aç gibi, kana kana içime çekiyorum. Bildiğim hiçbir yerde, evdeyim. 

Yelda Ugan Saltoğlu,

25 Mayıs 2022, Beşiktaş

*Hayme; çadır  

1 Nisan 2022 tarihinde Kayıp Rıhtım’da yayınlanan öyküm.

Reklam

Shakespeare

“Çay içer misiniz?” dedi Marzo, “hayır teşekkür ederim,” dedim, “annem bekliyor,” diyecek oldum, vazgeçtim, “fazla zamanım yok,” dedim, başka da bir şey gelmedi aklıma.  Az önce benim durduğum yerden içeri bakan tuhaf bir adam yaklaştı, kafasındaki o modası geçmiş şeyle selam verdi bize. İşaret parmağını bana mı uzatıyordu yoksa, neler oluyordu?

Fotoğraf Lizbon’dan bir duvar resmi

Engel olamadığı bir hıçkırık gibi “Shakespeare ölmüş!” dedi. Kapının ağzında öylece kala kaldım. Odada hareket eden tek şey elimdeki fincandan bir hayalet gibi yükselen çayın dumanıydı. Kocamın hiç dermanı kalmamış gibi, kolları iki yana düştü. Sehpaya yığılan, tomar halindeki gazetenin yanına koydum çayını. Dükkanı kapatırken bu çay takımından kalan üç beş parçayı da eve getirmiştik. Öyle incelerdi ki, mavi desenli çiçekler içerden bile görünürdü. “Soğutma” diyecek oldum, diyemedim. Tepesinde birkaç sararmış yaprağın direndiği ıhlamur ağacı beşik gibi sallandı. Neredeyse yağacak.  

Ölüm ilanlarıyla dolu sayfaya bir göz attıktan sonra İçi dışına çıkmış gazeteleri eskiden olduğu gibi özenle katladı kadın. Dükkanda çok lazım olurdu, kristal bardakları, antika lambaların cam gölgeliklerini, sarı yaldızlı porselen tabakları iki kat, bazen üç kat sarmak gerekirdi paketlerken, kıymetliydi okunmuş gazeteler. Ziyan edilemezdi. 

Boynundan yağmur damlası gibi sarkan boncuklu vazoyu kalın bir örtüyle sarmış, “Tiyatro sokağına gideceksin,” demişti annem. “Levanten’in karşısındaki antikacıya, Leroy ustayı bulacaksın, o yoksa oğlu Marzo’yu

“Ben biraz dolaşacağım” dedi Marzo. Terliklerini sürüyerek çıktı odadan. Karısı,”Eldivenlerini giy!” dedi arkasından, “üşütme.”

Sigorta eksperi, annemin imzaladığı antetli kağıtları rengi atmış bir deri çantaya yerleştirdiği gün, üzerinde babamın adı yazılı ikiye katlanmış dolgun, sarı bir zarfla baş başa bıraktı bizi. O günden sonra babamla korsancılık oynadığım, camlı dolaplardaki hazineleri ele geçirip babamı esir aldığım odaya giremedim. Annem, denizden gelen esintiyle havalanan tülleri çekti, pencereleri kapattı, kalın kadife perdeleri altın rengi sırmalarından çözdü ve odayı karanlığa boğdu. Zarf inceldikçe, koynundan çıkardığı anahtarıyla sessizce içeri girer, bazen Güneyli ustaların elinden çıkmış, gümüş saplarında baş harfleri olan bir bıçak setiyle, bazen babamın Doğu seferinden getirdiği gül motifli isimsiz bakır bir tepsiyle ortadan kaybolurdu.  

“Batmaz derdi babam, benim gemim batmaz,” Ona inanırdım. “Koca gemi bu, nasıl batardı?”     

Tramvaydan iner inmez annemin defalarca tekrarladığı, sonunda ne olur ne olmaz diyerek bir kağıda çizdiği kabala haritadaki gibi çiçekçilerin önünden sola döndüm. Arnavut kaldırımlı çıkmaz sokağın sonuna kadar yürüdüm.   

“Usta rıhtıma indi” dedi genç adam, “bugün dönmez, nasıl yardımcı olabilirim?” Bir baş hareketiyle alnına düşen saçlarını önünden çektiği bal rengi gözleriyle gülümsedi. Nadide bir parçaya bakar gibi vazoyu dikkatle inceledi. Uzun ince parmaklarını mercan damlaların etrafında gezdirerek nazik fiskeler attı. “Birazdan oyun başlayacak, içeri gelin” dedi, “Yutmasın kalabalık sizi.” Sihirli bir dokunuşla sanki görünmez bir kapıyı açtı ve yüzlerce porselen biblonun, revaklı aynaların, müzik kutularının arasından gittikçe hareketlenen sokağı, tiyatro kapısı önünde bekleşen insanları, birbirleriyle konuşan çiftleri hayranlıkla seyre daldım. Bütün tedirginliğim geçmişti. Levitan’dan belli belirsiz bir müzik sesi geliyor, İçerde bir kadın cama yansıyan görüntüsünde piyano çalıyordu. 

“Çay içer misiniz?” dedi Marzo, “hayır teşekkür ederim,” dedim, “annem bekliyor,” diyecek oldum, vazgeçtim, “fazla zamanım yok,” dedim, başka da bir şey gelmedi aklıma.  Az önce benim durduğum yerden içeri bakan tuhaf bir adam yaklaştı, kafasındaki o modası geçmiş şeyle selam verdi bize. İşaret parmağını bana mı uzatıyordu yoksa, neler oluyordu?  

“Nasıl kızmam, sizi cadılar sizi, sizi yüzsüzler, sizi başından büyük işlere kalkışanlar, siz nasıl Macbhet’le anlaşır alışverişe girersiniz de bana anlatmazsınız bu yaptıklarınızı…” 

Elim ayağım birbirine karıştı, korkudan ne yapacağımı bilemeden geri geri birkaç adım attım, tutacak bir yer arıyordum ki, can havliyle Marzo’nun kadife ceketinin eteğine yapıştım, ardından uzattığı eline. Yere bir biblo düştü. Sokaktakiler dikkat kesilmiş, bize bakıyorlardı. Marzo çenesini hafifçe kaldırdı, göğsünü şişirdi, annemin vazoyu sardığı örtüyü yere düşen biblodaki yaşlı adam gibi bir omuzuna atarak, dışardaki kalabalığın bakışları altında gösteriye devam etti.

“Ben ki başıyım bu işlerin, sanatımızın sırlarını, büyü yapmasını, ben öğrettim sizlere, üstelik bu yaptıklarınız da ne? Bir azgın, bir dik kafalı insan oğluna hizmet etmek mi? Gidin ve gün doğarken Akheron kıyısında bulun beni, balıkların karıncaları yediği yerde.” 

Marzo dükkanın ışıklarını yaktı, sokak tekrar eski ritmine dönerken ampullerin sarı ışığı altında silindir şapkalı adam, kol uçları eprimiş kalın, siyah paltosunun göğüs cebinden iki bilet çıkardı, “biri küçük hanım için.”

Annemi meraktan öldürme pahasına o akşam Marzo’nun uzattığı koluna girdim ve kalabalığın ardından kanatları sonuna kadar açılmış kapının eşiğinden birlikte geçtik. Burası bir tiyatroydu, gözlerimi kamaştıran, karanlığı ışıklı, ışığı karanlık bir dünya. Marzo ön sırada, en uçtaki yerimizi kolaylıkla buldu. Arkaya doğru yükselen sıralarda kadınlar ve erkekler uğultulu bir sesle yerlerini aldılar. Ağır kadife perde yavaş yavaş açılırken seyirciler arkalarına yaslandı, elbise hışırtıları durdu, boğazlar temizlendi, son öksürük ve sessizlik. 

Sanki davullar göğsümde çalıyor, kalbim heyecandan deli gibi çarpıyordu. Oturduğumuz yerden onu duyabiliyorduk, davudi sesini kısıyor “Koca Neptün’ün elleri yıkayabilir mi bu denizleri?” diyor, oyunculardan önce replikleri fısıldıyordu. Sahnede sözler ete kemiğe bürünüyor, intikam alıyor, yanlış anlıyor, seviyor, kin tutuyor, yalvarıyor, güldürüyor, korkutuyordu. Bütün duyguların peş peşe izini sürdüğüm, zamansız bir mekandaydım sanki.     

Ayın bulutlarla oynaştığı o gece, Marzo’yla eve kadar yürüdük. Daha önce hiç duymadığım tiradlar okudu bana. Ne o gitmek istiyordu kapıda beklerken, ne de ben içeri girmek.       

Herkes tanırmış onu tanımasına da kimse bilmezmiş aslında kim olduğunu. Oyunların tüm repliklerini ezbere bildiğinden mi?  Bilinmez, Shakespeare demişler ona. Gerçek adını bilen yokmuş. Tiyatronun her şeyiymiş, daha seyirciler kapıya doğru ilerlerken koltukları düzeltir, etrafı temizlermiş, oyunların afişlerini değiştirir, oyuncuları giydirir, kostümleri onarırmış. O daha küçük bir çocukmuş buraya geldiğinde, kimilerine göre gişede bilet satan, kimilerine göre tiyatronun göz bebeği güzeller güzeli annesi amansız bir hastalığa yakalanıp öldüğünde küçük Shakespeare’e oyuncular bakmış, sahnede büyütmüşler onu.  

Güneş hastalıklı bir sarıya döndü. Çok geçmedi, kara bulutların arkasında görünmez oldu. Beyaz boyun bağlı sığırcıklar, yağmuru karşılamaya çıktılar çoluk çocuk. Anahtar kapıda iki kere döndü. “İçim geçmiş,” dedi kadın adama, adam elini uzattı, “masum uykuya” dedi, kadın “yorgunlukları yıkayan suya,” adam, “her günkü hayatın ölümünü, yaralı canların merhemini,” kadın “Yüce tabiatın baş yemeği, hayat sofrasının cana can katan ziyafetini” Birbirlerine sarıldılar. Yarın erkenden Shakespeare’i uğurlamaya gideceklerdi, uyumaya hazırlandılar.  

Yelda Ugan S.

Bitez

08/04/21

Koyu renk bölümler, Shakespeare’in Macbeth adlı eserinden alıntıdır. İlk bölüm, cadı Hekate’nin tiradından.

Maskem mi? Çantamda!

1975’te 82 yaşındaki Freya Strak’ın başında bir güneş şemsiyesi kadar geniş kenarlı kırmızı bir şapka, sırtında kıpkırmızı bir pelerinle, bir delikanlının mobiletinin arkasına binip beni görmek üzere Avcı Çıkmaz’ına gelmesi de ancak Bodrum’da olabilirdi. Freya Stark, roman değil de sadece seyahatname yazdığı için, ne yazık ki, Türkçe’ye çevrilmemiştir.

Mina Urgan, Bir Dinazorun gezileri 

 

img_8674
Bitez yalısı

Fabrikaların uzun, tuğla bacalarından çıkan duman gibi bir toz bulutu, günlerdir havada asılı kaldı. Sarımtırak bir gökyüzü, tıpkı renk ayarları bozulmuş bir televizyon gib..Korkunçtu. Afrika sıcaklarıymış, termometre  nerdeyse 44 dereceyi gösterdi. Nem yükseldi, yürümek, uyumak, oturmak mümkün olmadı.. Denize girmek de yasak. Polis devriyeyi iki katına çıkarmış. Evde duramıyorum, yazamıyorum. İnsan sesine, bedeninin ağır, gevşek ve zamansız hareketine, kedilere, düşen yapraklara, titreyen telefonlara dahi tahammül edemiyorum. Ani bir kararla toparlanıp yalıya indim, işçiler açılacağı meçhul yeni sezon için durmadan çekiç sallıyorlar, sahile çekilmiş tekneler boya kokuyor. Yabancılara katlanmak daha kolay. Maskeyle nefes alamıyorum, gözlüğüm buğulanıyor. Sol ayağım bileğime kadar sızlıyor, parmak aralarım su toplamış. Durdum, burası iyi. Tavşan Adası karşıda. Görüş mesafesi o kadar daralmış ki, mesela şimdi biri gelse ve buraya ilk defa geliyor olsa, “şu karşıda gördüğün, yok o değil! Ufuk çizgisinde boydan boya uzanan, en arkadaki dağlar var ya! İşte orası Kos” dersin kolayca, onu şaşırttığın için keyiflenir, “Bodrumlular koy demez yalı derler” diye bir heves kaptırır gidersin. Bugün Kos filan yok. Önüm arkam nemden bir duvar. Sırt çantamdan küçük bir havlu çıkarıp denize serdim. Belediye çay bahçesinde kimsecikler yok, gün batımlarında yukardan gözetlediğim, direklerindeki beyaz ışığıyla hayallere daldığım teknede küçük bir erkek çocuk arkasındaki hayali ordusuyla at koşturuyor. Akvaryum Koyu’ndan sola doğru kıvrıldım. Gümbet‘e kadar bodur çam ağaçları mis gibi koktu, biraz esti sanki. Bodrum’da kalenin arkasından dolanıp açıklara çıktım, tersaneye doğru tekrar kıyıya. Yalıçiftlik‘ten sonrası mola.

img_8841
Anastasiopolis

Deniz usul usul Doğu’ya doğru kırışıyor. Sonra Batı’ya, rüzgar nereye isterse oraya. Bir ters bir düz, eğer karadan eserse üşüyor, tüyleri diken diken, tabiatına ters, Güney’e gitmek istemiyor. Kıyıya vuran küçük dalgalar mutlu bir bebek gibi anlaşılmaz sesler çıkarıyor. Yukarda, zeytin ağaçlarının arasında dağlara doğru dikenli tellerle çevrili bir şehir hala gemisiz limanından gelen bin küsür yıllık sesleri dinliyor. Güneye bakan pencerelerin etrafında yıkık bir duvar parçası kalmış. Acaba bunlardan hangisi hamam, hangisi kilise? Arkamdaki tabelada Kissebükü Bodrum Su Altı Arkeoloji Müzesi Kazı Alanı yazıyor. Önce denizin içinde kazı yapılıyor sanıyorum, su altı filan deyince, sonra anlıyorum, Kalenin çindeki müzeyi kastediyor.

Yukarda, muhtemelen Mazı yolundaki taş ocaklarından buralara kadar gelmiş düz bir taşı masa yaptım, üstüne de bir kadeh şarap. Denizin içindeki taşlar daha yuvarlak, dışardan aydaki kraterler gibi belli belirsiz görünüyorlar. İçerden uyuyan kaplumbağalara benziyorlar, eski bir masal geliyor aklıma, uzun süre bakamıyorum. Masal bu ya, sevdiği kızın babası, delikanlıyı kata külleye getirip ıssız bir adaya gönderiyor. Ya da bırakıp kaçıyor. Kızını daha nüfuzlu, zengin bir adama verecek. Genç aşık sevgilisine kavuşabilmek  için gece gündüz denize bakarak dua ediyor Tanrıya, yakarıyor. Aradan ne kadar zaman geçiyor bilinmez. Yine bir gün huşu içinde denizden gelecek yardımı bekleyen bi çare gözlerine inanamıyor, denizin içindeki her bir taş dönmeye başlıyor, deniz kabarıyor, kaynayan bir çorba gibi, dakikalarca belki saatlerce fokurduyor. Karadan esen kuvvetli bir rüzgarla deniz çekiliyor sonra. Bizim oğlan bir de ne görsün, deniz silme dev su kaplumbağalarıyla dolu. Bir tanesi başını yavaşça kabuğundan çıkarıp gülümsüyor. “gel” diyor dile gelip, oğlan kaplumbağaların sırtlarına basarak karşı kıyıya kadar yürüyor ve mutlu son.

Fonda kuş sesleri, rüzgarın hafif uğultusu ve deniz üçlü bir orkestra gibi. Ara sıra rüzgar öne çıkıyor, o durulunca kuşlar başlıyor ama deniz hep aynı nakaratla şırıl şırıl. Kıyı Karaia‘nın Keramos ve Halikarnassos kentlerinin kesiştiği Anastasiopolis koyunun, nam-ı diğer Kissebükü‘nün binlerce yıllık şarkılarını söylüyor. Kuzey Batı’da, kazı alanından az ilerde Ayşe ninenin ve torununun sembolik mezarı var. Güneş gri damarlı beyaz mermere vuruyor ama hala savaş gibi soğuk ve yalnız.

img_8786
Bence burası bir hamam, yoksa o güzelim manzaraya bu kadarcık pencere yaparlar mıydı?

Güneş bulutların arasında kaybolunca deniz lacivert oluyor, kraterler kayboluyor. Akropolü çevreleyen koyda, yarım ay boyunca yürüyorum. Ta antik çağdan, Arkaik Dönem‘den beri kullanılan, etraftaki dağların arasından limana kadar gelen toprak yol sessiz. İlk yerleşim yeri, sahile 200 m mesafede tüm koya, Gökova‘ya uzanan manzaraya bakıyor. Bulutlar Datça‘ya doğru kümelenip ufku gizliyorlar. Kuzeyde yeşil yaprak bulutları, çayırda deve dikenleri, kedi otları, yollarda kantaronlar sapsarı ama daha Mayıs ayındayız, bunlar Haziran alametleri değil miydi? Demek ki  Yaz, bu sene erkenci. Deniz çağırıyor, “hadi ama, oturmaya mı geldin?!”

Uzaktan çok havalı, beyaz bir tekne koyun batı tarafındaki tek cebine yerleşmeden önce müziğin sesini kısınca bi “oh be!” çıkıyor ta ciğerimden. Üç kişi tekneye bağlı sürat motoruyla koyu boydan boya boya tavaf ettikçe denizin keyfi kaçıyor. Rüzgar dağlardan estikçe ürperiyor.

Ara sıra telefon çekiyor, hemen mesajlara bakıyorum. Kızılcaköy‘lüler jeotermal istemiyor. Asker barikat kurmuş. “Bizim çocuklarımızla bizi karşı karşıya getiriyorlar, bizim vergilerimizle” diye basma şalvarlarını koca memelerine kadar çekmiş yaşlı kadınlar sitem ediyor. “Dokanmayın!” diyorlar “biz böyle iyiyiz”

img_8781
Devedikeni

Sırtı fıstık yeşili, kanatlı bir böcek sıradaki kelimenin üstünde geziniyor, iki sayfa ancak okudum. “Tamam” diyor bırakıyorum kitabı. Böcek parmaklarımın arasında akrobasi hareketleri yapıyor. Güneş kollarımı yaktı. Bulutlar kenar çizgileri üstünden tekrar geçilmiş Datça‘nın tepesine küçük, sevimli bir dinazor gibi yerleşmiş.

Çok yakından boğuk bir ses geliyor, ses uzadıkça yırtılıyor. Kargaya da benziyor, martıya da. Başımı kaldırınca gözlerim kamaşıyor, elimi siperliyorum ama yine de uzun süre bakamıyorum. Koca gökyüzünde tek bir kuş bile yok. Görünmeyen ses kuş olup Doğu tarafındaki kayalıklardan havalanıyor. Leylek sandım önce, heyecanlandım. Altı tamamen siyah, üstü beyaz bir karga-martı. Etrafı kolaçan etmeye gönderilmiş gibi koyu boydan boya tamamen uçuyor. Görev tamamlandı ve kayboldu.

fd5d09b7-c445-44e8-97fc-b9ef847f2106
Yaralara, çatlaklara, yanıklara dertlere deva sarı kantaron

Kıyı çizgisine paralel uzanan şehir kalıntılarına doğru yürüyorum. Çakıldan irice yuvarlak taşların gölge sesleri ayağımın altında hep aynı şeyi söylüyorlar.

“hanımefendi maskeniz?”

uykuyla uyanıklık arası “ödümü kopardınız” dedim lacivertler içinde tere batmış polis memuruna. Rüzgar kumdaki kitabımın sayfalarını hızla çeviriyor, bir o tarafa bir bu tarafa. “burda” dedim, “çantamda, bunalınca çıkardım, hemen takıyorum.” Memur bey uzaklaşırken ortalığı toparlayıp ayaklandım, evdekiler merak etmiştir.

Önüm sıra yürüyen, beyaz saçlı cüsseli bir adam “Ben gazeteciyim” diyor biraz önceki polis memuruna, ufuk çizgisindeki mor dağları gösteriyor. “Gençliğimde burdan Kos‘a, İstanköy‘e kadar yüzerdim her yaz.”

27/05/2020, evden

Yelda Ugan S.

 

 

Öne çıkan

Kissebükü

“6. his” dermiş Sadun Boro, “Tanrı yukardan şöyle bir serpiştirmiş, cimri davranmış bu konuda, beş duyu herkeste var ama 6. hissi çok az insana bahşetmiş” Doğadan zevk almakmış bu his.

img_8681

Ağustos’un ilk günleriydi, sabah erkenden düştük yollara; okul pikniğine giden çocuklar gibiydik. Tekne saat 09:00 da Yalı çiftlik Sea Garden’dan hareket edecekti. İlk molamızı Bitez’deki Ortakent simitçisinde verdik. Bodrum’a gelirken Bafa gölünden aldığımız zeytinler, bir gün önce Bitez pazarından alınan salatalık, domates…her şey tamamdı. Konacık’dan Bodrum arkamızda kalıncaya kadar ilerledik. Yokuş başından hemen sonra Kızılağaç yönünden sağa döndük. Çam ağaçları, kuş sesleri, sabah serinliği, yol kenarındaki kaya kesiği kızıl renk, içinden geçtiğimiz köyler, zeytin ağaçları, incir ağaçlarının ılık kokusu içinde yalıya indik.

Teknemizin adı Yeliz, 10 kişilik, biz de hemen hemen o kadarız. Dar, patika bir yoldan ters L şeklindeki ahşap iskeleye kadar tek sıra halinde yürüdük. Payandadan hiç düşeni görmedim ama orayı geçince insanın kendine bir güveni gelir, hatta daha iyisini de yapabilirdim diye geçirirsin içinden. Tekneye girmeden terliklerimizi girişteki sepete bıraktık. Her yer tertemiz, tekne yaz sabahları Batı yönüne bakan balkonlar gibi gölgede. Ali Kaptan ve teknenin tek mürettebatı olan karısı birlikte karşıladılar bizi.

Ege’nin Güneyine yani Gökova’nın başladığı yere doğru demir aldık. İnsanı zevkten çıldırtan bir manzara, yeşil ve mavinin birbirlerine dokunmadan karışımı, görünmez bir merdivenle lunaparkta sıra bekleyen çocuklar gibi tekrar tekrar denize inip çıkan cıvıl cıvıl gün ışınları

Ali Kaptan bu işe 1984 yılında başlamış, dile kolay 34 yıl olmuş. Belli ki yaptığı şeyde bir rahatlık, sevinç ve hafiflik buluyor. Hiç yaşlanmamış. Aydınlık bakışlı, duruşu dik ve sakin, karısı da öyle, hem kocasına yardım ediyor, aralarında denizcilik diliyle konuşuyorlar, demir alamıyorsa mesela, teknenin ucundan dümendeki kocasına “kol verdi!” diye sesleniyor. Hem de yemek işi onda. Yemekleri sabah teknede pişiriyormuş, malzemeler de köyde yetiştirdikleri bostandan, her şey çok taze ve lezzetli. Kabak çiçeği dolması, semiz otu, dere otlu patates salatası, yaprak sarması, deniz börülcesi ve akşam üstü çayında taze dökülmüş lokma.

Mola verdiğimiz ilk koydan sonra “Sadun Boro’nun anısına yapılmış!” diyor arkadaşlarımızdan biri, Kilisebükü koyuna giriyoruz. Gökova’nın başlangıç noktasına. Önümüzde metalden yapılmış iki sütunun etrafına dönülmüş kocaman bir G harfi beliriyor, yaklaştıkça altta, iki taraflı eğimli çubuklar deniz dalgasını, zıt yönlere bakan yukardaki italik yarım daireler de martıları anlatan bir heykeli tüm detayıyla seyre dalıyoruz. Kimdi bu Sadun Boro?

“Teknesiyle dünya turu yapan ilk Türk denizci” diyor Nick. “Peki, kedisi Miço nerde, Teknesi Kısmet?!” diye soruyoruz merakla. “Toronto’da, Santiago’da, Karayipler’de ve Trinidad’da adı Kısmet olan teknelere rastladım, onu tanıyan denizcilerle muhabbet ettim” diyor, sanki koyun ortasındaki bu demirden yapılmış şey onu anlatmaya yetmemiş der gibi canı sıkılıyor biraz.

“Gökova Sadun Boro’yu kucaklıyor, heykelin üstündeki G harfi, Gökova’nın G’si” Hepimiz Ali Kaptan’a dönüyor, onu dinlemeye başlıyoruz. “1980’den sonra Bodrum ve Gökova Körfezi’nde yaşadı, Özellikle Gökova, Göcek, Fethiye gibi güney Ege kıyılarının korunması için çok uğraştı.” Biraz daha anlatsın istiyoruz, hepimiz etrafına toplanıyor, sorular soruyoruz.

“1965 Ağustos ayında Alman asıllı eşi Oda Boro ile beraber dünya turuna çıktı. Hürriyet gazetesi anılarını yayınlamak şartıyla onlara sponsorluk yaptı. Tam üç yıl sürdü dünya gezileri. Haziran 1968’de İstanbul’a vardılar. Dolmabahçe’de, binlerce kişinin katıldığı bir karşılama töreni yapıldı.” diye devam ediyor Ali Kaptan

“6. his” dermiş Sadun Boro, “Tanrı yukardan şöyle bir serpiştirmiş, bu konuda cimri davranmış, beş duyu herkeste var ama 6. hissi çok az insana bahşetmiş” Doğadan zevk almakmış bu his.

Mavi yolculuğun da başlangıç noktasıymış burası. Bir akşam burda kalınır, körfeze geçer, Yedi adalar, Küfre, Tuzla, Liva, Kargılı Löngöz, Ballı su, İngiliz Koyu, Okluk Koyu, Taze söğüt, Sedir adası, Kleopatra, Aktürk ve Körfezin dibinde Akyaka, yedi gün sürermiş.

“Ben memleket sevdalısıyım” diyor Ali Kaptan, “buralar imara açılmasın diye çok uğraştık.” 2000 yılında 1500 protestocunun katılımıyla hatırı sayılır büyüklükte bir şirketin projesi durdurulmuş. İnşaatı kontrole gelen Azerbeycan’lı devlet büyüğünü de teknesiyle Ali Kaptan götürmüş sahaya, yolda memleketin delisini oynamış, her şeyden bir haber olanı. Şimdilerde yine büyük bir firma elinden geleni yapmakla meşgulmüş maalesef.

Bir keresinde de arkeolojik sit alanı olan Küsebi için bir tekne dolusu milletvekili getirmiş buralara kaptanımız, “bakın!” demiş “nasıl talan ediliyor her yer, kilisenin içindeki Azize mozaiği tanınmaz hale geldi, yüzlerce yıllık zeytin ağaçları ve yaban hayatı da tehlikede.” Sonra, kısaca etrafı anlatmayı sürdürüyor, “Küsebi arkeolojik kazı çalışmaları yapılan bir köy, 1600 yıllık bir tarihi var. İtalyanlar buranın haritasını çıkardılar ve kitap yazdılar. Burası Lelekler, Roma ve Bizanslılardan kalma batık bir şehir. Kimbilir nasıl bir hazinenin kaybolmasına göz yumuyoruz.”

“Bu güzelim koyda bir de insana yapılan talan var” dedi Ali kaptan “burası aynı zamanda mültecilerin sevkiyat yeri, burdan alıp Datça’ya, TurgutReis’e, Yunanistan’a geldik diye getiriyorlar insanları” sonra sustu.

Yol boyunca da bir daha konuşmadı, telaşsız, hiç bitmeyen bir döngüyle çalıştı, teknesini dinledi, ne istiyorsa verdi ona. Dönüş yolunda hava çok rüzgarlıydı, yelkenleri gerdi, rüzgarın yönüne göre tekrar indirdi, tekrar gerdi, yerlerini değiştirdi. 6. hissiyle konuştu onlarla.

Denizin içindeki pembe kayalıklara, maviden yeşile, laciverde dönen dalgalara, uzaktan, Turgutreis’den batan güneşe karşı hepimiz sustuk.

Yelda Ugan

04/09/2019

Bodrum

Bu yaz Bodrum’da bir şeyler oldu,

Haziran ayının son günleriydi, Bandırma vapurundan üç saate yakın bir yolculuktan sonra indik. Susurluk-Balıkesir yol ayrımına gelmeden önce, yüzlerini doğuya çevirmiş, güneşin kızıl, turuncu sıcağıyla kahvaltı yapan ayçiçeği tarlalarıyla karşılaştık. Vapurda giydiğim ince hırkamı hala çıkarmamıştım. İşte! Yeni bir yaz daha başlıyordu. 9 Temmuz’da çıkacağımız yolculuğu 12 gün öne aldık. Bekleyecek bir şey kalmamıştı. 24 Haziran’da seçimler yapılmış ve 2. tura gerek kalmadan Türkiye 13. Cumhurbaşkanını tek batımda seçmişti.

img_0867

Sağ taraf Kırkağaç-Soma-Çanakkale’yi gösterirken, biz Akhisar-Manisa-İzmir yönünde ilerledik. Otoyolun her iki tarafına da kurulmuş köylü pazarlarında karadut şurubu, soğuk sıkım zeytin yağı, eşşek sütü sabunları en çok da limon sarısı Kırkağaç kavunları satılıyordu. Her yıl olduğu gibi Gelenbe’de durduk. Sıra sıra kavun dizili tezgahlar tablo gibiydi. En altta, toprak zemin üzerinde tek sıra halinde duran, gerçeğiyle ayırt edilemeyen, alçıdan yapılmış kavun heykellerine parmaklarımızın dirsekleriyle vurup gülüştük.

Akhisar ovası, ya da zeytin yağı diyarı, Zeytinliova’ya en tepeden bakarken güneş iyice yükseldi, hırkamı çıkardım, parmak arası terliklerimi spor ayakkabılarımla değiştirdim. Akhisar’ın zakkum çiçekleriyle çevrili sevimsiz, tozlu caddelerinden geçtik. Manisa’ya kadar üzüm bağları, tavuk çiftlikleri, zeytin ağaçları, küçük köyler, kasabalar ve bostanların arasından, kuzeyden Ege’ye iyice sokulduk.

Kadim şehir Manisa’nın içinden geçmeyi çok seviyorum. Şehrin içine girmeden Saruhanlı’dan hemen sonra, Spil dağının doğu ucundan başlayıp batı ucunda biten şehri kuzeyden yarım ay biçiminde dolaştıran bir yol daha var ama Manisa’nın içinden geçmek bir başka. Yaz sabahları, kahvaltıdan önce yeni yıkanmış balkonlar gibi burası; anılarla dolu, eski, bildik, sıcak ve aydınlık.

Birkaç hafta önce Sabuncubeli tüneli son başbakan tarafından “Hizmet aşkıyla dağları delmeye, gönüllere yol yapmaya, mesafeleri kısaltmaya…”  diye devam eden manidar bir açılış konuşmasıyla servise sunulmuş.

c9da7463-f31d-44e9-b5d8-422324afb1b8
fotoğraf sevgili Serap Özkan’dan

Evliya Çelebi’nin, seyahatnamesine yazdığı “Korkunç Sabuncubeli” 8 km lik tünelle boyun eğmiş, ehlileştirilmiş. Rampa çıkıp viraj dönmeden, içimize ormanın kokusunu çekemeden,  ya da bir kaç kilometre uzaktaki bir köyün habercisi çınar ağaçlarını, pınarları görmeden aşağıda İzmir Körfeziyle burun buruna geldik.

İzmir’e girmeden, Bornova’dan otobana bağlandık. Söke, Bodrum yoluna girince direksiyona ben geçtim. Bafa gölüne doğru sağ taraftaki, sanki bıçakla biraz önce kesilmiş gibi duran kızıl renkli kayalar, bayır aşağı inerken aynı hizaya geldiğimiz uzaklardaki mavi, gri, lila dağlar (üçümüz de, Zeze, Memo ve ben dağlara ayrı renk verdik) bir yaklaşıp bir uzaklaştığımız bulutlar keyfimi yerine getirdi. Otobandaki korkunç kaza hem canımı sıkmış hem de yol açılıncaya kadar sıcakta çok beklemiştik.

Ve,

Yokuş başına geldiğimizde Bodrum’u gördük,

Geldiğimiz gibi gitmeyecektik,

Bizden öncekiler de söylemişler,

Akıllarını hep Bodrum’da bırakıp gitmişler…

Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir’e bir selam çakıp, Bitez’de kontağı kapattık.

img_1170

Ertesi gün sabah saat sekizi biraz geçe evden çıktım. Yokuştan aşağı indim, dut ağacının altında bekledim biraz. Salına salına gelen boş dolmuşa bindim. Bitez köy içine kadar da sadece bir kaç kişi bindi. Daha yazlıkçılar gelmemiş ya da uyanmamışlardı. Denizi arkamızda bırakıp  köy yolunda ilerlemeye başladık.  Meşe palamutu, yabani sakız ağaçlarını, zeytinlikteki sararmış ekinleri seyre daldım. Her şey aynıydı, iyi ki de aynıydı, bıraktığım gibi. Sadece geçen yıl inşaatı başlayan bir kaç site daha tamamlanmış sinsice yerleşmişlerdi. Karanlık senaryolar geçti aklımdan “ya şu mandalina bahçeleri de bir gün yok olursa! Eski pazar yerine avm yapılırsa…” diye. Bodrum şehir içi otogarında indim. Tek başıma tatile gelmiş gibiydim ve aylardan Nisan’dı sanki. Serin ve şerbet gibi bir hava…parlak, mavi gökyüzü çocukluğumdaki Haziran’lar gibi yeşil yaprak bulutlarıyla doluydu. Cevat Şakir Caddesine, çarşı hamamına doğru yürüdüm.

“Akşam arayan sen miydin?” tellak, hayır natır, evet kadın olana natır denir. Uzandığı yerden isteksizce kalktı, uykulu gözlerle soyunma odalarını, girişteki rengarenk havluları gösterdi ve duvara çakılı tahta sedire tekrar uzandı. “Hazır olunca aşağıda zil var ona bas gelirim” dedi yattığı yerden. İlla ki kapanmayan kırık bir dolap, anahtarı kilitte dönmeyen bir kapı, biri başka diğeri başka numara plastik terlikler, rengi atmış vazolarda unutulmuş kuru çiçekler, kimi çerçevesinden  kimi sararmış kağıtlarından rutubetli duvarlara tutturulmuş bereket duaları ile burası tipik bir “çarşı hamamı” Kışın hamama gitmeyi çok severim ama yazın, bu benim için bir ilk. Güneşe çıkmadan önce ölü deriden kurtulup toksin atmak çok faydalıymış diye duydum. Bakalım!

img_2908

Günler geçmeye zaman yavaşlamaya başladı. Hep aynı plaj, hep aynı koy…biraz da hareket lazım. Bitez’in arkasındaki köy yolundan Gümbet’in çarşısına  ordan da Oasis kavşağına çıktık.  Yokuş başına kadar deniz sağ tarafımızda bizimle beraber geldi, daha sonra görüşmek üzere kısa bir süre ayrıldık ondan. Yalıçiftlik-Kızılağaç tabelasından sağa döndük. Yeşillikler içinde bir çam ormanı başladı hemen. Ben buraları çok seviyorum, bir kaç derece hava serinliyor, ortalık mis gibi yabani ot, kızıl toprak ve kozalak kokuyor. On dakikada şehirle beraber trafik, gürültü ve kalabalık da arkamızda kalıyor.

Çökertme’ye ve Mazı’ya da burdan gidiliyor, yol çok düzgün, asfalt döşeli.  Bir süre sonra yaklaşan köyün habercisi zeytin ağaçları, köy okulu, mezarlığı, inekler, tavuklar, yol kenarına kurulu incir, zeytin, kantaron yağı satılan küçük tezgahlar başlıyor. Az sonra arabanın camlarını kapatmak zorunda kalıyoruz, zeytin yağı fabrikasından gelen iç bayıltıcı koku dayanılır gibi değil. Bu da doğala olan teorik hayranlığımızın deneyim yoksunu cehaletimiz işte! Buralarda her şey bize keyif versin! Ama güzel koksun, tadı damağımızda kalsın, hatta biraz da eve götürelim, eşe dosta “organik” diye övünerek ikram edelim! Ama yumurtaların üstünde de tavuk pisliği olmasın, görmeyelim, ellemeyelim. Bir kilo kırma zeytine on lira verirken “ama bunun yarısı su?!” diye sızlanalım.

Midilli gezimizde fark etmiştim, her köyün aşağıda, denizle de bir bağlantısı var. Deniz tarafına gidince köyün adının önüne Yunanca’da iskele anlamına gelen “skala” ekleniyor. Mesela Eressos köyünün adı, deniz kenarına inince Skala Eressos oluyor. Bodrum’da da koy anlamına gelen “yalı” eklenerek konum bildiriliyor. Mesela Bitez köyün adı, Bitez Yalı’sı kıyının. Burda ayrı ayrı  isim verilmiş ama Yalıçiftlik Kızılağaç’ın yalısı veya iskelesi gibi.

8595a632-290c-4151-99b3-bacbbf4428c5Buranın bildiğimiz popüler Bodrum’a benzemiyor, bu mevsimde bile sakin. Aslında kalabalık ama gürültü yok, ne bilim… buraya gelen insanlar sahilde kitap okuyorlar, yüksek sesle konuşmuyorlar. Yalı, skala, iskele de farklı daha uzun bir sahil, açıktan gelen büyük dalgalar, denize girer girmez boyunuzu aşması ama “telaş etme bana dayanabilirsin” diyen su kaplumbağası büyüklüğünde kayalar. Lezzetli yemekler; oltayla tutulmuş saragoz balığı, zeytin yağlı mezeler, yeşil salata ve yerel tatlılar. Daha ne olsun?

ad3f9705-41cd-43ac-8ae3-0009fcce3df0

Yol ikiye ayrıldı; biz sola, Hasan’ın yerine doğru döndük. “Ağaoğlu otel inşaat sahası” gibi bir şey yazan dev tabelayı ya da totem mi deniyor artık ona?… Arkamızda bıraktık. Sıcak ama esintili bir havaydı, bunaltmıyordu. Sağ tarafımızda deniz, ufukta Kos adası. Temmuz’un 19’uydu, güzel ablamın doğum günü.  Annem ne kadar “istemem!” dese de onu restoranın çakıl taşlarıyla doldurulmuş, sekili merdivenlerinden  sahile indirip ayaklarını suya soktuk. Evet yaşlandı, şekli değişti, iki büklüm yürüyor, artık ben ona annelik yapmak, göz kulak olmak istiyorum ama sözümü dinlemiyor. Ilgın ağaçlarının altındaki bir şezlongun üstüne havlulardan yatak yapıp annemi yatırdık, yatırdık dediysem hasta falan değildi de çabuk yoruluyordu; rüzgarı bahane edip “gözüme yaramaz bu hava benim” diye yine şikayet etti. Pembe, retro gözlüklerimi taktım ona, biraz sakinlese de Memo’nun içi midye dolu tabaklarlı önümüze koyup, bir kaç metre ilerdeki midye tablasından limon almaya gitmesini fırsat bilip “çok masraf ediyor kocan!” diye yine söylenmeye başladı. Midyeleri açıp üstüne bol limon sıkıp afiyetle yedik. Canım annem! Bırak da misafirim ol. Şımartayım seni.

img_2644Bir gün önceden, Milas’ın otlu böreğini, Bodrum mandalinalı lokumları, Ege fasulyesini Adana yolcuları için hazırlayıp, paketler yaptık. Bavullar hazırlandı, kapatılıp koridorda sıraya dizildi. Annemin kısacık ziyareti yine bitmişti……Duramadı, “evim de evim” diye tutturdu, bir buçuk hafta zor tuttuk onu buralarda….evden çıkarken yine darlandı, “seneye beni bekleme, gelemem artık!” dedi ama bu sefer  kızmadım. Aslında o “inşallah gelecek yaza!” demek istedi. Onun endişesi yolculuk, çocukluğumdan beri bilirim, araba tutar annemi, otobüs ve uçak da.Yoksa çok seviyor buraları.

Bugün Temmuz’un yirmi yedisi ama aylardan Ekimmiş gibi; ılık-serin bir rüzgar esiyor. Yine bir ılgın ağacının altındayım, güneş çift doz antidepresan etkisi yapıyor üzerimde. Rengarenk pansiyon kapıları, üstlerinden sarkan begonviller; karşımda Ortakent’den Bağla’ya kadar uzanan, tepeden biraz daha hallice dağlar. Bir yanım sabah mavisini giymiş deniz, diğer yanım çayır çimen. Üstümde gelinlik rengi efil elbisem, içimde mavi-beyaz formam. Artık rengim iki ton daha koyu, yüzümdeki ince çizgiler belli belirsiz, aynadaki yansımamı seviyorum. Açık, limon renginde yeni demlenmiş, ince belli bir bardakta çay içiyorum. Müzik sustu, öğlen rehaveti çöktü herkesin üstüne, tahta zemine düşen kemik zarların sesi geliyor uzaktan. İki çocuk geçti önümden, Almanca konuşuyorlardı, iki afacan kara kafa. Ben çocukken benim yaşımdakiler Almanya’da ikinci kuşaktı. Bunlar kaçıncıdır artık Allah bilir. Öğlen uykusundan uyanıyor veletler; biri ağlayarak, bir diğeri gerinerek. Çimlerde yürümeye çalışırken tökezledi gerinen, maaile havada yakaladılar. Zavallı çocuk toprağa dokunamadan elden ele dolaştı. Sonunda herkes dağıldı, kimi denize gitti, kimi güneşlenmeye, çocuk ve bakıcı baş başa kaldılar nihayet.

img_2652Gün dönüyor, Ortakent’den Bağla’ya kadar uzanan dağların arkasında kalmasına ramak kaldı. Kadınlar, çocuklar her biri ayrı renk kapılardan avluya çıkıyorlar. Saçları hala nemli. Taş yolda ayakkabı tıkırdılarının sesi  artıyor, kadınlar geceye hazırlanıyor. Bir kaç inatçı mızırdanma sesi dışında etrafta çocuk kalmadı, hepsi uykuda ve uzak Asya’lı küçük kadınlara emanetler. Fonda tek düze, cıstak bir yemek müziği. Bu gece ay tutulması var. Kanlı aymış, yani dolunay. Ay dolunayken mi tutulur hep?! Ay’ın adı dolunaydan bir gün önce balmumuymuş. Ay, dünya ve güneş tek çizgide buluşacak Ay dünyanın gölgesinde kalacakmış. Kağıt helva arasında limonlu ve damla sakızlı dondurma..

Bugün yine uzun, sıcak ve parlak. Ülkenin gündemi de sıcak, dün dolarda ani artışların arka arkaya yaşandığı saatlerde sahil borsa gibiydi…mayolu kadın ve erkeklerin çalıştığı bir borsa. Her yeni haberde ayağa kalkıyorlar,  gözlerini telefondan ayırmadan etraflarındaki kollektif ağa canlı yayın yapıyorlardı. Ama ben tek mevsim yazmış, hayat bundan ibaretmiş gibi kaptırmış gidiyorum yaşlı bir guletin içindeyim; ekip tamam, beş kadın, beş çocuk, fonda Rod Stewart Baby Jane’i söylüyor. Meltem çocukluğuna Berlin’e bir lunaparka gidiyor, hikayesini dinliyorum. Civa gibi oynayan denizin üstünde, birbirinden güzel burunlar ve koyların önünden geçiyoruz. Sırasıyla Kumlu, Orak, Papuç ve Kızıl adaya uğruyoruz.

289c7847-c0b3-4165-a85c-140ca8de6ffa

Sonra bir daha, gulet değil bu sefer, küçük bir tekne; Tavşan (çelebi), Bağla, Aspa ve Akvaryum adaları.

Teknede Bağla ve Aspa arasındaydık, önümüzden  yunus balıkları geçti. Ben ilk kez bu kadar yakından görüyordum onları…..çığlık çığlığa birbirimize gösterdik, gözden kayboluncaya kadar baktık arkalarından. İki tane, aynı anda denize batıyorlar, sonra aynı anda çıkıyorlardı, iki kuyruk, hoop iki baş! Sonra yine iki kuyruk.

Bodrum’da her gün bir yere pazar kurulur. Perşembe Bitez ve Yalıkavak,  çarşamba Ortakent, salı Bodrum giyim, cuma sebze pazarı, cumartesi Turgutreis giyim pazarı…böylece devam eder. Bu pazarlarda dolaşmak, çekirdeksiz üzüm, tarla domatesi, Frenk incirinin tadına bakmak, aldığım gün fasulyeyi pişirip sofraya koymak benim için büyük nimet. Bu ürünler Bodrum’un köylerinde yetişiyor, oralarda toplanıyor, pazara getiriliyor. Hem de yetiştirenler getiriyor pazara, ailecek geliyorlar, bütün emeği geçenler bir arada.

img_2744

Ağustos’un son cumasıydı. Bodrum’un sebze pazarına Bodrum’lu bir arkadaşımla beraber gittim. Yazlıkçı ya da turist gibi değildim bugün. Pazarcılara adıyla selam veren, hangi köyden geldiklerini bilen Ufuk’un arkasında doğma büyüme Bodrum’lu gibiydim. Önce bir kahve mi içseydik dememe kalmadı, Otogarın üstündeki pazarın arka kapısına, Külçü sokaktaki Şeref Konday Han’a girdik. Avludaki yabani sakız ağaçlarının altındaki bir masaya oturduk. Yanında da birer mandalina lokumlu kahvelerimizi burda içtik. Her şeyin üzerine vuran gün ışığı daha yükselmemiş, koyu gölgeli, sakin ve telaşsız bir sabahtı. Avluya bakan dükkanlardan sadece bir kaç tanesi henüz açılmış, sahipleri kapı ağzına attıkları sandalyelerinde afyonları patlasın diye bekliyorlardı. Havada çay ocağından gelen yeni demlenmiş çayın kokusu, fonda cam bardaklarla buluşan metal kaşıkların sesi vardı.

Kızılağaç’tan, Yalı çiftlik’den, Çomakdağlı köyünden gelen kadınların tezgahlarını tek tek dolaştık. Ufuk hikayelerini anlattı ben dinledim. Çeşit çeşit zeytin aldık, ben en çok kırma zeytin severim ama yokmuş, daha mevsimi değilmiş, Ekim’de başlarmış yapılmaya.

img_2742
Gönül huzuruyla yaşamak bambaşka bir şey!…Böyle giyindiğim zaman mutluluğu üstümde taşıyorum, kendime bakmam yetiyor.

Şadiye Hanım’ın Çomak köyünde bir kahvaltı yeri açmakmış hayali. Şöyle eğlenceli, pozitif enerjili, değişik bir yer olsunmuş. Zaten o hiç bir şeyi takmadan, ayakta durmacasına yaşamak istiyormuş, işi kendinden aşkınmış, haftada beş gün pazarı varmış, yorulduğundan değil ama desteğe ihtiyacı varmış. Köyün ve köydeki kadınların gelişimi için istiyormuş kahvaltı yerini de. Anlatmak, anlatmak istiyordu sürekli, bizi köyüne davet etti, gelecek hafta kızı evleniyormuş, kızının buraları bırakıp Ankara’ya gelin gitmesine hayıflanıyordu ama heyecanlıydı. “Düğüne gelin!” dedi ısrarla. Bodrum’da bir köy düğününe katılmak da benim hayalimdi ama ertesi gün İstanbul’a dönüyorduk.

Sabah erkenden yola çıktık, sanki gizlice gidiyorduk, eşyaları arabaya sessizce taşıdık. Kimseyle vedalaşmazsak, kimse bize el sallamazsa, biz de kimseye…gitmiş sayılmazdık belki. Sadece Bıcır’la vedalaştık, Bıcır yazları bizi sahiplenen kedimiz, arabanın etrafında bir kaç arkadaşı daha vardı, onlara da fısıltıyla veda ettik. Bitez Gümbet bağlantı yoluna çıkarken önce dik bir yokuş çıkılır. O yokuşa geldiğimizde minicik, bir kaç saniyelik yavaşlar, alacakaranlıktaki yalıya, limandaki teknelere, uyuyan denize, köy içine ve mandalina bahçelerine son bir kez daha bakarız.

Cevat Şakir Altıncı Kıta Akdeniz kitabında Herodot için der ki “Değil yalnız Anadolu’nun tekmil dünyanın ilk ve en büyük turisti…” Bana da el verir misin Heredot?

Mitra,

06.11.2018, Beşiktaş