Geldi mi?

Bütün buluşmalarımızın hafifliği vardı üzerimde, karar verdiğimiz gün başlardı bu hafiflik, ister yarın olsun, ister bir hafta sonra.

Zaten adam çoktan gelmiştir. Acele etmeden, telaşsız, tadını çıkara çıkara, çikolata kaplı bir badem gibi, sürprizi bilirsin de bilmezden gelirsin, yavaş yavaş ağzında çevirir, biriken tadı yuttukça daha iyisine yaklaşırsın, yaklaştıkça beklentin artar, arttıkça içini bir endişe kaplar. Ya adam gelmediyse? Gelse de onun beklenen olmadığı er geç anlaşılır ama bu öyle bir şey değil, konumuzla da bir alakası yok; bu uzun, sıkıcı bir hikaye, sınıfı geçmek için almak zorunda olduğun bir ders gibi…herkes bilir, herkes alır ama sınavda hoop! Ters köşe. 

Evden çıkmadan önce kar başladı, hem de kocaman, beyaz kelebekler gibi yağdı. Öyle aniden, yağacağından hiç haberim yokken başladı. Birden bire kar taneleriyle göz göze geldik, evin içinde koşturmaya başladım, sanki hepsine aynı anda bakabilecekmişim gibi her pencerenin perdesini araladım. Saate baktım, gardrop perisini yardıma çağırdım, hiç oralı olmadı. Telefon çaldı, adam gelmemişti. Bademin tadı yavanlaştı, cama yapışmış sinek gibi vızırdanmaya başladım.

Karı görüp katmanlı giyinmiş metroda ter içinde kalmıştım. Trafik ışıkları bir yanıp bir sönüyor, öğle yemeğinden dönenler koşturuyor. Pangaltı Metrosunun önü karınca yuvası gibi kaynıyordu.  

Caddeler tehlikeli dönüşler yapan otobüslere dar geliyor, koca gövdelerini küstahça yana yaslayıp motorlu ne varsa bekletiyorlardı. 

“Arkadaşınız sizi içerde, alt katta bekliyor” dedi arkamdan biri, şey gibiydi, hani beyaz eldivenli, frak giymiş uşaklar vardır ya, sinek kaydı traşlı, biraz yaşlıca ama dimdik, nezaketi bile mesafeli. Filmin sonunda ölen efendisinin ona bıraktığı mirasa elini bile sürmez…içinden küçük bir parça anmalık alır ve bilinmeyene doğru yola çıkar. İşte onlara benziyordu, “deli misin? O senin hakkın, yıllarca hizmet ettin sen ona!”  diyecek oldum ama film daha yeni başlıyordu. Yok öyle, frak falan giymemişti, siyah v yaka süveterinin altında beyaz gömlek, siyah pantolon ve ince, siyah bir kravat vardı üstünde. Mavi gözleriyle gülüyordu. Bu kadar kararlılıkla nereye çıkıyordum acaba?

Oysa ben de bir gariplik olduğunu düşünmeme rağmen hiç bir yaşam belirtisi görünmeyen, kapıları asma kilitli katları büyük bir kararlılıkla çıkıyor, hedefime ulaşmaya çalışıyordum. Nedense teras katıydı hedefim. 

Doğum günü kızının gözleri nemli, her şeyin üstüne vuran sarı bir gün ışığıyla boş birahanenin lambalarından sızan ışık birbirine karışmış meydana karşı oturuyordu. Dışarda kar topluyordu, ya da toplasın istiyorduk artık, Aralık ayındaydık, öğlen yağan kardan bir şey anlamamıştık, havai fişek gösterisi seyreder gibi, bir vardı bir yok oldu, görmeyen inanmazdı yağdığına.

“ Annemle konuştum da” dedi gözlerini işaret parmaklarıyla kurulayarak, rimelleri akmasın diye.

“Hoşbulduk, Aaaa Adam hala gelmemiş!?”

“Gelmedi!”

“Ben de sandım ki…neyse”

“Günün en güzel saatleriydi bunlar…” Daha eve geç kalmaya çok vardı, herkes işinde gücünde, çocuklar okuldaydı. Derken M geldi, adamı sordu, gelmediğini duyunca, öylesine sormuş gibi pek oralı olmadı, sabahtan beri açmış, kahvaltı bile yapmamış, doktordan geliyormuş, hasta falan değil de yıllık rutin tahliller yaptırmış. Bugün izinliydi ya! Fırsat bu fırsattı. Ee ne demişti dr? İçki ve sigara, ha! Tamamdı o zaman.

Buranın mezeleri güzel miydi? Bilmiyorduk. Adamın mekanıydı burası, garsonlara mı sorsaydık, adam nerde kalmıştı? Arası hep iyiydi onlarla, cömertliği bir yana garsonlarla muhabbet etmeyi sever, bunu içtenlikle yapardı. İyi davranmasını seven zenginlerden değildi. Devamlılıktan hoşlanırdı. Garsonlar da isimleriyle hatırlanmanın karşılığını verir, saygıda kusur etmezlerdi ona. Bir kaç çatal darbesiyle mezelerin tadına baktık, tepeleme meze dolu  tabak daha yarıya gelmeden yemeğe ara verdik.

Hah!! F de gelmişti işte! Sarıldık, öpüştük. Doğum günü kızına en içten dilekler sunulur sunulmaz adını çalılardan çatılmış gölgeliklerden alan, meydandaki otele nazır karşılıklı oturduk, ekip tamamdı.

Adam gelmiş miydi? 

“Yoo biz de sana soracaktık, cevap vermiyor!” 

Gözlerini süzerek imalı, kesik, tek seferlik bir kahkaha attı F

“Gelir o gelir!!”  

“Ay ne aldın? Adama da mı aynısını aldın?”

“İkinize de aynısı, kitap aldım”

“Ama onun ki daha kalın..”

“Garsonlara sorsak mı onlar bilir, adam nerde kalmış?”

“Biz de biraz önce aynı şeyi düşündük ama sormadık tabi” dedi A, kıkırdayarak, demek ki çakırkeyif olmuştu artık.

Yağmur yağmaya başladı, dışarda korna sesleri arttı, çocuklardan biri aradı, huzursuzlandık.

Adam hala gelmedi.

Çocukların hepsi aradı, bir saat daha idare edebilirler miydi? Yeni yetmelerin canlarına minnetti.

Ay ne çabuk büyümüşlerdi, daha düne kadar okuldan alıyorduk, evde servis bekliyorduk,

“o zaman, pardon bakar mısınız? Bir tane daha”

“bir tane daha”

İkimiz evli, ikimiz boşanmıştık ama hepimiz, içinde eril enerji soslu hikayelere bayılıyor, kim duyacak diye umursamadan yüksek sesle muhabbeti çeviriyorduk. Hava kararmış, biz farketmeden etrafımızdaki masalar dolmuştu. Erkekler “usulüne uygun” sessizce içkilerini içerken yanaklarımız ağrıyana kadar güldük. Birazdan, saat yediyi vurduğunda metro balkabağına dönüşmese de içimizdeki gardiyanlar “çocuklar” diyecekti.

Şişeleri saymaya kalktık ama yarısında vazgeçtik.   

“n’oldu?” Diye sorduk, M’ye “kime bakıyorsun?”

Sigarasını sararken kaşlarını kaldırıp çenesiyle işaret etti.

“Karısı geldi” dedi.

“Kimin!?”

Eğer adam gelseydi, ikiye katlanmış kırmızı bir poşeti bütün gün beklenen adama uzatırdı F, “kitap aldım sana, doğum günün kutlu olsun!” derdi. Masada hepimiz  ona bakar, sözüm ona hediyeyi merak ederdik ama aslında bütün gün nerede olduğu olurdu asıl merakımız. Sanki bütün dikkatimizi ona verirsek ağzından kaçıracağı bir kelimeyi yakalayabilirdik, bir dil sürçmesini veya bir anlık dalıp gidişini. Jilet gibi ütülü  beyaz gömleğinin manşetleri içinden uzanan ellerine, esmer, uzun, biçimli parmaklarına bakardık. Karısının ince, onunki gibi platin olmayan, altın rengi alyansına, gözümüz de kulağımız da onda olurdu. “Annemden kalma alışkanlık, kağıt yırtılmasın diye uğraşıyorum” diye tırnağıyla ambalaj kağıdına yapıştırılmış bantları sabırla tırtıklar, beklerken Almanlar’ı anlatır, bizi eğlendirirdi.

Bugün yurt dışından denetçiler gelmiş, yoksa doğum gününde çalışmazmış. Vedalaşırken “neye küsersiniz?” Diye sormuş Alman, tokalaşmak için uzattığı eli elindeymiş daha, şaşırmış. Denetçi Alman’a başını arkasına iterek, bir gökdelene bakar gibi bakmış, Alman eğilip yanaklarından öpmüş adamı, Türkler gibi…rahatlamış, bir denetleme daha bitmiş, Alman’ı taksiye kadar geçirmiş. “İyidir hoştur ama küser!”diye yazmışlar yıl sonu yönetici değerlendirme raporuna. Yukarı çıkarken, asansörde vermiş veriştirmiş personeline, “şeffaf olun dediysek bu kadar da olmaz ki!” demiş. Ellerini göğsünde bağlayıp, abartılı bir hareketle başını önüne eğip, bir çocuk gibi alt dudağını sarkıtıp “küstüm onlara” yapardı.

Yelda Ugan

18.12.2018, Beşiktaş 

Reklam

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.