Bir şey sormamış “mektup sana değilse açılmaz, hele de sevda mektubuysa hiç okunmaz” dermiş.
Feriköy sular idaresinde işim çok çabuk bitti. Planladığım bir şey değilken Kuyulubağ sokağının mezarlık tarafında buldum kendimi, aradan nerdeyse on beş yıl geçmiş, sokak çok değişmişti. Şurda lunapark vardı eskiden, boş arsanın içinde dönme dolap, atlı karınca, balerin kadının eteklerindeki her bir dantel oyuntusuna yerleşmiş koltuklar kışın terk edilmiş hurda yığınları gibi küskün durur, bahar gelince yeniden boyanır, çocuk cıvıltısıyla şenlenirdi. Kardeşler apartmanının önünden geçerken dayanamayıp üstten ikinci zile bastım. Elimi gözüme siper edip arkaya doğru bir kaç adım attım, teras katta oturan var mıydı acaba?
“Bu kekler, börekler…ayol çay da var!” “ aşağıdan ev sahiplerin getirdi sen banyoyu temizlerken, kızları geldi, ‘yorulmuşsunuzdur da’ dedi, ‘annem gönderdi’ bence kasıtlı göndermiştir kadın, ne var ne yok bir baksın diye, evlerini bekar bir kadına verdiler ya bu gelip gitmelerin peşini bırakmazlar artık, bir bahane bulur ikide bir çıkarlar yukarı”, “Ermeni kızım bunlar, bizimkilere benzemezler, daraltma beni şimdi, gardiyan arasaydım gelir miydim buralara, kendim olmaya geldim İstanbul’a” “Safım benim sen öyle san, çok daha tutucu olur bu insanlar, azınlık psikolojisi işte, dört açarlar gözlerini, apartmana giriş çıkış saatine kadar çetelesini tutarlar bak görürsün, kimle girdin, kimle çıktın da cabası”
Yer sofrasının kıyısına oturunca anladım yorulduğumu, kollarım da ıslanmıştı, hırkamı çıkarırken sert bir şey geldi elime, cebimde bir şey vardı, siyah beyaz eski bir fotoğraftı bu, çıkarıp ev sahibinin gümüş rengi metal tepsisine bıraktım, kırışmış ve biraz da ıslanmıştı. Banyodaki kalorifer peteğinin arkasına düşmüş, kıyamamıştım atmaya.
Arkadaşım gider gitmez kapı çaldı. Yerdeki açılmamış kolilerin arasından atlaya zıplaya geçip kapıyı açtım, ev sahibinin kızıydı gelen. Bu ne hızdı?
“Tepsi içerde, salonda” ön terasa bakan odayı gösterdim, hava serinlemişti, “arka terasın kapısını kapatıp hemen geliyorum.” Arkada iki oda daha var ama evin en aydınlık, en ferah odası olduğu için yer yatağımı buraya koymuştum, geriye kıyafetler ve kitaplar kalıyordu, bir masam bile yoktu daha. Bir kaç tane de mutfak eşyası.
Döndüğümde yatağın kenarına ilişmiş, tepsiye bıraktığım fotoğrafa bakıyordu. Mahcup oldu beni görünce, kusura bakma filan diyecek oldu ama ben de yanına oturdum. “Şu sağdaki beyaz bereli çocuk benim…evet herkes öyle sanıyor, erkek çocuğu gibi, böyle çok fotoğrafım var benim, dayım çekti. Çocukluk işte, dayım sadece beni çekiyor sanırdım.” Sene 79 olabilirmiş, dokuz-on yaşlarındaymış o zaman. Nerdeyse yaşıttık.
Bazen ben de dayımla gider ona yardım ederdim. Bir vaftiz töreninden dönüyorduk o gün, Kiliseye gittiği zaman annem dayımla gitmeme izin verirdi. Birden bire yağmur yağmaya başladı, yanımızda şemsiye filan da yok, makinalar ıslanmasın diye bir tentenin altına sığındık. Özcan abinin sesini duyduk bir ara, bizi içeri aldı, arkadaşlarıyla beraber tepsiden bozma bir masanın etrafında oturmuşlar, başlarının üstünde sigara dumanından bir bulut, akşama gidecekleri maçı konuşuyorlardı. Özcan abi dayıma “çek bakalım Aram kardeş” dedi. Dayım benim de fotoğrafa girdiğimi son anda farketti, Kurtuluş son duraktan eve gelene kadar sıkı sıkı anneme birahaneye girdiğimizi söyleme diye tembih etmişti.
Dayı İstanbul Üniversitesi’nde okuyormuş, jandarma önüne geleni toplamış bir gün, üstünden bir mektup çıkmış, sadece adres yazıyormuş Allah’tan. “Karakoldan Özcan abi almış dayımı o gün, dayım bir hafta sonra ortalıktan kaybolunca anlattı bize. Annem her gün binbir tembihle gönderirdi onu okula, “Aman ha!” derdi, “bak ortalık çok karışık!”
Bir kız vardı, bazen dayımla mektup gönderirdi, dayım da onu kıramaz, kızın iyice katladığı küçük kağıtları akşamları fotoğraf çektiği mekanlara gelen sahiplerine verirdi.”
Dayısı inkar etse de bilirmiş, kıza sevdalıymış aslında, Beyazıd meydanında görürmüş bazen onu, Sahaflar tarafından gelirmiş, güvercinlerin arasından, başı önde yürür, kırmızı el örgüsü hırkasının omuzlarına siyah saçları düşermiş.
Fotoğrafçı çocuk derlermiş ona, kimse adını bilmiyormuş, “eve gelmediği gecenin sabahı annemle Özcan abiye gittik. Okuldan sonra doğruca onun dükkana giderdi.”
Bir şey sormamış, mektup sana değilse açılmaz, hele de sevda mektubuysa hiç okunmaz dermiş. Sonra haddi hesabı kesilmeyen mektuplar ve delikanlılar derken kıza içerlemeye başlamış ama ona hayır da diyemiyormuş. Hiç öyle bir kıza da benzemiyormuş aslında.
Fotoğraf makinasıyla okula gittiği ilk gün “bizi çeker misin?” demiş kız, dört arkadaş birbirlerine sarılıp poz vermişler. Sonra ortadaki idari binayı göstermişler, “oraya getirirsin.” Hangi bina olduğunu anlamadığı için mi, kıza daha o gün vurulduğu için mi bilinmez siyah cübbelerinin ardından uzun uzun bakmış gidenlere.
“Annemle beraber defalarca Beyazıd’a gittik, bir keresinde insaflı bir jandarma o büyük kapıdan geçmemize izin verdi. Özcan abi de vardı yanımızda, doğruca idari binaya gittik ama bütün asistanlar göz altındaydı.” nerde olduklarını da söyleyemezlerdi, hangi birini söyleyeceklerdi, listeyle mi dolaşıyorlardı.
Kızın arkadaşlarıyla fotoğrafını çektiği o gün, dayısı Özcan abinin dükkanına uğramış ve o günden sonra da sık sık gider olmuş oraya. “Annem rahatsız olurdu, istemezdi dayımın oraya takılmasını. Ayakkabısının ökçesine basarak külhanbeyi gibi yürümesini sevmezdi, arabasının önüne janjanlı harflerle Arjantin 78 yazdırmıştı, böyle siyah beyaz alevler sarmış gibiydi sanki arabayı.” Gülmesini tutamayıp, küçük bir kahkaha attı “Dükkanın vitrini kendisi çekmiş gibi Hayat dergilerinden koparıp çerçevelettiği futbolcu fotoğraflarıyla doluydu, görgüsüz derdi annem”
İşaret parmağımı dudaklarıma götürdüm “söz” dedim, “aramızda.” Misafirim gittikten sonra kolonun arkasında kalan çıkıntıdaki pencereyi buldum, evi tutarken gazete kağıdıyla kaplı, üstünden defalarca boya geçilmiş bu pencereyi önemsememiştim. Tırnağımla biraz kazıyınca aşağısı, ev sahibimin çift kanatlı giriş kapısının önü, gri siyah taş zemin göründü.
“Bir akşam, galiba yaygara yaparım da komşular duyar diye annem beni buraya gönderdi, o zaman eski eşyalarımız, kilerimiz, depomuz gibiydi burası, aşağıdan gelen tıkırtıları duyunca içerdeki pencereden baktım, annem fısıltıyla konuşarak dayıma sarıldı, çok zayıflamış, bitkin görünüyordu. Özcan abi elindeki poşeti anneme uzattı ve tespihli eliyle bir baş selamı verip hızlıca merdivenlerden aşağı indi.”
Pencereden bir kadın başını uzattı, türbanlı yaşlıca bir kadındı, iki yanından saçları üç numara traşlı çocuk başları göründü, kadın onları bağırarak azarladı, çocuklar beyaz tül perdenin ardından göründükleri gibi kayboldular.
Artık burda oturmuyorlarmış, yurt dışına mı taşınmışlar neymiş, caddede fotoğrafçı Özcan varmış, o bilirmiş.
20/06/2019, Gayrettepr
Mitra